yusuf Profile picture
Nov 23, 2022 188 tweets 20 min read Read on X
Hacılar konusunu @tohturemmi'nin belirlediği bir hikaye geliyor bu akşam; 20:15 gibi çay, kahve ve ihlamurlarimizi hazir edelim efenim.
Giderek artan bir ivmeyle hızlanan pervaneye gözü takılmıştı Nurettin’in…
Rotor pallerinin hava basıncı yüzünden ortalık toz duman olmuştu. Her şey uçuşuyor, palmiyeler fırtınaya tutulmuş gibi sallanıyordu. Bir yaprak gibi havada asılı kalmak; sorumluluk ve düşünceden azade olmak istedi bir an için.
Bir sonraki hava faaliyetiyle kendi timi havalanacaktı. Araca binmeden önce son kez malzemelerini kontrol etti. Eksik bir şey olmadığını biliyordu gerçi ama gene de o “bir şey atladım mı” hissini yenememişti.
Havalanan trikopter uzaklaşıp motor gürültüsü kaybolunca diğer sesler tekrar duyulur olmuştu: sağda solda bağrışanlar, durmadan geçilen telsiz anonslarındaki Malayca ve Türkçe konuşmalar, tropik iklime endemik kuşların sesleri, bir iki öksürük, burun çekme sesi…
Muson mevsimi geçmişti. Yağış beklenmiyordu ama gökyüzü kurşuni bi renkteydi. Hüzünlü bir havaydı… eskiye daldı gitti:
-Benim bağlanma sorunum var, üzerim seni Nurettin.
+Ama bak soyumuz kuruyacak Ayşe, bu mesele bir bekâ meselesi biliyorsun.
-Hayır anlatamadım; genel bir bağlanma sorunum yok, seninle ilgili bi bağlanma sorunum var.
Böyle diyerek nişan atmıştı Ayşe... Köyde beraber büyümüşlerdi, huyunu suyunu iyi bildiğini sanırdı. Zaten topu topu 110 kişi anca vardılar, herkes birbirini biliyordu ama birini gerçekten tanımanın böylesine zor olduğunu tahmin edemezdi.
Borneo’daki Türk köyü “Ergenekon” kurulalı sekiz-dokuz nesil geçmişti herhalde. Yok olmanın eşiğindeki bir milleti diriltmenin bilinciyle yetişmişti hepsi.
Üzeri sazlarla örtülü ahşap köy okulunda “eskilerin hatalarından ders çıkarma” konulu dersler; tabiatla uyum içinde olma, ailenin önemi, kibirlenmeme gibi başlıklar altında minicik beyinlerine küçükten nakşedilirdi Türk çocuklarının.

“İKİNCİ KOL, ARAÇ BİN!”
Sadık Teğmen’in gürlemesiyle düşlerinden uyandı Nurettin. Çantalarını sırtlanıp tekli sıra halinde pervaneleri dönmeye başlamış olan trikoptere koştular. Koltuksuz zemine yığılan diğer arkadaşları gibi çantasını altına alıp minder niyetine kullandı.
Hava taşıtı okyanus üzerinde hızla yol alırken, o loş ortamda yüzlerinde yeşil-siyah savaş boyalarıyla korkunç birer heykel suretine bürünmüşlerdi.
Üniformalarının göğsünde; bir kalkan simgesi, üzerinde bir hilal ve on dört köşeli yıldız, iki tarafında ise birbirine bakan birer kaplan resmi olan rozeti taşıyordu hepsi.
Altında da: “Berkeskutu Bertambah Mutu” yazıyordu, yani: “Birlikten Kuvvet Doğar”… Malezya-Endonezya Federe İslam Cumhuriyeti Ordusu (MEFİCO) mensubu olan herkeste vardı bu.
Pazularında da sadece Türk Birliği unsurlarında bulunan; hilal, beş köşeli yıldız ve üzerinde Türkçe “Allah Bizimle” yazan armaları vardı. Bu operasyona üç takımla iştirak eden Türk komandolarının hayati bir rol üstlenmesi bekleniyordu.
İrili ufaklı binlerce adanın üzerinden geçiyorlardı. Filipinler olduğunu tahmin etti. Borneo’dan ilk kez çıkıyordu. Ömrü kendi köyü civarında ve Tasangbutung Dağ Komando Okulu’nda geçmişti. Birkaç kez de Saravang ve Sibu gibi şehirlere gittiyse de adanın büyük kısmını görmemişti.
Şimdi ise deniz aşırı bir sefere katılmış, yüzlerce kilometre uzağa yol alıyordu. Onun için dünyanın öbür ucu gibi bir şeydi.
Varacakları ilk menzil olan Iwo Jima adasında MEFİCO’nun gizli bir üssü bulunuyordu. Burası “Sular altındaki ülke Japonya”ya güney istikametinden yaklaşabilecekleri tek kara parçasıydı.
Yüz elli yıl önceki “Büyük Felâket”te Japonya olarak bilinen, insanlığın o anki teknolojisinin zirvesinde bulunan adalar ülkesi devasa bir depremle helâk olmuş; tamamen sular altında kalmıştı. Nice gizemi de beraberinde götürmüştü.
Birkaç ay önce istihbarat; Çin Denizaltı Araştırma Grubu’nun batık Japonya harabelerinde “çok üst düzey” bir enerji teknolojisine ait kalıntılar bulmuş olabileceği malumatını edinmişti.
Çok geçmeden Hinduların da bu habere eriştiği ve araştırma grupları yolladığına dair bilgiler ele geçmişti.
MEFİC yönetimi, bu teknolojinin “atom enerisi” ile alakalı olabileceği kanısına varmış; silah olarak da kullanılabilecek bu yitik ilmin dünyanın iki süper gücü olan Çin ve Hindistan’ın eline geçmesinin bir felakete yol alabileceği kanısına varıp müdahale etme kararı almıştı.
Fosil yakıtların bitmesinin ardından dünya global bir eneri sıkıntısına girmiş, adeta bir fetret devri geçirmişti. O zamandan beri güneş ve rüzgar enerisine dayalı teknolojilerin üzerinde durulmuş; bu konuda bir miktar terakki elde edilmiş olsa da sağladıkları imkanlar kısıtlıydı
Maamafih bu durum sürtünmeyi azaltma çalışmalarını tetiklemiş, daha verimli çalışan makineler yapmaya itmişti insanları.
İslamın son kalesi olan Malezya-Endonezya Federasyonu, geçmişte büyük yıkımlara yol açmış silahlar yapılabilen atom gücüne bu eli kanlı ülkelerin ulaşmaması için elindeki bütün imkânları kullanmak düşüncesindeydi.
Bu yüzden üzerlerine titredikleri bu bir avuç Türk’ün dahi harekata katılması münasip görülmüştü. Zira Türkler pek yiğitti, gözüpekti, mahirdi, kuvvetliydi, hasımlarına aç birer kurt gibi saldırırdı… Ahh Tanrım! Mükemmel birer savaşçıydılar. Tüm MEFİCO’nun en seçkin birliğiydi.
Bir Türk çocuğu; Ergenekon köyünde kız-erkek fark etmeksizin ayakta durabildiği andan itibaren göğüs göğüse muharebe ve silah eğitimi alırdı.
Yeterlilik gösterenler üst düzey eğitim kurslarına alınırdı. Malezya ve Endonezya büyükleri, bu kavmin kültürel ve genetik eğilimlerine binaen Türk çocuklarının bu yönde yetişmesinin stratejik olacağını tasavvur etmişti.
Karakucak, ju-jutsu, muay thai, ashihara karate, jeet-kune do’nun yanında bambu mızrak, nunçaku, eskrim, bıçak atma, avcılık, atıcılık, hayatı idame, paraşütle atlama, sorguya mukavemet, şuriken fırlatma ve parmak güreşine kadar...
...her türlü mücadele ve kurtulma disiplinini öğrenirdi Türk balası.

