Helâl
...
Amerika’dan gelen bir misafirime su verdim, boğazına kaçtı, öksürdü, “helal” dedim. Anlamadı. Ne anlama geliyor, diye yüzüme baktı.
Anlatmaya çalıştım. Amerika’da yirmi beş yıl bulunmuş, orada üniversite düzeyinde ders vermiş birisi olarak
kavramın bizdeki anlamını veremediğimin farkındaydım. Daha doğrusu Amerikan İngilizcesinde bu denli güçlü bir kavram bulamıyordum. Benim anlatımım yüzeysel kalıyordu; benim dilimdeki o vurucu gücü hiç ifade edemiyordu.
“Helal” kavramını daha iyi anlatabilmek için “haram”
kavramını anlatmaya çalıştım. Suyu ben verdim; verdiğim suyu helal ediyorum, bu sana haram değil, sana bir kötülük olmasın, suyumu helal ediyorum, diyerek niyetimi belli ettim. Bu niyet önemli. Bildiğim bir öyküyü anlattım.
Tanıdığım genç kız evlenmeden önce mobilyacıları geziyor ve güzel bir koltuk takımı görüyor. Bu takımı satan kişi belirli bir fiyattan aşağı inmiyor. Genç kız bu takımı çok beğendiğini belli ettiği için çok pişman; beğendiğim için fiyatı yükseltti ve pazarlık güzümü kaybettim,
diye düşünüyor.
Bütün çabalarına rağmen fiyatı düşüremeyince genç kız, peki, alıyorum, ama hakkımı sana helal etmiyorum, diyor. Adam soğukkanlılıkla, Hanım kızım, o zaman bu koltuk satılık değil, sana satmıyorum, diyor. Üniversite bitirmiş, modern kız, niye satmayacakmışsınız,
parasını veriyorum ya, gayet tabii satacaksınız, diyor. Adam gayet sakin, artık satılık değil, diyerek sırtını dönüp o yokmuş gibi davranıyor.
Ve bu çağdaş Türk kızı kulaklarına, gözlerine inanamıyor. Ağlayarak babasına gidiyor; durumu anlatıyor. Baba, kızım sen ne yaptın,
esnafa öyle konuşulur mu, diyerek devreye giriyor. Yanına bir de tanıdığı müftüyü alarak mobilyacıya gidiyor. Neticede genç kız babasının ve müftünün şahitliğinde, “verdiği parayı canı gönülden helal ettiğini,” ifade ederek istediği mobilyayı satın alabiliyor.
Bu genç kız o dönem asistanım olarak çalışıyordu, bu öyküyü tüm ayrıntılarıyla biliyorum. Amerikalı misafirime bu öyküyü anlattım. Benim su içmemle bunun ne alakası var, gibisinden baktı.
Suyu sana helal ediyorum, için rahat olsun dedim. Helal etmesen ne olur, dedi.
“Kul hakkıyla karşıma gelmeyin” anlayışından söz ettim. Dikkatle dinledi. Bu dediğin bir değer olarak yaşıyor mu, yoksa bir slogan gibi konuşulan alışkanlık haline gelmiş bir söz mü, diye sordu.
Ne fark eder eder, diye sordum.
Gerçekten bir değer olarak yaşıyorsa sizin ülkenizde
rüşvet ve hak yeme olmaması gerekir, insanların birbirini kazıklamadığı bir toplum olmanız gerekir, diye düşünüyorum dedi.
Yüzüne baktım. Göz göze bakıştık. Yalan söyleyemedim. Biz dedim, yalan söyler, kazık atar ve hak yeriz. Ama dürüstlüğü dilimizden hiç düşürmeyiz.
Güçsüzsen, arkan yoksa, sıradan bir vatandaşsan, bu ülkede hakkını araman çok zor, hakkını elde etmen daha da zor. Örneğin, rüşvet vermeden bir inşaat ruhsatı alman mümkün değildir. Ve bunu herkes bilir. Rüşvet alanların çoğu oruç tutar, rüşvet alan belediyeler
ramazanda iftar sofraları kurar. Ve bu sofralarda hakkını helal etmekle ilgili konuşursan, Yüce Allah’ın “karşıma kul hakkıyla çıkmayın,” dediği bir dinimiz olduğu söylenir. Bunu rüşvet alanlar söyler.
