Kentucky'de zengin bir yarış atı yetiştiricisinin oğlu olan Andrew Thornton bir türlü hangi mesleği icra edeceğine karar veremez. Bir süre narkotik polisi olarak çalışır. Sonra hukuk fakültesini bitirir ve avukat olur.
11 Eylül 1985 tarihinde Thornton'un cansız bedeni bir garaj yolunda bulunur. Cesedin üzerinde kurşun geçirmez yelek, gece gözlükleri, tabancalar, bıçaklar ve içi kokain dolu bir çanta vardır. Uyuşturucu kaçakçılığına başlayan Thornton paraşütü açılmadığı için yere çakılmıştır.
Thornton'un uçağı olay yerinin birkaç yüz km ötesinde bir dağa çakılır. Uçuş güzergahı üzerinde içi kokain dolu 9 sırt çantası daha bulunur. Onuncu çanta polislerden önce bulunmuştur. Hem de 200 kiloluk bir kara ayı tarafından
Çantanın içindeki 40 kilo kokaini yiyen ayı ne yazık ki fazla dozda uyuşturucudan can vermiştir. Yapılan nekropside zavallı hayvanın beyin kanaması, solunum yetmezliği, hipotermi, böbrek yetmezliği, kalp krizi ve felç sonucu öldüğü anlaşılmıştır.
Ayının yediği kokainin piyasa değeri 15 milyon dolardır. Talihsiz ayının postu doldurulur ve Chattahoochee Nehri Ulusal Parkında sergilenir. Kendisine artık Pablo EscoBear denmektedir.
Pablo EscoBear parkta çıkan bir yangında zarar görmesin diye bir depoya kaldırılır ve buradan çalınır. Nashville'de bir rehinci dükkanından satın alınan ayı ünlü country şarkıcısı Waylon Jennings'e hediye edilir.
Waylon Jennings ölünce tüm eşyalarıyla birlikte o da açık arttırmada 200 dolara satılır. Çinli bir göçmen olan yeni sahibi de aramızdan ayrılınca dul eşi ayıyı Kentucky For Kentucky adlı şirkete bağışlar. Şirket eyaletin sembolü olmuş nesneleri sergilemektedir.
Pablo EscoBear artık günlerini bu şirketin sergi alanında geçiriyor. Boynunda hayatı hakkında kısa bilgiler ve bir de uyarı yazısı asılı. Uyuşturucu kullanmayın. Yoksa ölürsünüz ve belki de zavallı Cocaine Bear gibi doldurulursunuz.
Pablo EscoBear'ın öyküsü bu sene sinemaya da uyarlanacak. Filmin yönetmen koltuğunda Elizabeth Banks var.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
70li yıllarda, başta Lyon, Prag ve Torino olmak üzere Avrupa'nın çeşitli şehirlerini gezen Dario Argento özellikle Fransa, Almanya ve İsviçre'nin kesiştiği Büyü Üçgeni diye adlandırılan yerden çok etkilenir ve bu konuda bir film yapmaya karar verir.
Thomas De Quincey'nin Suspiria de Profundis isimli makalesinden yola çıkarak ileride Anneler Üçlemesi olarak bilinecek filmleri üzerinde çalışmaya başlar. Bu üç anne Lacrymarum, Gözyaşlarının Leydisi, Suspiriorum, İç Çekişlerin Leydisi ve Tenebrarum, Karanlıkların Leydisidir.
Üçlemenin ilk filmi Suspiria'nın senaryo yazarlarından biri o yıllarda Argento'nun sevgilisi olan Daria Nicolodi'dir. Nicolodi'nin büyükannesi Almanya'da piyano eğitimi aldığı okuldaki öğretmenlerin kara büyü ile uğraştığını öğrenmiş ve derhal ülkesine kaçmıştır.
Frankie and Johnny (1991) bence Al Pacino'nun en kıyıda köşede kalmış performanslarından birini barındırır. Scarface'den 8 sene sonra ona tekrar eşlik eden Michelle Pfeiffer da harika bir iş çıkarır. Film iyisine az rastladığım romantik komediler içinde en sevdiklerimdendir.
Aslında bir tiyatro oyunu olan yapım adını 1900'lü yılların başında çıkmış bir pop şarkısından alır. Şarkıda Frankie erkek arkadaşı Johnny'yi yatakta başka bir kadınla yakalayınca öldürür. Sonra da idam edilir ama filmin konusu şarkıdan bağımsızdır.