Bu aslında yok olmanın eşiğindeki bir milletin hayata tutunma çabasıydı bir nevî.
Gelgelelim sayıları azdı. Her ne kadar eli silah tutan her birey bir asker olsa da soyları tükenme tehlikesi içinde olduğu için bu operasyonda sadece üç takımın kâfi gelmesi gerekiyordu. Belki hiç biri sağ dönmeyecekti.
“ <<KAMİ MENGHAMPİRİ GUAM>> ”

Pilot, Guam Adası’na yaklaştıkları anonsunu geçmişti. Stratejik nedenlerle Iwo Jima’ya, Mariana Adaları üzerinden bir yay çizerek ulaşacaklardı. Henüz vakit vardı daha, gene düşüncelere daldı Nurettin…
Tarih derslerini hatırladı… eski devirler; bir devlet oldukları zamanlar…
Kudretli beylerin yönettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti… adı bile ne güzeldi ya rabbi!

Sonra “Büyük Felâket”in gerçekleştiği 2072 yılı…
Son elli yılında hem küresel hem ulusal kaynaklı büyük çalkantılar yaşamıştı Türk Devleti.

Fosil yakıtların bitmek üzere olduğu, şuursuz antibiyotik kullanımı yüzünden gelişen antibiyotik direnci ve basit enfeksiyonlar yüzünden vuku bulan ölümlerin çok arttığı,
..., aşı karşıtlığı yüzünden kızamık ve boğmacadan yitip giden küçücük çocukların annelerinin acı haykırışları ile dolu sıkıntılı bir devirdi.
Petrol yetersizliği yüzünden İstanbul ve Ankara adındaki büyük şehirlere yeterince tahıl gitmiyor, insanlar acından da ölüyordu. Aile kurumu bozulmuş, doğan çocuk sayısı da azalmıştı. Doğanların da yarısı yaşamıyordu.
Ülkenin baskın etnik gücü olan Oğuz Türkleri ve Kürtlerin sayısı giderek azalırken, Suriyeli ve Afgan sayısı nisbi olarak artmış, bir antipatinin de ötesinde artık sokak çatışmaları yaşanmaya başlamıştı.
“Ekmeğimizi neden bunlarla paylaşalım?” sloganları atılıyordu. Bir çuval buğday için birbirini vuruyordu insanlar.
Nüfus artışının açlıkla doğru orantılı olduğu hipotezinin tersi başgöstermişti. İş gücü azaldığı için üretim durma noktasına gelmişti. Kendini doyuramıyordu Türkiye.
Dünya nüfusu da batı yarımkürede azalırken Şarkî Asya'nın kalabalık ülkeleri ipleri ele almaya başlamıştı. Endonezya, Malezya, Pakistan gibi güçlenmekte olan müslüman ülkelerin yardımlarıyla yaşıyordu Türkiye.
Petrolü biten Arapların yüzüne bakan kalmamış, Afrika’dan beter hale gelmişlerdi. Britanya, Hindistan’ın güdümüne girmeye başlamıştı yavaş yavaş.
Avrupa’da nüfus hızla azalıyordu. Amerika, Avrupa’ya yardımı kesmişti artık; kendi hayatlarını zor idame ettiriyorlardı. Yaklaşan Çin tehlikesi yüzünden onlar da Hindistan’ın kanatları altına girmek zorunda kalacaklardı bir otuz yıl içinde.
Türkiye’de de yaşanılan buhran farklı bir seviyeye atlamış; ülkedeki Arap ve Afganların tehciri kanunu çıkmıştı. Otobüs ve trenlere doldurulup sınırdışı ediliyorlardı artık. Direnenler kurşuna diziliyordu. O kaosta Hataylı, Urfalı Araplar bile arada kaynamıştı.
Tam bunlar olurken hiç beklenmeyen oldu.

Alplerden Himalayalara kadar uzanan devasa bir deprem gerçekleşti. Avrasya Kıtası yerinden oyanmıştı adeta. Yeni açılan muazzam fay hattı Batı Pasifik’e ulaştı ve biriken enerji Japonya’yı yuttu.
Bununla sınırlı kalmamıştı. Absürdlük derecesinde anormal bir tektonik kayma hasıl oldu... Tebriz, Atina’nın üzerine binmişti.
Arada kalan Anadolu paramparça oldu ve çayın içine düşen petibör bisküvi gibi magma içinde eridi. Yunanistan, Türkiye ve Azerbaycan tamamen haritadan silinmişti.

Türkiye’den sadece iki kişi mucizevi bir şekilde hayatta kaldı...
Yıl 2072, aylardan kasımdı...

