Bugünkü Putin Rusyası’nın ulaştığı haşmetli, hatta ürküten gücün yol taşlarından belki de en büyüğü 2006 yılında İngiltere’nin başkenti Londra’da yaşanan bir trajediyle döşendi. Üstelik de kimsenin tahmin edemeyeceği bir futbol maçı sırasında.
Çoğu kişi Viladimir Putin’in KGB geçmişinde üst düzey bir istihbaratçı olduğunu düşünse de, aslında o yarbay rütbesinde orta sınıf bir subaydı. Bugünkü gücüne erişmesi ise devlet başkanlığı görevini üstlendiği süre zarfında aşamalar halinde gerçekleşti.
Aşamalardan ilki 4 ve 16 Eylül 1999 tarihleri arasında Moskova’da gerçekleşen bir dizi apartman patlamasıydı. Bu patlamalarda 300’e yakın sivil yaşamını yitirirken, Rus güvenlik birimleri halen devam eden savaştan dolayı sorumluların Çeçen militanlar olduğunu iddia ediyordu.
Rusya’da büyük korku ve panik yaratan patlamalar sonucu ülkede güvenlikçi politika arayışı güçlendi ve iç kamuoyunda Putin’in seçim kampanyasına hızlı bir rağbet gözlenmeye başladı.
Rus istihbaratı tarafından zanlı olarak Kuzey Kafkasya asıllı kişilerin eşgallerinin paylaşılmasıyla Putin rüzgarı güçlenirken; Çeçenlerle barış yanlısı olan savaş karşıtı blok hızla güç kaybetti, hatta bu kişiler vatan haini olmakla suçlandı.
Bu patlamalardaki sorumluluk Çeçenlerin en radikal kanadı tarafından bile ısrarla inkar edilse de, Putin’e 2. Rus-Çeçen savaşının başlaması için yeterli ve meşru zemin sunmaktaydı.
Barış aktivisti gazeteci Anna Politkovskaya tarafından ilerleyen yıllarda “Rusya’nın 11 Eylül’ü” olarak adlandırılacak patlamalar sebebiyle Çeçenistan topraklarında korkunç savaş suçları işlenmesinin önü açılmış oldu.
Politkovskaya, Rus polisi tarafından yakalanan, patlamalardan sorumlu tutulan kuzey Kafkasya eşgalli kişilerin Putin’in müttefiki olan Ahmet Kadirov’un Rus gizli servisi FSB’ye çalışan adamları olduğu yönünde çok güçlü delillere ulaşmayı başardı.
O dönem ülke henüz bugünkü gibi demir yumrukla idare edilmediği için iç kamuoyunda ciddi tepkiler almasının önüne geçilemedi bu olayın. Barış yanlısı aktivistlerin ve muhalif gazetecilerin terlettiği Putin ise bu sırada yepyeni bir güvenlik doktrinini uygulama koymuştu.
1995-1996 yıllarında Çeçenistan’da çoğunun mezarları dahi bilinmeyen 15.000’e yakın asker kaybeden ve bunların çoğunu kamuoyundan gizleyen Moskova, düşmanın kol ve bacaklarıyla güreşirken beynini etkisiz hale getirecek bir formül bulmuştu; Çeçen liderlere suikast.
Rus gizli servisi FSB’ye bağlı bulunan gizli bir alt birim tarafından icra edilecek operasyonlarla yurt içinde ve yurt dışında bulunan isyancı Çeçen liderlerinin ölüm listeleri hazırlandı.
Hatta bu listeye devlet güvenliği aleyhine faaliyet gösterdiği saptanan muhalif (Rus)gazeteci, iş adamı ve aktivistlerin de dahil edildiği iddia edildi.
2. Rus-Çeçen savaşından itibaren hem yurtiçinde, hem de yurtdışında sessizce icra edilen suikast operasyonlarının en fazla ses getireni 2006 yılında Anna Politkovskaya’nın öldürülmesi oldu.
Politkovskaya cinayeti faili meçhul olarak kapatılırken, yurt içinde olayın peşine düşecek cesareti gösteren kişi sayısı da her geçen gün azalıyordu. Bu nedenle Rusya dışında bulunan ve görece olarak güvende olan muhaliflerce cinayet aydınlatılmaya çalışıldı.