Tiyatroda Johnny rolünde Pacino'nun yine Scarface'den rol arkadaşı F. Murray Abraham'ı Frankie rolünde de Kathy Bates'i görürüz. Oyunun hayranları Pfeiffer'ın rol için fazla güzel olduğunu söyleyerek filmi protesto eder ama Pfeiffer bu rolle Altın Küre'ye aday olur.
Ben daha "ırkçı değilim ama" diye başlayıp cümlenin başı ile çelişmeden laf edebileni duymadım. Bununla birlikte düzenli göç alan ülkelerin uyguladığı göçmen politikalarının bir benzerini talep etmenin ırk konusuyla ne ilgisi var çözebilmiş değilim.
Taliban'dan kaçan Afganların büyük bir bölümünün can güvenliği Amerikan birliklerine yardım ettikleri için yok. Zamanında rehberlik, danışmanlık, tercümanlık yapmış bu kişileri ölüme terk etmek elbette düşünülemez ama öncelik Amerika'nın olmalı.
İmkanı olanlar John Oliver'ın 1 Ağustos tarihli programını izlesin ve Amerika'nın kendi çıkarları uğruna hayatlarını tehlikeye attığı bu insanları nasıl yüzüstü bıraktığını görsün. deadline.com/2021/08/john-o…
Amerika 30'lu yıllarda Büyük Buhranla boğuşurken sinema hâlâ halkın günlük dertlerini unutabileceği ucuz ve popüler bir yöntemdir. MGM ve Warner Bros dönemin en büyük film şirketleridir. Columbia Pictures rakiplerinin çok gerisinde olduğundan "gecekondu mahallesi" olarak bilinir.
Dönemin ünlü oyuncuları kontratları gereği büyük stüdyolara bağlıdır ama bazen cezalandırılmak amacıyla küçük şirketlere kiralanırlar. Clark Gable hem rol seçimlerindeki kaprisi hem de Joan Crawford'la yaşadığı yasak ilişki nedeniyle MGM tarafından Columbia'ya kiralanır.
Frank Capra yönetiminde It Happened One Night filminde oynamasına karar verilmiştir. Gable senaryodan nefret eder. Hatta Capra ile ilk buluşmasına sarhoş gider ve yönetmene çok kaba davranır. Oysa ilerde çok yakın iki arkadaş olacaklardır.
27 Temmuz 1941 yılında Varşova'da doğdu. Mühendis olan babası bir tüberküloz hastası olduğundan ailesi o çocukken kasaba kasaba dolaşıp uygun bir tedavi ortamı arayıp durdu.
Hayalindeki meslek itfaiyecilikti. Üç ay boyunca eğitim kurslarına katıldı ama yarıda bıraktı. 1957de sırf bir akrabası tarafından yönetildiği için tiyatro kolejine girdi. Yeterli eğitimi olmadığı için tiyatro yönetmeni olamadı.
Bunun üzerine Roman Polanski ve Andrzej Wajda gibi ünlü mezunlar vermiş Lodz Ulusal Film Fakültesine girmek istedi ama reddedildi. Askere gitmemek için sanat eğitimi almaya başladı. Bu süreçte aşırı kilo vererek askerlikten muaf olmayı başardı.
19 Aralık 1997 tarihinde vizyona giren Titanic 2 milyar 471 milyon dolar hasılat elde ederek uzun süre kırılamayacak bir gişe rekoruna imza attı. James Cameron yönetimindeki film aynı zamanda aday gösterildiği 14 dalın 11inde Oscar kazanarak tarihe geçti.
Ama bu en büyük deniz facialarından biri olan Titanic kazasını anlatan ilk film değildi. Titanic bir buzdağına çarpıp 1514 kişiye mezar olduğunda tarihler 15 Nisan 1912'yi gösteriyordu. Saved from the Titanic vizyona 14 Mayıs 1912'de girdi. Yani kazadan sadece 29 gün sonra.
Filmin başrol oyuncusu Dorothy Gibson Titanic kazasından kurtulanlardan biriydi. Hatta filmin senaryosu da ona aitti. Filmde giydiği elbise dahi kaza sırasında üzerinde olandı. Kazanın acısı o kadar tazeydi ki Gibson çekimler sırasında sinir krizi geçirmişti.