Burda keseyim diyorum hikayeyi.
Türkiye’den sadece iki kişi mucizevi bir şekilde hayatta kaldı:

Konya’dan Enes adında bir delikanlı ve Sivas’tan Sümeyye adında bir kız…
Malezya Hükümeti Türklere beslediği büyük sempati ve bu mücahit milletin atalarına duyduğu hürmetten ötürü bu iki genci hemen bulup kurtardı. Ve Borneo Adası’na yerleştirdi.
Gençler ev kurup Ergenekon Köyü’nünün temellerini attı. Şu an dünya üzerinde yaşayan Türklerin tamamı, bazen “Türk Adem ve Havvası” olarak da anılan; Enes Ata ve Sümeyye Ana’nın soyundan gelmekte. Allah gani gani rahmet eylesin.
O yıllarda dünya üzerinde başka devletlerin bünyesinde yaşayan Türklerin ise tamamı zaten kimliklerini yitirmiş; birer İsveçli, İrlandalı, İranlı, Alman, Amerikalı olmuştu.
Orta Asya’nın ise durumu muamma idi, haber alınamıyordu. Çin Devleti; Doğu Türkistanlıların soyunu zaten kurutmuştu. Bu süreçten sonra dünya Çin ve Hindistan arasında paylaşıldı. Pay edilen ilk ülke Pakistan oldu.
Amerika ve Avrupa ilerleyen yıllarda tamamen Hindistan’ın güdümüne girmişti. Afrika yarı yarıya pay edilmişti. Arabistan Hindistan’ın kontrolüne girmişti.
Müslümanları ulusal bir tehdit olarak gören Hindu yönetimi her yıl sadece sınırlı sayıda müslümana hacca gitme izni veriyordu.
Rusya Çin’in bir uydu devletiydi.
Büyük nüfus gücüne sahip Malezya ve Endonezya hala ayakta kalan tek bağımsız müslüman devletleriydiler. Zaten dünya nüfusunun artık çoğu Güneydoğu Asya’da yaşıyordu. İki ülke; tekrar iki kutuplu hale gelen dünyada ayakta kalabilmek için birleşip federasyon kurdu.
İnsanlık, 2072 yılından sonraki dönemde Çin ve Hindistan’ın ne derece vahşi olabileceğine şahit olup; Amerika, İngiltere ve Rusya gibi ülkelere rahmet okudu.
İmkânı olanlar –özellikle müslümanlar- Cava, Sumatra, Borneo, Papua, Filipinler, Avustralya ve Yeni Zellanda’ya hakim olan Malezya-Endonezya Federasyonu’na iltica etti.
Sadece “Büyük Felaket” adlı deprem değil, eriyen kutup buzulları da alçak rakımlı bazı yerleşimleri haritadan silmişti bu süre zarfında.
Nurettin’in zamanı olan 2222 yılına gelindiğinde dünya, hala Çin-Hindistan kutuplu zalim bir soğuk savaşın tahakkümü altında olup;
İslam’ın son kalesi olan MEFİC’in bir umut meşâlesi olduğu bir devrin içindeydi. Fakat yeni bulunacak silah bu durumu değiştirecek, kimin eline geçerse onun üstün zaferiyle neticelenecekti.
Trikopter alçalmaya başlamıştı. Iwo Jima üssüne varılmıştı.

Piste inen üç hava aracından fırlayan çeriler komutanlarının peşinden koşarak açıklık alanda toplandılar.
Diğer MEFİCO birliklerinin de bulunduğu üste yoğun bir koşuşturmaca vardı. Kimi hava, kimi deniz taşıtları ile gelmişti. Pistlere trikopter ve quadrikopterler inip kalkıyor, kıyıya yanaşamayan fırkateyn ve destroyerlerden botlar yaklaşıyordu.
Tim komutanları ile kısa bir görüşme yapan Türk Birliği komutanı Yüzbaşı Volkan, bir ara ortadan kayboldu ve tekrar yanlarına gelip tüm askeri yanına çağırdı.
On üçer kişiden oluşan üç tim ve birlik komutanı; yani Japon Denizi Harekâtına katılacak kırk Türk askeri bir araya gelmişti.

Yüzbaşı Volkan brifinge başladı:
“Arkadaşlar! Yarbay Abdullah Tuanku’dan aldığım emri sizlere iletiyorum. MEFİCO Donanması ve Su Altı Tümeni’nin gerçekleştireceği bir kurtarma operasyonuna iştirak etmiş bulunmaktayız. Kurtarılacak nesne veya nesneler eski bir teknolojiye ait cihazlar olacak."
"Operasyonun odak noktası 35° 40'26.26” Kuzey, 139° 39'24.38” Doğu koordinatlarında bulunan Çin’e ait bir su-altı asansör rampası olacak. Malezya ve Endonezya Birlikleri su altındaki asıl harekatı icra ederken..."
"...bizler de su üzerinde bulunan rampayı ele geçirecek ve güvenliğini sağlayacağız. Çinlilerin dışında Hindistan Donanmasına Ait SAS ve SAT birlikleri ile de temas yaşanma olasılığı mevcut."
"Bir saat içinde Pertuan Agong Denizaltısı ile harekat noktasına doğru yola çıkacağız. Hedefe 800m mesafede Hüseyin Üsteğmen birinci kol ile sualtı botuyla ayrılıp asansörün 100m derinliğindeki acil çıkış noktasından sızma yapacak."
"Diğer iki kol ise hedefe 500m mesafede su yüzeyine çıkıp botlarla devam edecek. Sadık Teğmen ikinci kolla soldan, Oğuz Teğmen ise dördüncü kolla sağdan yanaşarak yüzey rampasını ele geçirecek. Sorusu olan var mı?”
Bir el kalktı: “Komutanım, Orhan Üsteğmen ve üçüncü kol neden harekâta katılmadı?”

“Seni alakadar etmez. Başka sorusu olan var mı?... Pekâlâ ihtiyacı olan varsa şimdi giderebilir. Allah yar ve yardımcınız olsun.”

- BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU -
Dalgalar yüzlerine çarpıyordu. Eski zodyak tipi botların biraz büyüğü olan Serang botu süratle ilerliyordu. Bu kadar ıslanacağını tahmin etmemişti Nurettin.
Hedef koordinata yaklaşırken ileride gri bir metal yansıması görüldü. Yaklaştıklarında ise sanki su üstünde yükselen bir kulübe görünümü almıştı.
Takribi elli metre kala üzerlerine ateş açılmışsa da hemen kesildi. Diğer istikametten yanaşan dördüncü takım yüzey rampasına daha çabuk varmış ve makineli tüfeği etkisiz hale getirmişti.
İkinci takım, rampanın korkuluklarına tırmanırken Oğuz Tğm ve ekibi içerden kitlenen çelik kapıya bir patlayıcı yerleştiriyordu. Düşman kendini içeri kilitlediğine göre sayıca az ve dezavantajlı durumda olmalıydılar. Bu iyiye işaretti zira düşmanın harekattan haberi yok demekti.
Kapı kilidi bir ufak patlamayla açılır açılmaz içeri birkaç el bombası atıldı. Birkaç saniye sonra atılan flashbanglerin ardından iki tim, sol ve sağdan birer adamla içeri daldı.
İçeride ölü ya da canlı düşman yoktu fakat etraf el bombalarının etkisiyle biraz tahrip olmuştu.
Bir alarm mekanizmasının varlığı farkedilince bir miktar panik olunmuşsa da devre dışı olduğu ve herhangi bir uyarı vermediği anlaşıldı.
Alt katlara inen tek bir giriş, dikey bir merdivenle sağlanıyordu. Düşman muhtemelen buradan geri çekilmiş ve eyp ile de takipçilerine tuzak kurmuştu. Biraz aşağıda pusu vaziyeti almış olabilirlerdi. Körlemesine atlamak doğru değildi.
Cep dronu ile alt katı çek ettiler, kimse yoktu. Bir alt katta ise yedi-sekiz kişiden müteşekkil düşman unsuru görüldü. Mayın, eyp, patlayıcı yoktu.
Alt kata inip birkaç el bombası daha salladılar. Ortalık patlamaların yankısı ile inliyordu. Düşman eksi ikinci katı da tahliye etti. Buradan sonra ise yangın merdivenini benzeri bir yapı ile aşağı iniliyordu. Asansör girişi birkaç kat aşağıda olmalı idi.
Düşman asansör katına dek çarpışarak geri çekiliyor ama kayıp veriyordu. Rusça bağrışmalar geliyordu aşağıdan. Asansörle kaçma teşebbüsleri başarısız olmuştu.

