Dün vefat eden dünyaca ünlü cerrah Prof. Dr. Mustafa Öz’le röportaj yaparken ASLINDA BU HAYATIN SINIRLARI BELLİ röportaj satırlarına sığmayacağı endişesi taşıdık.
Bozkır’da kerpiç bir evde başlayan bu yaşamı anlatırken son derece açık, samimi ve kendinden emin bir tavır sergileyen Prof. Dr. Öz, tüm sorularımıza içtenlikle yanıt verdi. Bu yaşamda bizi Mustafa Öz’ün ilk ameliyatını ortaokulda yaptığı,
annesinin 15 yaşında evlenip bir daha köyünü ve ailesini hiç göremediği, cerrahken aynı zamanda hasta bakıcılık yaptığı, o kerpiç evden üç profesör bir de doçentin çıktığı ve daha pek çok şey etkiledi. İkram ettiği kuru meyve ve yemişler ise harikaydı.
Kısacası Öz’ün yaşamı tam da masalımsı bir hikayeydi…
Bozkır’da yaşama başladığınız yıllar nasıldı?
Babamın Kuran-ı Kerim’inde tüm ailemizin doğumları işaretlidir. Benimki orada 1341 yılının 12. Ayı diye gösterilir. Doğduğumda dışarıda kar yağıyormuş.
Soğuk, yokluğun kol gezdiği zor bir yaşamın başlangıcı diyebilirim. Pek çok köyde olduğu gibi iki odalı kerpiç bir ev. Hani bir odasına kışlık erzakların konduğu, diğer odasında da soba yakılan, gaz lambasıyla aydınlanan, hem oturulan, hem misafir ağırlanan,
hem de akşam yatakların serilip, dip dibe yatıldığı evlerden biri.
O zaman ki köy hayatında aklınızdan hiç gitmeyen şeyler neydi?
Gaz lambasından tutun da evin toprak damındaki yuvak taşına kadar her şey beynimde kazılı. Medeniyet denilen şeyin hiç olmaması da.
Kuyu suyu, anamın kardeşlerimden birini sırtına sarıp, diğerinin elinden tutup hiç durmaksızın çalışması, hiçbir zaman üzerimize uymayan, rahat giyemediğimiz kıyafet ve ayakkabı. Her türünü öğrendiğimiz bitler. Evimizde dünya kadar yufka ekmeği olduğu halde çarşı
ekmeğinin burnumuzda tütmesi. Bunlar yalnızca bizim değil, o zamanlar çoğunluğun kaçınılmaz yaşam tarzıydı. Zordu ama bizim için çok daha zordu. Oyuncak bizim için hayaldi. En büyük eğlence kaynağımız arkadaşlarımızla aşık atmaktı.
Aşık genelde keçilerin diz kapaklarından çıkardığımız bir kemikti. Aslında her şey ama her şey bizim yaşamımızdı. Mutluluğumuz, acımız oydu. 5 yaşındaki kardeşimin ölüm haberini vermek kolay değildi.
Bozkır’ın gönlünüzde ayrı bir yeri var mı?
1930’lardaki Türkiye yokluk içindeydi. Bozkır da elbette yokluğun, sefaletin kol gezdiği, bu yokluğun insanların iliklerine kadar işlediği bir yerdi. Kışı zorluydu. Çok kar yağardı. Ama çocuktuk. Tüm zorluklara rağmen mutluyduk. Kardeşlerimle bütün olmak,
her işin, her zorluğun üstesinden gelmek güzeldi. Orayla bağımı hiç koparmadım. Amerika’da ünlü bir doktor olup para kazanınca orada 400 kişilik öğrenci yurdu yaptım. Kız ve erkek yurdu olarak. Ve o yurdun açılışında kaşıklarla oynadım. Doğduğum evi sağlık ocağına dönüştürdüm.
Bir de lise yapmam konusunda talepte bulunuldu. İnşallah o da gerçekleşir. Bozkır benim için çok önemli. Amerika’da ameliyat yaparken bile hep Bozkır türküleri söylerdim.
Bozkır’daki zorlu yaşamdan çıkış başka bir zorlu yaşamın başlangıcı mı oldu?
Ben hayatımın ilk yarısında parayı hiç görmedim. Hep zorluk çektim. Paramız yoktu. O kadar zengin bir aile değildik. Bir atımız vardı. O atı kiraya verirdik. Günde 2 lira. O atın parasından başka gelirimiz olmadı. İlkokulu bitirdim.