Olayı aydınlatmaya çalışan kişilerden biri İngiltere’ye iltica eden ve Londra’da yaşayan eski KGB(yeni ismiyle FSB) ajanı Aleksandr Litvinenko’ydu. Litvinenko ismini Ruslar ilk kez 1999 yılında Moskova’da düzenlediği bu basın toplantısı sırasında duymuştu.
FSB’ye bağlı birkaç subayla birlikte kameraların önüne geçen Litvinenko, önlerine konulan onlarca kişilik ölüm listesini basınla paylaştı.
Çoğunluğu Çeçenlerden oluşan ancak Rus iş adamı, siyasetçi ve gazetecilerin de önemli yer tuttuğu suikast planlarını icra etmeyeceklerini ve bu suça ortak olmayacaklarını söylüyordu.
İstihbarat servisleri tarihinde belki de bir ilk olan bu olay, henüz tırnakları toprağı tam olarak tutmayan Putin’i hem iç kamuoyunda, hem de uluslararası alanda çok zor durumda bırakacaktı.
Aslında Litvinenko ile FSB arasında yaşanan duygusal kopuş bu listelerin oluşturulmasından önce, Litvinenko’nun Rus-Çeçen savaşı sırasında sahada şahit olduğu bir takım olaylar sonucu yaşanmıştı(fotoğrafta sağda).
Rus ordusunun en büyük istihbarat kaynağı Kafkas dağlarına çekilen Çeçen isyancıların köylerde yaşayan eş ve çocuklarıydı.
Rus saflarına geçen Ahmet Kadirov’dan alınan listelerde adı geçen isyancıların yakınlarını korkunç işkenceler yaparak sorgulamaya başlamıştı Rus gizli servisi.
Sahada Litvinenko’ya verilen görev bu kapsamda belki de tüm savaş tarihinin en büyük operasyonu olmaya adaydı.
Ruslar tarafından öldürülen Çeçen lider Cahar Dudayev’in (Rus)eşi Alla Dudayeva Nalçik havaalanında sahte pasaportla Türkiye’ye kaçmak üzereyken yakalanmış ve sorgulanması emri Litvinenko’ya verilmişti.
Litvinenko ile birlikte 3 FSB subayının görev aldığı, günlerce süren sorgu için Moskova’dan gereken herşeyin yapılması talimatı gelmişti.
Alla Dudayeva’ya sorulan sorulardan en önemlisi Cahar Dudayev’in mezarının nerede olduğuydu. O tarihe kadar Dudayev’in ölümüne şüpheyle yaklaşan Ruslar, eski liderin tekrar ortaya çıkarak tüm denklemi değiştirmesinden çekiniyorlardı.
Kendisine sorulan onlarca soruya cevap vermeyen Alla Dudayeva, yıllar sonra Litvinenko’dan bahsederken gözlerinden süzülen yaşlara engel olamayacaktı.
Alla Dudayeva’nın kendisini iyi hissetmesi için elinden geleni yapan Litvinenko, diğer 3 FSB subayının da o’na baskı kurmasına engel olmaya çalışmıştı. Rus istihbaratı sorgudan eli boş çıkarken meslektaşlarının durumu merkeze bildirmesi üzerine Litvinenko Moskova’ya çekildi.
İşte bu Litvinenko, FSB’ye ulaşan suikast listesini basınla paylaştığı 1999 yılında kurulma aşamasında olan Putin rejiminin tam olarak hedef tahtasına oturdu(Fototğraf, Rusya’da bir atış poligonuna ait).
İlk fırsatta tutuklanandı ancak 1 yıl sonra tahliye oldu, ardından da sahte pasaportla Türkiye üzerinden İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı.
Türkiye’de kalıcı olmamasının en büyük sebebi FSB ajanlarının adeta cirit attığı ülkede Çeçenlere ve Rus muhaliflere yönelik suikast hazırlıklarıydı. Bu hazırlıkları en iyi bilen kendisiydi. Nitekim 2000 ile 2015 arasında Çeçenlerden 15’e yakın kilit isim Türkiye’de öldürüldü.
İngiltere’de “Rusya’yı Havaya Uçurmak; İçeriden Gelen Terör” isimli bir kitap yazan Litvinenko Rus gizli sevisinin karıştığını iddia ettiği tüm kirli ilişkileri ifşa etti.
2000 Yılından itibaren İngiltere’de yaşayan eski ajan, 2003 yılında elindeki gizli bilgileri İngiliz gizli servisi MI6 ile paylaşmaya başladı. Rusya cephesinde soğuk duş etkisi yapan bu gelişme 2006 yılına gelindiğinde katlanılamaz bir boyuta ulaşacaktı.