Bunların Spetsnaz oldukları anlaşıldı. Çin’e köpeklik eden Rus Özel Kuvvetleri...
Son iki düşman askeri asansör girişinde kıstırıldığında biri mermilerden kurtulmak için can havliyle arkadaşını öne itmişti. Arkadaşı da can havli ile diğerini vurdu. Tek kişi kalmıştı.

“At silahını!”
Kalan son düşman teslim oldu. Ters kelepçe takılırken öldürmek zorunda kaldığı takım arkadaşının cesedine tükürüp söver gibi bir şey söylemişti:

“Orıstan dostıng bolsa, yonıngda oyboltang bolsın!”

Herkes bi duraksadı.
“Ne dedi lan bu?”
“Abi sanki Türkçe konuştu lan!”
“Bu nası Rus oğlum?”

Yakalanan Spetsnaz cevap verdi: “Orıs atangdır!”

-Ne dedi, ne dedi?
-Rus atandır, dedi galiba.
-Baksana lan Çinli bu, çekik gözlü
Spetsnaz gene konuştu: “Çinli anandır!”
Hepsi şok olmuştu. Sadık Teğmen: “Oğuz baksana, abi sen Çin haflerini okuyabiliyordun değil mi? Ne yazıyor isimliğinde?”
Oğuz Teğmen: “Ga… Gayretov sanırım.

Nurettin adamın yüzüne baktı: “La bu o kadar da çekik gözlü değil, Hilmi amcamı andırıyor hatta.”
Diğerleri de alıcı gözle bakmıştı. Yılmaz: “Hakkaten lan bu Nurettin’in Hilmi amcasına benziyor.”

Spetsnaz gene birşeyler söyledi. Arada bolca Rusça ve Çince kelime vardı ama fiil çekimleri kesinlikle Türkçeydi.
Hepsi şaşkınlık içindeydi. Ergenekon dışından bir Türk bulunma ihtimali neydi?
-Türk müsün sen?
+Üzbekim
-Üzbek ne lan?

“Üzümlü kekim, dedi bence abi.”

Hepsi dönüp Turan’a baktı, yersiz bir espriydi.
Oğuz Teğmen hala üniformasına bakıyordu Rus askerinin. Çince yazılar, Çin harfleri ile Rusça yazılar...

“Gayretov soyadı olmalı… adın ne senin?”
“HIYARBEK!”

Şaşkınlıkları bu kadar büyük olmasa kahkaha atacaklardı.
Turan hala işin geyiğindeydi:
“Hişt Hıyarbek… bak bak buraya bak.”

Göğüs hizasında tuttuğu sol eliyle cep hizasında tuttuğu sağ elini işaret ediyor, sağ eliyle de komik olduğunu düşündüğü bir hareket yapıyordu.

Spetsnaz, Turan’a cevap verdi: “****** lan!”
Gene donup kaldılar. Adamın küfürleri bile aynıydı. Sadık Teğmen konuştu: “Neyse, üst kattaki borulardan birine kelepçeleyin bunu; denizaltına dönünce sorguya çekilir. İşimiz var şimdi.”
Adamı itekleyerek götürürlerken o hala Türkçe sövüyordu: “At **********, **** **********!”
“Enes Ata çocuklarına bu küfürleri neden öğretmiş, hikmeti ne ki ola ki; der dururdum.” diye düşündü Nurettin.
Daha sonradan Rus askerinin adının aslında Timurbek olduğunu, o an dalga geçmek için Hıyarbek dediğini öğrendiler.
Timurbek Gayretov konusuna hikaye içinde bir daha değinilmeyeceği için bunu burada belirtmeyi uygun buluyorum.
Asansör girişini tetkik ederken Çinlilerin bu yapıyı ne kadar kısa bir sürede inşa etiklerine hayret ettiler.
Derken asansörün kapısı açıldı, hepsi siper aldı.

Gelenler Hüseyin Ütğm ve 1. kol idi. Üsteğmen gülümsedi: “Rahat gençler biziz. Gürültünüz aşağıya kadar geldi.”
Yüz metre aşağıda hiç düşman unsuru ile karşılaşmamışlar. Alarmı ise hattın proksimal kontrolörü üzerinden devre dışı bırakanlar da onlarmış. Silah ve bomba seslerinin yankısını duyunca ansansörü çalıştırıp yukarı gelmişler.
Yüzey rampası vukuatsız ele geçirilmişti. Asansörü devre dışı bırakıp beklemeye başladılar.