Babam ya demirci ya da terzinin yanına çırak verecekti. Okumak istediğimi söyledim. Para yok diye karşı çıktı. Ama annem hemşerisiyle beni Konya’ya gönderdi ve devletin burslu sınavına girip kazandım. Yurda da girdim. Hep okul birincisi oldum.
Bayramda herkes köyüne tatile giderdi. Ben de gitmek için babama haber gönderdim. “Otur oturduğun yerde. Paramız yok” dedi. Bedava gidebileceğim bir yol buldum. Gitmem bir gün sürdü. Soğuktu. Kapıyı babam açtı ve “Neden geldin” dedi. Öylece kalakalmıştım. Anam beni içeri aldı.
Ellerimi üfleyerek ısıttı. Zorlu bir eğitim yaşamının başladığını da böylece görmüş oldum.
Annenize olan düşkünlüğünüz dikkat çekiyor. Yanılıyor muyuz?
Benim annem galiba melekti. 15 yaşında babamın atının arkasında Akseki’den ayrılmış ve bir daha ne anne babasını ne de evini,
köyünü görmüştü. Durmadan çalışan bir kadındı. Hayatım boyunca sesinin yükselttiğine bile şahit olmamıştım. Yıllar sonra para kazanmaya başlayınca onu Hac’ca göndermek nasip oldu. Amerika’ya yanıma da getirttim. Ama hep yaşadığı yeri özlerdi.
İlk ameliyatı ortaokulda yapmışsınız. Bu nasıl bir ameliyattı?
Kümesimizde boynu yerde sürünen bir tavuk gördüm. Onu iyileştirmek istedim. Kardeşim de bana uydu ve yakalayıp getirdi. Jiletle boynunu açtım. Kursağı küçük çakıllarla doluydu. Temizleyip yorgan iğnesiyle diktim.
Tavuk o yaz yaşadı ve çok yumurta verdi.
Lise yıllarınızdan da bahseder misiniz?
Konya’da o zaman tek bir lise vardı. Konya Erkek Lisesi. Ben ve diğer kardeşlerim de oraya gittiler. Başarısı tartışılmazdı. Hala Konya’ya gittiğimde o lisenin önünden geçmeden yapamam.
Ama o yıllar 2. Cihan Harbi yıllarıydı. Almanya’da devlet hesabına okuyan abim bile geri çağrılmıştı. Yine zorlu yıllardı. Kardeşlerimden ayrıydım hep. Birbirimize hiç doyamadık. Lise yıllarında bu hasret iyice içime oturmuştu. Lise yıllarım bana hep hasretliği hatırlatır.
Ve Tıp Fakültesi...
İstanbul’da Tıp Fakültesi’ne girdim. Ama Anatomi Atlası’nı bile alamamıştım. O zamanlar Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’ye mektup yazdım. Kısaca şöyle demiştim, “Ortaokul ve liseyi devlet okuttu. Devletimiz sağ olsun ayakkabı, giysi, yatacak yer veriyor ama
Anatomi Atlası’m yok. Bana sağlayabilir misiniz?” Hemen yanıt geldi. Atlasım alındı. Lakabım İnek Mustafa’ydı. Hep çok çalıştım. Hedefim Amerika’ydı ve bunu gerçekleştirdim. 6 kardeşin 5’i Konya Lisesi’ni bitirdi. O kerpiç evden üç profesör bir de doçent çıktı.
Bu hedefe ulaşmak için size gereken sadece çok çalışmak mı oldu?
Tabi ki risk almak da gerekti. Amerika’ya ilk gittiğimde kütük gibiydim. İngilizce bile bilmiyordum. Devlet beni okuttu ve 4 yıl mecburi hizmetimi de, askerliğimi de yaptım.
Sonra ben Amerika’nın yolunu tutacağım dedim. Çünkü burada her şey torpilli. Benim büyük büyük dayım, amcam yoktu. Çok yere yazı yazdım ve aplikasyon gönderdim. İngilizce sordular, bilmediğim halde evet yazdım. 1955 yılıydı. Cleveland’tan yanıt geldi.
