1916'nın sonlarında, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı ekonomik zorluklar, devleti sıra dışı bir karara sürükledi.
Darüleytamlarda (yetimhanelerde) barındırılan binlerce şehit çocuğunun masraflarını karşılamakta zorlanan devlet, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın önerisiyle bu çocukları Almanya'ya göndermeye karar verdi.
Projenin görünürdeki amacı, 12-18 yaş arasındaki yetimlere zanaat öğretmek ve teknik eğitim vermekti. Ancak asıl hedef, darüleytamların yükünü hafifletmekti. Alman tarafı ise, bu girişimi Osmanlı nüfusu üzerinde etki kurma fırsatı olarak değerlendirdi. Deutsch-Türkische Vereinigung (DTV) öncülüğünde başlatılan proje kapsamında ilk etapta 314 yetim, 1917 Nisan'ında Berlin'e gönderildi.
Çocuklar Almanya'ya vardıklarında, mavi pelerinler ve fesi andıran mavi keplerle karşılandılar. Ardından çeşitli şehirlerdeki ustalara dağıtıldılar. İkinci grupta 200 çocuk madenlere, üçüncü grupta ise 150 kadar çocuk tarım işlerine yönlendirildi. Ancak hayaller ve gerçekler örtüşmedi.
1910 yılına gidiyor Ahmed Bey'in objektifinden bir dönemin İstanbul'unda bir yolculuğa çıkıyoruz. Henüz meşrutiyet ilan edilmiş Balkan savaşları ve akabinde Cihan harbi başlamamış. Bir kaç sene sonra İstanbul işgale uğrayacak. Adritatik'ten Çad'a Yemen'den Basra'ya uzanan vatan toprakları elden çıkacak. Fotoğraflarda gördüğümüz insanlar Balkanlarda, Galiçya'da, Irak'ta, Gelibolu'da, Sina'da, Yemen'de şehid düşecek.
Bir müzayede sitesinde daha önce yayınlanmış oldukça düşük çözünürlükte yer alan fotoğrafları iyileştirip yeniden paylaşıyorum. Telegram kanalımda ham fotoğrafları ve kaynak linkini sizlerle paylaşacağım. Fotoğrafları vakit buldukça bu zincir altında sizlerle paylaşacağım.
Bu karede Galata Köprüsü üzerinde hiç çocuk olamamış iki kardeş var. Ağır yüklerine rağmen yüzlerindeki tebessüm içimizi ısıtıyor.
O dönem çocuklar ailenin içinde sorumluluk alan kendilerini aileden gören bireylerdi. Günümüzde olduğu gibi her şeyin kendileri etrafında şekillendiği sürekli eğlendirilmesi ve mutlu edilmesi gereken efendiler değillerdi.
Belki de bu nedenle doyumsuz ve hırçınlar. Belki de bu yüzden bağırarak konuşuyorlar. Efendi köle ilişkisine uygun olarak.
Fotoğrafları bir mantık çerçevesinde paylaşmayacağım. Ancak bu fotoğrafları benim için farklı kılan fotoğrafçının objektifine dokunurken adeta görünmez oluşu. Anı bütün çıplaklığı ve gerçekliği ile görüyoruz.
Bu karede de belli ki bir yakınını kaybetmiş çocuğu görüyoruz. Bir mezar taşına sarılmış ve oradan defni seyrediyor. Kadınların fazla oluşundan çocuğun annesini kaybettiğini de düşünebiliriz. O dönemde genç ölümlerin sıkça yaşandığını da biliyoruz.
Nazi Almanyası’ndaki baskılardan kaçarak 1935’te Ankara’ya gelen Yahudi çocuk doktoru Albert Eckstein, 14 yıl boyunca Türkiye’de yaşar. Anadolu’yu gezerek şifa dağıtan Eckstein, gördüklerini de fotoğraflar. +++
Genç Cumhuriyet’in başkenti Ankara’nın 1930’lu yılları da Eckstein’ın objektifine yansır. İşte Cambridge Üniversitesi arşivinde de yer alan o karelerden bazıları...
Belçika Kralı II.Leopold 1908'e kadar sömürdüğü Kongo'da 15 milyon insanı katletti. Kauçuk hasatını eksik yapan kölelerin ceza olarak ellerinin kesildiği bir vahşeti sergiledi. ‘’Kesik el çikolatası’’ ile ünlü Belçika’ya kakao Kongo’dan geliyordu...+
El kesme cezası korkutucu ve ''ucuzdu''. Leopold'a göre bir mermi, bir yerlinin hayatından daha değerli bir malzemeydi. Kesilen ellerin konulması için özel sepetler yapılmıştı.
Fotoda yeteri kadar kauçuk toplayamayan bir babanın 5 yaşındaki çocuğunun kesilen el ve ayağı önünde...
Belçika'da 1958 yılına kadar, zaman zaman ''Human Zoo''lar kuruldu! Türkçe'ye çevrilmesi utandırıcı ama en yakın anlam sanırım ''İnsanat Bahçesi''.
Hayvan yerine insan, Batılılara göre ''İnsanımsı / Semi-Humane'' zencilerin kafeste, çitlerin ardında beyazlara 'sergilenmesi'...
3 ay içerisinde 1 milyon insanın palalarla vahşice öldürüldüğü Ruanda Soykırımı'nı radyodaki bu slogan başlatmıştı.
Yakın tarihin gördüğü en acımasız katliamların yapıldığı bu üç aylık dönem korkunç detaylarla dolu.++
Katliamı gerçekleştiren aşırı milliyetçi Hutular silah alacak ekonomik güçleri olmadığı için Çin'den aylar öncesinden tanesi 50 Cent’ten on binlerce palalar sipariş edip aldılar. Palaları Fransız ve Belçika uçakları havadan Hutulara dağıttı. Palalar yetmeyince mızraklar yaptılar.
Katliam sinyaliyle önceden hazırlanan listelerde isimleri bulunan Tutsiler ve ılımlı Hutular öldürülmeye başlandı.
Parası olan kurşunla daha acısız bir ölümü satın alabiliyordu.
Anne-baba palayla öldürülürken, çocuklarının kurşunla öldürülmesi için yalvarıyordu katliamcılara.
1- 1970 yılının Mart ayında Ankara’ya fotoğrafçı bir Amerikalı gelir. Victor Albert Grigas isimli bu fotoğrafçı, gezisi boyunca birçok kere deklanşöre basar. Ve bize 50 sene önceki Ankara yaşamına dair eşsiz kareler bırakır.