Akşam olunca denizaltıdan Hüseyin Ütğm’in irtibat cihazına genel vaziyeti soran mors kodlu bir mesaj geldi.
Son Malezya teknolojisi olan bu icat, aslında bir radyo frekansı türeviydi fakat henüz düşman tarafından mekanizması anlaşılmamış bir haberleşme çeşidi olarak oldukça güvenliydi.
Üsteğmen, asansör rampası ve asansörün emniyette olduğunu haber verdi. Kısa bir süre sonra asansörü tekrar çalışır duruma getirmesi emrini aldı. Birkaç dakika sonra “birileri” asansörü aşağı çağırdı.
MEFİCO’da genel itibariyle Malezyalılar beyin gücü, Endonezyalılar kas gücü olacak şekilde ayrışmıştılar. Muhabere, istihbarat ve sair teknik konularda Malezya önde iken; Endonezyalılar daha muharip sınıfları teşkil ediyordu.
Gergin geçen bir yarım saatin ardından tekrar yukarı çıktığında, asansörden Endonezya deniz piyadeleriyle birlikte Orhan Ütğm ve üçüncü kol indi. Üçüncü kolun aslında sualtı operasyonuna dahil olduğunu bu şekilde öğrenmiş oldular.
Anlattıklarına göre derinlerde, Eski Tokyo şehrinin sular altındaki sokaklarında Çin ve Hint kuvvetleri arasında şedit bir muharebe cereyan ediyordu.
Çinlilerin bulmuş olduğu “teknoloji parçası”nı Hintliler ele geçirmeye çalışmış; fakat MEFİCO’nun da orada olacağını hesaba katmamışlardı.
Birbirine düşmüş iki düşman ordusu arasından sıyrılıp bu valiz büyüklüğündeki çelik kutuyu kolayca ele geçirip sıvışmışlardı. Kırkbeş dakika önce de asansör tünelinin okyanus zeminindeki istasyonunu ele geçirip Pertuan Agong Denizaltısı’na sinyal yollamışlardı.
Aşağıdan gelenler, üzerlerinde uzay kıyafetlerine benzeyen "su-altı muharebe giysileri" ve yosunlar içinde bu hikayeyi anlatınca yüreklere su serpilmişti.
Yanlarında esir olarak iki de Hint askeri getirmişlerdi. Bir tanesi sarışın, uzun boylu ve asık suratlıydı. Hintçeyi bir Avrupa aksanı ile konuşuyordu.
Diğeri ise Afrikalı bir siyahiydi. Enteresan bir şekilde halinden memnun görünüyordu. Orhan Ütğm Afrikalıyı Ergenekonlu silah arkadaşlarının yanına getirip gülümsedi:
“Arkadaşlar size bir sürprizim var.”
Sadık Teğmen: “Hayırdır komutanım?” deyince, Afrikalı Hint askeri de gülümseyip sordu:
“Abi siz de mi Türksünüz?”
Oldukça anlaşılır bir Türkçe ile konuşmuştu.
Yılmaz: “Oğlum bu ne lan? Bugün her yakaladığımız adam Türkçe konuşuyor, bu nasıl bir iştir?”

Sonra Afrikalıya döndü:
-Sen kimsin birader? Nerelisin?
+Ben Musa. Sudanlıyım.
-Nasıl yani? Zenci Musa?
+Evet abi. Sudan Türküyüm.
Musa sürekli tebessüm ediyor, inci dişleri ortamın loşluğunu nura boğuyordu:

"Sudan’daki Türk köyündenim ağabey. Yediyüzyıl önce oraya yerleşmiş Türk askerlerinin torunlarıyız. Osmanlıyım ben!"
Bu esnada Hüseyin Ütğm, Pertuan Agong’a emaneti aldıkları haberini yolladı ve yaklaşıp yüzeye çıkan denizaltıya binmek üzere en üst kata çıktılar. Görev başarılmış görünüyordu. Şu an tek mesele çelik kutuyu anakaraya götürebilmekti.
Denizaltı asansör rampasına yanaşmıştı. Herkes binerken ikinci takım hâlâ Musa ile geyik çeviriyordu.

Sadık Teğmen ihtar etmek zorunda kaldı: “Nurettin Çavuş! Hadi toparlanın artık yolda devam edersiniz esirle goygoya.”
Henüz doğmuş, kızıl ve büyük bir hilâl dalgalar üzerinde ışıldarken mağrur Pertuan Agong Denizaltısı; yönünü güneye çevirmiş, foşurtular eşliğinde suya dalıyordu.

- İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU -
FİNAL BÖLÜMÜ

Yalpalayarak yavaşlayan pervaneye bir an gözü takıldı Nurettin’in. Hayat da bir pervane değil miydi? Çalışmaya başlar, hızlanır, pik yapar, yavaşlar ve durur. Ve şimdi parça parça gözünün önünden geçiyordu anıları, belki sona ermek üzereyken hayatı…
Endonezya deniz piyadeleri, Orhan Üsteğmen ve ekibinin Japon teknolojisi ihtiva eden çelik kutuyu ele geçirmesinin artından hep birlikte Pertuan Agong Denizaltısı’na atlayıp Iwo Jima Üssü’ne yönelmişlerdi.
Denizaltının bitkisel dizelle çalışan motorunun gürültüsünü bastıran sesini duyuyordu Sadık Teğmen’in. Malezyalı bir subayla konuşuyordu:

“Ya tuan, faham. Terima kasih banyak - banyak. Saya juga akan maklumkan kepada pihak atasan.”
Komutanına hayrandı Nurettin. Ergenekonlu her Türk Malayca konuşurdu tabi ama en üst düzey akademilerde eğitim gören Sadık Teğmen aksansız şakıyordu bu dili.
Bu bir övünç meselesiydi Türkler için. Kendilerine yer yurt sağlamış bu insanların adet ve alışkanlıkları bir “üst kültür” olarak telakki edilirdi nâçâr.

“Herifteki karizmaya bak, vay anasını.”

Turan’ın yanıbaşında bittiğini fark etmemişti. Tersledi:
“Boş konuşmasana oğlum.”
“Emredersin çavuşum!”
Dönüp gözlerine baktı Turan’ın. Bu zibidinin ne zaman ciddi, ne zaman müstehzi olduğunu anlayamayabiliyordu her zaman.

Nâm-ı diğer “Ekürizi Turan”… Bu boşboğaz, Ergenekon’un en keskin nişancısıydı aynı zamanda.
“Haydi git de Yılmaz Çavuş’u çağır bana.”
Turan seğirtirken bir yandan sesleniyordu:
“Yılmaz komutanıııııım, bakar mısınıııııız? Nurettin komutanım sizi istirham ediyooor.”

Turan serserisi şu an net bir şekilde dalga geçiyordu.
Yılmaz az sonra yanına geldi:
-Hayırdır Nurettin?
+Görev tutanak formu doldurdun mu lan?
-Olm manyak mısın ne tutanağı, bi de evrak işiyle mi uğraşacağız?
+Hacı, en dandik tatbikatlarda bile doldurtuyorlar. Volkan Yüzbaşı isterse, neden tutmadınız diye ekşimesin şimdi teğmen. Hadi çıkar kalemini, not defterini de yazıverelim vakit varken; 15dk tutmaz.
Biraz sonra Sadık Teğmen yanlarına geldi. Şöyle bir eğilip ne yaptıklarına baktı:

“Görev tutanak formu mu dolduruyorsunuz lan? Ahahahahaha görev azminize hayran kaldım beyler, helal olsun hahahaa…”

deyip, geçti.
İkinci Komando Kolu, Birinci Manevra Unsur Komutanı Çavuş Nurettin Kaplan ile İkinci Manevra Unsur Komutanı Çavuş Yılmaz Kaplan bakakaldılar birbirlerine.
“Yılmaz, tek bi kelime etme söverim.”
Her Ergenekonlunun soyadı Kaplan’dı haliyle, hepsi Enes Kaplan’ın soyundan geldiği için
Bu esnada Pertuan Agong’un fizik labaratuarında Malezyalı bilim insanları çelik kutuyu açmış ve bir takım ön incelemeler yapmışlardı.
Kesin bir sonuca varmak için tam teşekküllü bir tesiste detaylı bir tetkik gerekiyordu ama vardıkları izlenim son derece şaşırtıcıydı: Japonlar 150 yıl önce “soğuk füzyon” teknolojisini bulmuşlardı.
Bu, şu ana dek sadece bir efsaneydi. Füzyon; yani iki hidrojen atomunu birleştirip helyum elde etme işlemi…
Bu reaksiyon neticesinde inanılmaz bir enerji açığa çıkardı fakat bomba yapmak dışında pratik bir uygulaması yoktu zira bunun için önce 2 milyon santigrat dereceye kadar ulaşan fırınlar yapmak gerekiyordu. Açığa çıkan enerjiyi de depolamanın bir yolu yoktu.
Fakat Japonlar soğuk füzyon hayalini gerçekleştirmişlerdi. Sadece el kadar bir batarya ile arabalar, uçaklar, gemilerden; elektrikle çalışan mutfak aletlerine kadar her cihazı yüz yıl çalıştırmaya yetecek; uranyum gerektirmeyen bir atom enerjisi…
Şüphesiz kim sahip olursa ona büyük bir üstünlük sağlayacak, bomba yapımında kullanılması ise dünyanın sonunu getirecekti. Bu sır ne Çinlilerin, ne de Hintlilerin eline geçmeliydi…

Iwo Jima açıklarında çelik kutuyu Papua’ya götürecek filo hazırdı.
Yüzbaşı Volkan yetkililerle görüşüp, Musa’nın kısa bir sorgudan sonra azad edilmesini sağlamıştı. Onlarla gelip Ergenekon Köyü’ne yerleşecekti. Müslüman bir Türk olarak bunu talep etmişti Musa. Hepsi çok sevinmişti bu habere. Hem çok da iyi bir elektrik teknisyeniydi.
Güvertesinde 12 trikoper ve 3 quadrikopter konuşlanmış “hava aracı taşıyıcı gemi” heybetli Kapal Pengangkut Pesawat Muhyiddin Pîrî Bey’e binmişlerdi.
Sekiz adet fırkateyn, üç destroyer ve sayısı belirsiz denizaltılar eşlik ediyordu devasa gemiye.
Iwo Jima’dan yola çıkan filonun MEFİC’in kaderini taşıdığını söylemişti Yüzbaşı.
Güvertede Endonezyalı denizcilerce alkışlarla karşılanmıştı Türk ekibi. Amiral Abdülaziz Purwono bizzat ellerini sıkıp teşekkür etmişti.
“Haydi kamaralarınıza geçip dinlenin artık gençler. Güzel bir uykuyu hakettiniz. Astsubay Fauzi, yiğitlere eşlik edelim lütfen.”
İkişer ranzalı kamaralardan birine Turan’la dek gelen Nurettin “eyvah” dediyse de Ekürizi boş boğazlık edecek fırsat bulamamış, yorgunluktan hemen sızmıştı.

Fikri ve Süleyman’ın on dakika süren “üstte ben yatacağım” kavgası da olmasa bundan iyisi yoktu.
Yola çıkalı 11 saat olmuştu. Güneş ışıkları dalgalar üzerinde oynaşıyor, serin bir rüzgar tatlı tatlı esiyordu.
Ergenekonlular uykularını almış, kahvaltılarını etmiş, Yüzen kale Pîrî Bey’in güvertesinde neşeyle çaylarını içiyor, şakalaşıyorlardı. Papua açıklarına yaklaşılmıştı.
<< mevzu çıktı, kısa bir ara >>
Derken köpükler ve fokurtular çıkmaya başladı dört bir yanlarından. Ve “çark” suretinde araçlar suyun üzerinde belirdi, yüzlercesi…
Bunlar hala prototip olduğu sanılan Çin Donanmasına ait sualtı-üstü araçlardı. Dönen iki çarkın ortasındaki bir kokpit içinde bulunan tek bir pilot tarafından kontrol edilirdi. “Çö-Luen” adındaki bu yüzen çarklarda ne çeşit bir yakıt kullanıldığı bile bilinmiyordu.
Bir anda gemilerin etrafında ve altında belirmişlerdi. Döner bıçaklarla güverteleri tahrip ediyorlardı. Toplar, uçaksavarlar yetmiyordu hepsini vurmaya. Yüzen sinekler gibiydiler gemilerin çevresinde Image
Quadrikopter ve trikopterlerin çoğu havalanmış havadan ateş açıyorlardı ama bitmek bilmiyordu Çö-Luen’ler. Vaziyet ümitsiz görünüyordu. Yakında tüm filo batacaktı...
“Dört trikoper alıp havalanın” dedi Amiral Abdülaziz, Yüzbaşı Volkan’a, “Kurtarın kendinizi”. Çelik kutu bir sırt çantası haline sokulmuştu: “Bunu da alın çabuk. Papua’ya, Puncak Jaya Kalesi”ne ulaşmalı bu emanet.”
Puncak Jaya, Papua’daki Maoke Dağları’na gömülü muhkem bir üs bölgesiydi. Dağın altına oyulmuş, geçilmez bir istihkâmdı.
Dört Türk komando timini taşıyan dört trikopter havalandı.
Pilot: “Yakında jetler de burada olur, hızlı olmalıyız.” dedi, Yzb Volkan'a.