Atladım gittim. Hayatımın dönüm noktası oldu. İlk etapta bir ay kalmayı planladığım Amerika’da 38 yıl yaşadım. Evimizde yatağımız bile yoktu. O kadar sıkıntılı bir dönem. 4 yıl param olmadığı için Türkiye’ye gelemedim ve eşimden ayrı kaldım. Sonra her yıl geldim hiç aksatmadan.
Hükümet tabibiyken burada 240 lira alırdık. Orada 84 lira ile geçindim. Ek para kazanmam lazımdı.Cleveland’ta asistan olarak çalışırdım. Akşam işin bitince zengin hastalara özel hemşirelik yaptım. Öyle geçindim. Ama yıllar içinde o kadar meşhur oldum ve buna kendim de inanamadım.
Yalı’da oturmak da hayaliniz miydi?
Amerika’dayken hep Türkiye’ye dönme hayali kurdum. Ben gördüğüm pek çok evin içinde yaşamayı hayal ederdim. Artık param vardı ve bir yalı almak isterken iki yalıya sahip oldum. Pek çok insan gibi yalıda oturmak benim de hayalimdi.
Türkiye’de siz Prof. Dr. Mehmet Öz’ün babası olarak tanınıyorsunuz.
Amerika’da çok meşhurdum ama Türkiye’de ünlü Cerrah Mehmet Öz’ün babası diye biliyorlar. Türkiye’ye 75 yaşında geri geldim. Yeni bir cerrah olarak. Ben oğlumun başarısıyla anılmaktan da memnunum.
Prof. Dr. Mustafa ÖZ ve ailesine çok teşekkür ediyoruz. Başarı hikayesini genç nesillerimize sunmanın onlar için çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Mustafa Öz 2019 yılında vefaat etti. Allah'tan rahmet diliyoruz
Anonim okuduğunuz için teşekkür ederim @PalaBiyikRak73 takip edin
#YılmazBüyükerşen #Eskişehir
60 yıl önce.
1958…
Gencecik gazeteciydi.
Haber yapmak üzere, yeni kurulan Eskişehir Akşam Yüksek Ticaret Okulu’na gitti. Kapıda bekçi vardı. Kartını uzattı, müdürle görüşmek istediğini söyledi. Bekçi kartvizite baktı, dikkatle baktı,
sonra kim olduğunu, adını ve işini sordu. Genç gazeteci vaziyeti anlamıştı, bekçi okuma yazma bilmiyordu. Haberine dahil etmek için bekçinin adını not defterine kaydetti, Ahmet Yuşan’dı.
--Genç gazeteci hem haberini yaptı, hem de okula kaydoldu.
Eskişehir Akşam Yüksek Ticaret Okulu’nun ilk kayıtlı öğrencisi oldu.
--Bu mütevazı okul, önce iktisadi ve ticari ilimler akademisine dönüştü, sonra Anadolu Üniversitesi’ne dönüştü. Yıllar yılları kovaladı… O genç gazeteci, Anadolu Üniversitesi’nin rektörü oldu.
ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombası atması, tarihin en korkunç olaylarından biri olarak kayda geçerken, ülkede nice nesle yayılan bir travma yarattı. Radyasyon ilk aşamada binlerce insanın ölmesine, yaralanmasına ve sakat kalmasına neden oldu ama korkunç etkisi,
yıllara yayılarak sürdü.
Hayat dolu bir kız çocuğu olan Sadako Sasaki, bombanın patlamasından on yıl sonra lösemiye yakalandı. İyileşeceğine dair umudunu hiç kaybetmedi Sadako. Tedavi gördüğü hastanede kâğıttan turna kuşları katlamaya başladı. Çünkü efsaneye göre,
kâğıttan bin turna kuşu katlayan bir insanın dileği, mutlaka kabul olurdu. Böylece hevesle işe başladı.
Ancak 644. turna kuşunun devamını getiremedi.
Halsiz düşen ve bir daha toparlanamayan Sadako, 25 Ekim 1955’te öldü.
ÇİZME HİKAYESİ
Bir okulda, bir öğretmen öğrencilerine, kendileri seçtikleri bir konuda hikaye yazmalarını ister.
En güzel hikaye yazan öğrenciye bir çift çizme hediye edecektir. Bütün öğrenciler hikayeleri yazar ve kağıtları öğretmenlerine verirler.
Öğretmen tek tek hikayeleri okur, hepsi birbirinden güzeldir. Bir türlü en iyi olanı seçemez. Bu olayı kura ile çözmeye karar verir.