7 Ekim 2006 Tarihinde Moskova’da faili meçhul bir suikasle öldürülen Anna Politkovskaya cinayetini aydınlatma çabası Rusya dışında yaşayan birkaç muhalife düşmüştü. Bu muhaliflerden biri de Litvinenko’ydu.
Ekim ayının son haftasında Rusya’dan gelen bir telefonla bambaşka bir hal aldı bu çabası. Telefonun diğer ucunda Litvinenko’nun FSB’den tanıdığı eski meslektaşları vardı.
Ellerinde Politkovskaya cinayeti ile ilgili belgelerin olduğunu ancak bunları açıklama imkanlarının olmadığını, bu nedenle suikast belgelerini o’nunla paylaşabileceklerini söylediler.
Litvinenko ile randevu talep ettikleri tarih ise garip şekilde 1 Kasım günüydü. 1 Kasım 2006, Arsenal ile CSKA Moskova arasında Londra’da oynanacak Şampiyonlar Ligi G grubu maçının da tarihiydi.
Moskova’dan maç bahanesiyle yola çıkan 3 FSB ajanı, sayıları 700’ün üstündeki CSKA taraftarıyla birlikte Londra’ya giriş yaptıkları sırada İngiliz istihbaratının gözüne takılmamayı başardılar.
Aileleriyle birlikte Londra’ya gelen 3 ajandan 2’si Litvinenko ile planlanan görüşmeyi yaptı. İsimlerinin Lugovoy ve Kovtun olduğu öğrenilen 2 ajan görüşmeyi yaparken, Sololenko isimli 3. ajan ise ortalarda hiç görünmedi, hatta akşam oynanan maça da giriş yapmadığı tespit edildi
Litvinenko ile 2 eski meslektaşı arasında yapılan görüşme dostça sona erdikten sonra taraflar yeniden bir araya gelme sözüyle ayrıldı. 2 FSB ajanı Emirates stadına doğru yol alırken Litvinenko da otel odasına çıktı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde mide bulantısı ve yoğun karın ağrısıyla ambulansı arayan Litvinenko derhal hastaneye kaldırıldı. Ertesi akşam açıklanan detaylı rapora göre Litvinenko’nun Polonium 210 isminde çok kuvvetli bir radyoaktif madde ile zehirlendiği ortaya çıktı.
Litvinenko, değeri 10 milyon $ olan ve normal şartlarda temin edilmesi neredeyse imkansız olan bu maddenin 2 FSB ajanı tarafından çayına katıldığını iddia etti. İçtiğinde tadını beğenmediği çaydan sadece 3 yudum almış ancak eski dostlarının bunu yapacağından şüphe duymamıştı.
Sır perdesi 2 gün sonra aralandığında ise 3 FSB ajanı 700 CSKA taraftarıyla birlikte Londra’yı çoktan terk etmişti.
Londra’da yapılan taramalarda Polonium 210 isimli radyoaktif maddenin izine ajanların kaldığı otelde, yemek yedikleri restoranda, gittikleri bir striptiz kulüpte ve hatta Emirates stadyumunda bile rastlanıldı.
Litvinenko, Londra’daki hastane odasında 22 gün acılar içinde kıvrandıktan sonra 23 Kasım 2006 günü yaşamını yitirdi. Son sözleri ise “Putin beni yok etmeyi başardı, ancak herkesi edemeyecek” oldu.
Litvinenko’nun cenazesi, cesedindeki radyoaktif kalıntıdan ötürü yerin 25 metre altına gömüldü. Cenaze töreni ise tuhaf şekilde İslami usullere göre gerçekleşti.
Litvinenko’nun ölmeden önce Müslüman olduğu iddia edilse de eşi Marina Litvinenko bunun doğru olmadığını söyledi. Londra’daki cenaze törenine, Rus istihbaratının radarına yakalanmamak için çok az sayıda Rus katılabilmişti.
Litvinenko’nun cenazesi İngiltere’de bulunan Çeçenler tarafından kaldırılmış, Ortodoks cenaze ritüelleri bilinmediği için de bu yola girişilmişti. Hatta bir iddiaya göre cenaze namazını kıldıran kişi de Londra’da bulunan, Litvinenko’nun yakın dostu Ahmet Zakayev’di.