Yakıt sorunu yüzünden Çin Hava Kuvvetleri haricinde jeti olan yoktu. Onlarda da ancak birkaç tane vardı ama bir tanesi bile kâfi gelirdi.
Kara göründüğü sırada korkulan olmuş, uzaktan iki jet belirmişti. Çinliler bu teknolojiden kolay vaz geçecek değildi.
Üçüncü takımı taşıyan trikopter birden yön değiştirip Batı Papua’ya yöneldi. Ve jetlerden birini peşine taktı. Orhan Üsteğmen takımını feda etmişti çelik kutuyu taşıyan diğerleri kurtulabilsin diye.
Üç trikopter yağmur ormanlarına ulaşmış, alçaktan uçuyordu. Jet etraflarında bir sorti attı ama ateş açmıyordu. Muhtemelen böyle emir almıştı. Sonra irtifa düşürdü ve trikopterlere elektromanyetik pulse(emp) mermisi attı. Sistemleri anında kilitlenen iki trikopter derhal çakıldı.
Jet bir sorti daha yaptı ve kaçma manevraları yapmaya çalışan son trikoptere de bir emp salladı. Trikopter alçalırken görevini tamamlayan ve muhtemelen yakıtı bitmek üzere olan jet geri döndü.
Son trikopter aslında tam isabet almamış ve düz bir zemine inmeyi başarmıştı. Düşmanı vurulduğuna ikna etmek için anında alçalmıştı. İkinci takımı taşıyan hava aracıydı bu.
Gene de sağ rotorda bir elektrik arızası vardı ve çalıştırmak zaman alacaktı. Musa, pilotla beraber tamir işine girişirken. İkinci kol, 400 metre kadar geride arkadaşlarının çakıldığı alana koşmaya başladı.
İlk önce dördüncü kolun aracını buldular. Oğuz Teğmen ve takımı pilotla birlikte şehit olmuştu. Devre arkadaşının yarısı yanmış yüzüne baktı Sadık Teğmen. İnna lillah ve inna ileyhi raciun, dedi dudakları titreyerek.
Üzülmeye vakit yoktu fakat. Biraz ileride diğer aracın enkazını buldular. Yarısı şehit olmuş, diğerleri de yolcuydu. Konuşamıyordu Hüseyin Üsteğmen, ağzından kan geliyordu sadece; ileriyi gösterdi son bir gayretle.
Volkan Yüzbaşı çantaya sımsıkı sarılmış, ufak bir derenin üzerinde hareketsiz yatıyordu. Kopuk bacağından akan kan dereyi kızıla boyamıştı. Bir anda dirilip yanına gelen Sadık Teğmen’i kolundan yakaladı:
“Çantayı al Sadık… Kale’ye götür.”
Ve şehadet getirdi...
Trikoptere vardıklarından arıza henüz giderilememişti. “İşimiz daha uzayacak, siz devam edin. Yetişiriz inşallah.” dedi pilot.

“Haydi bakalım Fikri, en babayiğidimiz sensin. İlk sen sırtlan çantayı” dedi Teğmen. Image
Pilot ve Musa’yı geride bırakıp güneye yöneldiler. Kuş uçuşu otuz kilometre ileride Puncak Jaya Dağı’nın zirvesi görülüyordu.

“Hallederiz Allah’ın izniyle. Bizler dağ komandoyuz, işimiz bu.”
Hava karardığında yolu yarılamışlardı. Bir tepenin güney yamacında mola verip kumanyalarını çıkardılar. Eğrelti otlarının arasına çökmüş sessizce soğuk kavurmalarını kaşıklıyorlardı.
Kimse konuşmuyordu. Sivrisineklerin vızıltısı ve yağmur ormanlarına endemik maymun türlerinin uzaktan gelen sesleri duyuluyordu sadece.
Bir yarım saat sonra hilal belirip zifiri karanlığa gömülmüş ormanı bir nebze aydınlatınca tek sıra halinde intikale devam etti ikinci kol. Maoke Dağları’nın sarp yamaçları giderek yorucu hale gelmeye başlamıştı.
Sabaha karşı bir kırk dakika kadar kestirdiler. Ne trikopter sesi ne jet gürültüsü vardı hala
İkindi vakti Kale’ye epey yaklaşmışlardı fakat rakım da, eğim de artmış; sıcak kendini iyiden iyiye göstermişti. Tırmanış daha zor bir hale gelmişti. Image
Derken gerilerinden bir gürültü duyup sindiler. Ve uzaktan sekiz-on adet “Şen-King” helikopteri görüldü. Eski dünyanın Shinnok Helikopterleri şeklinde dizayn edilmiş bu Çin yapımı personel taşıyıcılar 40 kişi barındırabiliyordu.
Nereden baksan 400 düşman askerinin kendilerini bulması an meselesiydi. Çin teknolojisi infrared görüş sisteminden gündüz vakti dahi kaçış yoktu.
Neyse ki biraz ileride iki yanı kayalık bir dere vardı. Sırtlarını dağın eğimine verip kanatlarını bu kayalıklar ile koruyabilirlerdi. Yüz metre kadar sıçrayıp mevzi aldılar.
Bu arada yerleri de tesbit edilmişti. “Şen-King”lerden Çin piyadeleri iniyordu. Ergenekonlular derenin kuzey istikametindeki açıklığa makineli tüfeklerini kurdular. Turan ise keskin nişancı tüfeğiyle derenin sol cenahındaki sırt üzerinde bir kayalığa sindi.
Düşman piyadesi Türk mevziine tırmanırken Şen-Kingler ateş açmaya başlamıştı fakat iyi mevzi alan kola mermi isabet ettiremiyorlardı. Sonucu piyadeler belirleyecekti.
Ergenekonlular hakim mevkide konuşlanmıştı. Dalga dalga gelen Çinliler kırılıyordu, ama mühimmat da azalıyordu. Makineli tüfeklerin mermisi bitince düşman daha da yaklaşma fırsatı buldu. Piyade tüfekleri konuşuyordu artık sadece. Türkler biraz daha yukarı çekildi. Image
Çin piyadesi artık derenin girişindeki boğaza yığılmıştı. O ana dek tek tek vurduğunu indiren Turan, bulunduğu kayalıktan aşağı bir el bombası salladı:

“Kahrol düşman al sana bomba!”
Hiç bir şey bu adamın keyfini bozmuyor, diye düşündü Nurettin şarjör değiştirirken. Artık son şarjörleri takıyorlardı.
İlk vurulan İbrahim oldu ikinci koldan. Onu Yılmaz ve Turan izledi. Düşman artık sağ arkalarından dolanmıştı, sol cenahlarından da bir grup aynını yapmaya çabalıyordu.
O sırada bir trikopter Şen-King’leri yarıp, Türk mevziini soldan kuşatmaya çalışan düşman kolunu makinelisiyle paramparça etmişti. Musalar yetişmişti sonunda.
Lâkin iki ateş arasındaydı artık ikinci kol. Fikri tam göğsünün ortasına bir uçaksavar mermisi yedi. Gövdesinde yumruk kadar bir boşluk açıldığı halde yere yıkıldı. Kankisi Süleyman da kalbura dönmüş vaziyette ona katıldı.
Kalanların da trikoptere binmesine fırsat vermiyordu düşman. Musa alçalan araçtan atlayıp müdafaaya katılırken trikopter pilotu tekrar yükselip ateş açtı. O ara Sadık Teğmen de vurulmuştu.
Musa da sağ kaburgalarına iki tane yiyip yere yıkıldı, hemen yanındaydı Nurettin’in. Nefes almaya çalıştıkça akciğeri sönüyor, kurşun deliklerinden köpüklü bi kan geliyordu.
Nefesini yutuyormuş gibi vızıltılı bir sesle konuşmaya çalıştı:
-Sen kaç yaşındaydın Nurettin abi?
+26
-Ben de 21’im
+…
-Ergenekon güzel mi abi?
+Bildiğin köy, güzeldir ama.