Her öğrenci bir kâğıda kendi adını yazıp çizmenin içine atar. Atılan isimler karıştırıldıktan sonra bir tanesi çekilir. Öğretmen yüksek sesle,
AYŞE diye okur okumaz, sınıfta büyük alkış kopar.
Kurayı Ayşe adında bir öğrenci kazanır.
Ayşe çizmelerine sarılarak mutluluk gözyaşı döker.
Eve gittiğinde öğretmen bu olayı ağlayarak eşine anlatmaya başlar.
Eşi de:"Tamam der, bak ne güzel çözüm bulmuşsun, niye ağlıyorsun ki?"
MÜJDAT GEZEN 👏🏻👏🏻👏🏻🇹🇷
Siz bana çok kötülük yaptınız. Mahkeme mahkeme 20 yıl dolaştırdınız beni. Açmadığınız dava kalmadı. Okulumu kundaklattınız. Yurtdışına çıkıp hasta kızımı görmemi engellediniz. Hiçbir televizyon kanalına çıkarmadınız. Yıllarca emek verdiğim
TRT bana yasak koydu.
Adımı ve resmimi bulmacalardan çıkardınız. İzmir’de, Bursa’da okullarımı kapattırdınız. Beyoğlu’ndaki okulumu mühürlettiniz. Bakırköy’deki okuluma ruhsat vermediniz. Kala kala bir tek eski okuluma kaldım.
Çünkü Kadıköy Belediyesi’ne bağlı olduğu için dokunamadınız.
Evime polis yolladınız, o adliye senin, bu adliye benim onlarla birlikte dolaştık durduk. Maliye Bakanı Nebati’ye şaka yazısı yazdım diye müfettiş gönderdiniz. Daha çok derdim var ama kısacası hayatımdan
YÜZ KARASI
Yıl 1924, yer Kadıköy’deki Papaz’ın Çayırı...
Neyzen Tevfik’i o dönem İstanbul’da tanımayan neredeyse yok. Neyinin sesi, şiirleri, deliliği, sarhoşluğu herkesin dilinde...
Ahmet Rasim ise Türkiye’de gazeteciliğin en büyük üstatlarından, az değil kırk yıllık gazeteci!
Rasim, neredeyse köşe yazıları, besteleri, gazetecilikteki başarıları kadar, akşamcılığıyla da tanınıyor. Ve elbette bu ikilinin yolu, Ahmet Rasim’in müdavimi olduğu Papaz’ın Çayırı’nda bir akşamcı sofrasında buluşuyor...
Gerisini Ahmet Rasim’in 1924’te yayınladığı
“Gülüp Ağladıklarım” kitabında yer alan “Çıkan Bir Yüz Karası” yazısından okuyun:
"Geçen bir gün köyün yegâne sayfiyesinde (Kadıköy-Papazın bağı) oturuyordum. İçeriye kıvırcık saçları şaha kalkmış,baş açık,yalınayak,pir piri kıyafet bir zenci girdi. Yaklaştıkça tanır gibi oldum.
Bana soruyorlar sen nesin Sağcı mı? Solcu mu?
Ben öncelikle Katıksız Atatürkçüyüm, Cumhuriyetçi bir Türk kadınıyım, laik görüşteyim, vatanımın bölünmez bütünlüğüne inanıyorum, tam bağımsızlıkçıyım, Atatürk’ün yolundayım.. Nutuk ve Gençliğe Hitabe dayanağım, pusulam Atatürk..
Karma ekonomiden yanayım.. Bütün bunları savunan herkesle anlaşırım.. Derdimiz Vatan, şekilcilikten çok uzaktayız.. Bunu anlamak gerek.. Görüş farklılıkları değerdir, tartışmayacağımız konular:
Mustafa Kemal ATATÜRK
Anayasamızın ilk 4 maddesi
Cumhuriyet
Laiklik
Tam bağımsızlık
Vatanımızın bölünmez bütünlüğü
Bunun dışındaki her farklı düşünceye saygılıyım..
Yaşasın Mustafa Kemal ATATÜRK, Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti 🇹🇷🇹🇷🇹🇷 #Günaydın#Keyiflihaftasonları @PalaBiyikRak79 takip etmeyi unutmayın lütfen ‼️‼️‼️