Ahmet Zakayev, Rus-Çeçen savaşında tuğgeneral rütbesiyle görev yapan eski bir tiyatro sanatçısıydı. Dindar bir Çeçen olmasına karşın Vahabilik ve radikal İslam karşıtı duruşuyla bilinen Zakayev’e de Rus istihbaratı tarafından 2 kez suikast girişiminde bulunuldu.
En son 2018 yılında kızıyla birlikte Londra’daki bir restoranda yemek yerken sinir gazı saldırısına uğrayan Zakayev hayatta kalmayı başardı.
Litvinenko’nun ölümü ardından Rusya’dan ajanların iadesini talep eden İngiltere, Rusya’dan kendi vatandaşlarını iade etmesinin anayasa gereği mümkün olmadığı yanıtını aldı. Hatta bunun üzerine ajanlardan 2’si milletvekili olarak ek dokunulmazlık elde etti.
Ancak Rusya, İngiltere’nin ve Batı’nın baskıları sonucu bağımsız ve özel bir soruşturma yapılmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Soruşturma sonucuna göre 2 ajan doğrudan suçlu bulunurken, 1’inin cinayete dolaylı olarak iştirak ettiği ve bütün bunların kuvvetle muhtemel Putin tarafından onaylandığı rapor edildi.
Yapılan anlaşmaya göre soruşturma sonucunda ajanları İngiliz yargısına teslim etmek zorunda olan Rusya bu yükümlülüğünü halen yerine getirmemiş değil. Zira soruşturma raporunun kabulü halinde ceza alması öngörülen kişiler sadece 3 ajan değil.
Putin yönetimi tarafından ortaya atılan son iddia ise Litvinenko’nun MI6 tarafından öldürülerek suçun kendi üzerlerine atıldığı yönünde. Ancak bu iddia ya da savunmaya iştirak eden Rusya’dan başka tek ülke bulunmuyor.
Daha önce göz atma fırsatı olmayanlar işin savaşı başından itibaren anlatan şu floodu da buraya bırakıyorum. İlgi gösteren herkese ayrı ayrı teşekkür ederim.
Berlin Duvarı yıkılalı ve iki Almanya birleşeli tam 35 yıl oldu bugün. Wind of Change(Değişim Rüzgarı) isimli bu şarkı, bir Ağustos günü Moskova’daki Gorki Park’ta yürürken ve Soğuk Savaş’ın sonlanmasını konu alırken nasıl olduysa birden Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla özdeşleşti ve Almanya’daki değişimi tarihe daha da güçlü şekilde kazıdı.
Batı Almanya’da yaşayanlar için değişen bir şey olup olmadığı tartışılabilir ancak 9 Kasım 1989 günü çok büyük bir hevesle duvar hattına koşan Doğu Almanlar adeta yaşadıkları gezegeni değiştirdiler o gün. Bundan 15 yıl önce duvarın yıkılmasının 20. yıl dönümü anısına 20 farklı eski Demokratik(Doğu) Almanya Cumhuriyeti vatandaşıyla röportaj yapılan bir belgesel yayınlanmıştı, tahmin edileceği üzere katılımcıların geneli totaliter bir rejim altında yaşamaktan ve Stasi tarafından sürekli izlenmekten yorulduğunu, sistemin hantal kaldığını, kendisini yenileyemediğini ve özellikle gençlerin taleplerine cevap veremediğini söylüyordu. Şahsen bunların hiçbirine itirazım yok, aksine çoğuna katılıyorum bu görüşlerin, bu yüzden duvar 1989’da yıkılmasa da bu günlere kadar gelebileceğini düşünmüyorum. Ancak birkaç kelime arasına sıkışan klişe yakınmaların gölgesinde kaldığı için pek dile getirilmeyen bir Doğu Almanya daha var. O programda konuşan 20 eski Doğu Alman’dan sadece 1’i değindi bu konuya, ben de o yıllarda okunmayan bir blog sayfasında o kişinin röportajda söylediklerini yazmıştım. Okumak isteyenler için 35. yılı anısına bir kez daha burada yazıyorum.⬇️