Trikopter de bi roket yiyip az ötelerine çakıldı. Mermiler vızır vızır geçiyordu yanlarından. Sadece ikisi kalmıştı.
-Ama cennet daha güzeldir değil mi abi?
+Evet Musa.
Cevabını duyup duymadığını bilemedi, Musa da son nefesini vermişti. Son mermisi de biten Nurettin, Musa'nın tüfeğini alıp çakılan trikopterin arkasına geçmeye yeltendi. Bir eliyle de emanet çantayı tutuyordu sıkı sıkı.
Fakat bir anda yere yıkıldı. Kalkıp tekrar adım atmaya çalıştı ama yuvarlanarak sırt üstü düştü. Sağ ayağı bileğinden kopmuştu.
Doğrulup ateş açmaya devam etti, silah tutukluk yapana kadar. Fakat bitkin düşmüştü artık.
“Tak tak ta-tak”

Dibine kadar gelen üç Çinliyi de tabancasıyla yere serdi, son bir skor yaparcasına. Ondan sonra başını dik tutamadı artık, oluk oluk kan boşalıyordu ayak bileğinden.
Gözleri kapanmadan önce çakılan trikopterin pervanesine takıldı gözü. Hala dönüyordu yavaşça. Ama durmak üzereydi artık, tıpkı kendi gibi…
***

Gözünü bir hastane odasında açtı. Sağ ayağına baktı, bir protez takılmıştı. İçeri gelen tabip yüzbaşı ona Puncak Jaya Üssü’nin hastanesinde olduğunu söyledi. Dağın altındaydı ve bir haftadır kendinde değildi.
Çatışma esnasında o kendinden geçtikten hemen sonra Papua’daki Endonezya birlikleri yetişmiş, Çinlileri öldürmüş ve kendisini kurtarmışlardı.

İki gün sonra da Çin ordusu birkaç tümenle saldırmıştı dağa, fakat destek gelen MEFİCO birliklerinin yardımı ile imha olmuşlardı.
“Peki ya çanta, yanımdaki sırt çantası?” diye sordu Nurettin. Doktorun herhangi bir çantadan haberi yoktu.
Ertesi gün MEFİC Emiri ve MEFİCO Kumandanı ziyaretine geldi. Göğsüne madalyalarını takarken yaşlı gözlerle anlattılar olan biteni. Orhan Üsteğmen ve takımı da şehit olmuştu.

“Peki ya emanet? Şu çelik kutu?”
Çelik kutu hiç inmemişti Pertuan Agong’tan. Iwo Jima’dan doğruca Filipinlerdeki bir tugaya götürülmüştü. Yanlarında getirdikleri sahteydi.

Sırf Çinlilerin takip etmesi için hazırlanmıştı o filo, yemdi sadece ve gözden çıkarılmıştı. Amiral Abdülaziz’in dahi haberi yoktu bundan.
Fakat sonunda düşmanın büyük bir kuvveti Punjak Jaya’da kurulmuş olan tuzakla imha edilmiş, Çin Ordusu büyük bir darbe yemişti. Yakın zamanda tekrar bir taarruza yeltenemezdi. Boşa gitmemişti filonun ve Türklerin fedakârlığı.
Hintlilerden de bir taarruz bekliyorlardı. Fakat artık füzyon teknolojisi ellerinde ve daha güçlüydüler. Denge lehlerine kaymıştı gayrı.

"Arkadaşlarını kaybettiğin için çok üzgünüz oğlum. Bunu hiç istememiştik." dediler gitmeden önce.

"Vatan sağolsun." dedi Nurettin.
Bikaç gün sonra Cakarta’daki bi rehabilitasyon merkezine götürüldü Nurettin. İki hafta orada kalıp taburcu oldu, sonra Ergenekon’a döndü.

Bi sağnak yağmaya başlamıştı Nurettin koltuk değneği ile köye girerken. Şemsiyesiyle karşıdan gelen Nurgül Teyze’yi gördü, Ayşe’nin annesini:
“Nurettin? Sen misin? Vah yavrum benim. Aldık haberinizi. Öldü öldü dirildi anangil, yanına gelmek istediler Cakarta’da olduğunu duyunca ama Hint saldırısı tehlikesi mi ne varmış, adadan ayrılmak yasakmış dediler. Haydi koş eve, geldiğinden haberleri yok sizinkilerin.”
Ayak üstü konuşurken Ayşe’yi de Malezyalı bir mühendise sözlediklerini öğrendi.
“Hayırlı olsun” dedi.

Sendeleyerek eve giderken ilkokulu gördü. Okul dağılmıştı, kimse yoktu. İçeri bir girip bakmak istedi nedense.
Duvarda “Enes Ata’nın Duası” diye ezberletilen hitabeyi gördü.
Yağmur gittikçe şiddetlenmişti dışarda. Yaklaştı ve okumaya başladı.

Ve o ana dek ayağıyla beraber sanki duygularını da kaybeden Nurettin’in kafasına dank etti acı gerçek. Yüz on kişilik Türk köyü yarısını kaybetmişti bu operasyonda.
Gözyaşları süzülmeye başladı yanaklarından.
Hitabeyi okumaya devam ederken aklından geçmeye başladı tek tek yitirdiği silah arkadaşları:

Volkan Yüzbaşı şehit olmuştu. Hüseyin ve Orhan Üsteğmenler şehit olmuştu, Oğuz ve Sadık teğmenler gibi...
Damlalar çenesinden akıp tıpır tıpır yere damlıyordu artık. Yılmaz şehit olmuştu. Turan, Fikri, Süleyman, İbrahim, Musa ve diğerleri…

Yalnız kendi sağ kalmıştı bir takdir-i ilahi olarak. Okumaya devam edemedi. Yere diz çökmüş, hıçkırıklarla sarsılıyordu artık ağlamaktan.
- SON -

Okudukça hançer gibi saplanıyordu saplanıyordu zira yüreğine Enes Ata’nın sözleri:

• • •

Missing some Tweet in this thread? You can try to force a refresh
 

Keep Current with yusuf

yusuf Profile picture

Stay in touch and get notified when new unrolls are available from this author!

Read all threads

This Thread may be Removed Anytime!

PDF

Twitter may remove this content at anytime! Save it as PDF for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video
  1. Follow @ThreadReaderApp to mention us!

  2. From a Twitter thread mention us with a keyword "unroll"
@threadreaderapp unroll

Practice here first or read more on our help page!

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just two indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member ($3/month or $30/year) and get exclusive features!

Become Premium

Don't want to be a Premium member but still want to support us?

Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal

Or Donate anonymously using crypto!

Ethereum

0xfe58350B80634f60Fa6Dc149a72b4DFbc17D341E copy

Bitcoin

3ATGMxNzCUFzxpMCHL5sWSt4DVtS8UqXpi copy

Thank you for your support!

Follow Us!

:(