9 Kasım 1989 günü hükümet sözcüsü yanlışlıkla Batı'ya geçişlere izin verileceğini açıkladığında şaşkınlık dolu bir sevinç yaşamıştık, açıklama planlı değil, gerçekten yanlışlıkla yapılmıştı ancak insanlar sınırı geçtikten sonra artık bunun bir önemi kalmamıştı. O güne kadar Batı'ya geçmeye çalışan bizim bildiğimiz 138 Doğu Alman vatandaşı askerler tarafından öldürülmüş, canlı yakalananlar cezaevinde atılmış, aileleri ise kara listeye alınmış ve hayatları boyunca izlenmişlerdi. Hükümet sözcüsünün açıklamasını dinledikten hemen sonra ben ve eşim, henüz 4 yaşındaki kızımızı da alarak ‘sadece’ 6 yıl sıra bekleyerek sahip olduğumuz için şanslı addedildiğimiz Trabant marka aracımızla Batı Berlin'e doğru yola çıktık. Yüzlerce araçtan oluşan bir konvoyla sınırı geçerken kalbimiz duracak gibiydi, Batı Berlin'i ilk kez görecek olmanın yanı sıra aynı yöne doğu hareket eden bu kadar uzun bir konvoyda olmanın da heyecanı vardı. Sınırı geçerken Batı Alman polisinin güleryüzü bizleri çok etkilemişti, çünkü yüzlerce araçlık konvoyda hayatında gülen bir polis gören belki de kimse olmamıştı. Bizleri el sallayarak ve çiçek demetleri vererek karşılayan Batı Berlinlilerin sıcaklığı içimizi ısıtmıştı, çiçek demetini aldıktan sonra kokusuna bakan eşim içinde birkaç Batı Alman Mark’ı olduğunu fark etti, o an sebebini anlayamadık ama üzerinde de durmadık bunun. Zira dev gökdelenlerin ışıltısıyla büyülenmiştik o an, Doğu Berlin’de de devlete ait yüksek binalar vardı ancak bunlar renkleri ve ışıklarıyla çok farklıydı. Batı Berlin’de insanlar geç saatlere kadar sokaklarda vakit geçiriyor, eğleniyor, çılgınca alkol tüketiyor ve kimseye hesap vermiyorlardı. Yolda gördüğümüz Batı Berlinlilerin lüks araçları, kaliteli ve oldukça şık giysileri vardı, burnumuza kadar gelen parfümleri de güzel kokuyordu. Trabant marka aracımız ve üzerimizdeki sıradan giysiler onlardan farklı olsa da yolculuktan büyük keyif alıyorduk, çünkü bu yolculuğun sonunda biz de onlar gibi olacaktık, yolda ilerledikçe rüyada olduğumu düşünüyor ve eşime “beni sakın uyandırma” diyerek kahkahalar atıyordum. Berlin kent merkezine geldiğimizde adına süpermarket denilen ve o güne kadar hiç görmediğimiz dev bir alışveriş merkezine girdik. İhtişamlı bir görüntüsü ve harika bir ışıklandıması vardı. İçeri girdiğimizde bütün Doğu Berlin’e yetecek kadar yiyecek görmek bizi şok etmişti. Özellikle manav reyonundaki muzlar, onları gördüğüm anı unutamıyorum, insanların yiyerek bitiremeyeceği kadar fazla muz vardı. Doğu Berlin’de de Küba’dan gelen muzlar olurdu, bunlar ekonomik koşullara, nakliye trafiğine ya da belki hasat durumuna göre farklı dönemlerde gelirdi ancak iki yıldan uzun süre muz görmediğimi hatırlıyorum. Muz geldiğinde de bu süpermarketteki miktarda görmeyi hayal bile edemezdik, sadece tadabilirdik. Ne yazık ki muz Doğu Berlin’de lüks sayılabilecek bir besindi, bizi şaşırtan da Doğu Almanya’da insanlar sadece zorunlu ve temel gıdalarla yetinirken, bu süpermarketin neredeyse ağzına kadar lüks ürünle dolu olmasıydı. İnsanlar çılgınlar gibi alışveriş yapıyor, fiyatlarına dahi bakmadan sepetlerine en az 5 farklı peynir, 3 farklı sosis paketi atıyorlardı. Ortalama bir sepetteki peynirle Doğu Almanya’da bir aile belki 6 ay idare edebilirdi, o gün Batı Berlin’de insanların bu kadar gıdayı nasıl tüketebildiklerini merak ediyordum ancak merakım birkaç ay sonra sona erecekti, Batı Berlin’de aldıklarının önemli kısmını yemiyordu bile insanlar. Kasaların önüne dizilen ve ağızlarına kadar doldurulan sepetlerde ne işe yaradığını, ne amaçla kullanıldığını dahi bilmediğim birçok ürün vardı.
Sepetlerden birini çok iyi hatırlıyorum, içindeki kutular dolusu şeker ve çikolatayı da, kızımla aynı yaşlarda olan bir çocuk için babası doldurmuştu bu sepeti. Çocuk ürünlerin kasadan geçmesini beklemeden birini açmak istedi, babası da sıra beklerken kasiyerden izin istereyek çikolatalardan birini açtı ve çocuğa uzattı. Çocuk çikolatadan sadece birkaç ısırık aldıktan sonra oraya bıraktı, evlerine giderken yanlarında götürdüklerinin ne kadarını yiyebildi, bilmiyorum. Aynı yaşlarda olmasına rağmen kızım süpermarkette bulunan çikolata, şeker ya da başka bir ürünü istememişti benden, belki o da bizim gibi şok yaşıyordu ancak çocukluk içgüdüsüyle bile yeltenmedi buna, zaten istese de girişte çiçek demetinin altına sıkıştırılan birkaç Alman Mark’ından fazlası yoktu yanımızda. O an arabada üzerinde hiç düşünmediğim paranın çiçeğin altına neden sıkıştırıldığını anlamıştım, iyi niyetle yapılan bir hareket olduğundan şüphem yoktu ama yine de o an pek iyi hissetmedim.
90’ların başında tıpkı bugün Gazze’ye yaptıkları gibi Bosna’ya ağıt yakıyordu İslamcılar. O günkü Bosna da tıpkı bugünkü Gazze gibi dışarıdan bağlantısı kesilmiş haldeydi, ekmek bile uçaklarla havadan atılabiliyordu ve atılan ekmeklerin de çoğu Sırp birliklerinin eline geçiyordu.
Amerika’dan kalkıp gelen psikopatlar tıpkı ördek avı partisine katılır gibi gökdelenlerden insanlara ateş etmek için Sırplara çantalarla para getiriyordu o dönem. O can pazarında çok gazeteci vuruldu, kimi şarapnellere hedef oldu, kimi havan topu patlamasında yaşamını yitirdi.
Hal böyle olunca savaşın ilk aylarında Bosna’ya giriş yapmayı gözü yiyen gazeteci sayısı iki elin parmak sayısını geçmedi, girebilenler de otellerinden burunlarını zor dışarı çıkardı.
Her yıl anılan Srebrenica soykırımı Bosna’da yaşanan savaşla iç içe geçti, adına şarkılar ve şiirler yazıldı, sergiler düzenlendi, belgeseller yapıldı ancak soykırımın karanlık gölgesi 4 yıl boyunca farklı şehirlerde yaşanan nice vahşetin üzerini bir yorgan gibi örtmeye başladı.
Srebrenica kadar medyatik olamadığı için isimlerini duyuramayan ancak savaşta büyük bedeller ödeyen çok fazla şehir ve kasaba var Bosna’da, onlardan biri de benzersiz köprüsüyle ünlü, köprüye duyulan sevgi ve nefretin birbirini yenemediği Visegrad.
Eğer Srebrenica’da soykırım yaşanmasa yılda 1 gün savaşın tüm günahının çıkarıldığı, toplu mezarda instagram pozları verilen ‘popüler’ vahşet muhtemelen Visegrad olacaktı, çünkü burada yaşanan acıların sadece Yugoslavya’da değil, dünya savaşlar tarihinde bile eşine az rastlandı.
1989 Yılında, Slobodan Milosevic yönetimindeki Sırbistan’da rekor bütçeyle çekilmiş ve Kosova Savaşı’nın 600. yılına adanmıştı bu film. Sırp milliyetçiliğini tetikleyerek Yugoslavya’nın fişini çekerken, Osmanlı tarihi açısından da çok önemli bir dönüm noktasını konu alıyordu.
-SPOILER İÇERİR-
Bu şahnede solda Sırplarla işbirliğini savunan Şehzade Yıldırım Beyazıt, ortada onunla aynı fikirde olan (babası)Sultan Murat ve sağda sadece Türkmenlerle savaşılması gerektiğini savunan Şehzade Yakup var. Aralarındaki konuşmaları aşağıda çevirmeye çalıştım;
Sultan Murat: Hâlâ ordunun başına geçmemişsin Yakup.
Yakup: Aklımı kurcalayan bir sorun var.
Yıldırım Beyazıt: Yine ne var?
Sultan Murat: Sorun nedir?
Yakup: Aramızda (bizimle birlikte savaşan)Sırp soylular var