Söylediğimiz yalana inanana enayi olarak bakarız ve onu kazıklamaya hak kazanırız. Ama senin içtiğin suyu helal etmeyi de ihmal etmeyiz.
Peki, neden böyle, diye sordu.
Çünkü biz inanırmış gibi konuşmaya önem veririz, ama konuştuğumuz gibi yaşamaya önem vermeyiz, dedim.
“Mış Gibi Yaşamlar” adında bir kitabım olduğunu ve orada anlattığımı söyledim. Mış gibi tanımını anlamakta zorlandı, ama sonunda anladı.
Neden mış gibi, diye sordu. Güldüm, çok sorma, suyumu haram ederim, dedim.
Doğan Cüceloğlu (29.08.2010) okuduğunuz için teşekkür ederim
📛AMİK GÖLÜ’NÜN LANETİ - Hatay- Antakya
Bugün Amik Ovası denilen yerde Amik Gölü vardı ve derinlik seviyesi sığ sayılacak kadar az (6 metre) olmasına rağmen yüzölçümü hayli geniş bir göldü. Bölgenin ekosistemi için son derece değerliydi.
Yaklaşık 1 milyon 200 bin dönümlük bir ovanın ortasında 330 bin dönüm alana yayılmış bir göçük alanda yer alıyordu.
Çukurda olduğu için yeraltı sularıyla beslenen göle ayrıca Muratpaşa, Karasu ve Afrin nehirleri dökülmekteydi. Ama köylüler bu göle gözlerini dikmişler,
kurutulmasını istiyorlardı. Sivrisinek, sıtma, su baskınları ve ekili alanların sular altında kalması vesaire pek çok gerekçeleri vardı, ama asıl maksat gölün kurutulmasından sonra ortaya çıkacak verimli topraklar ve onun üzerinden kazanılacak paraydı!
■Bunun için de dönemin
On sekiz yaşında bir kız, Belçika'da yaşıyor.
-Türk müsün? dedim.
-Daha karar vermedim, dedi.
-Müslüman mısın?dedim.
-Ona karar vermek daha zor,dedi.
Merakım iyice kabarmıştı.
-Konuştuklarınızdan hiçbir şey anlayamadım, dedim.
-Ben de bir şey anlayamıyorum.
Hayatım bir kördüğüm. Nasıl çözeceğimi bilemiyorum.
-Neden ama?..
-Babam Fransız, annem Türk... İkisini de seviyorum... Babam Hristiyan bir Fransız olmamı istiyor. Annemse Müslüman bir Türk olmamı...Bu iki istek arasında sıkışıp kaldım... -Bilemiyorum ne yapacağımı?
Sis perdesi biraz aralanmıştı. Biraz daha açmak için sorulara devam ettim.
- Kendini kalben Hristiyanlığa mı daha yakın hissediyorsun, Müslümanlığa mı?..
- İslam'a daha sıcak bakıyorum, ama Müslümanlara baktığımda birden soğuyorum. Babam annemin
*Komşum Jinekolog Doktor.* *Emekli, ama hala özelde çalışıyor.*
*Öte yandan 17 tane kitabı var.* *Ayrıca aile hekimi ve iş yeri hekimliği sertifikaları var. Motivasyon, insan ve toplum mühendisliği konusunda da inceleme ve çalışmaları var.*
*Keyifle sohbet ederken Dr. komşum dedi ki:*
*-Toplumun politik yaklaşımı beni de çok derinden etkiliyordu. Öğrencilik yıllarımdan beri aktif ve aktivist bir duruşum vardı.* *Ama ne zaman ki insan ve toplum psikolojisi ve mühendisliğine merak saldım,
fikrim ve duruşum o günden sonra değişti.* *Toplumu ve olayları dolayısıyla sizin çok kızdığınız şeylerin aslında bu içinde bulunduğumuz insan katmanları için çok doğal ve doğru sonuçlar verdiğini izliyorum dedi ve arkasından sordu:*
BEKİR COŞKUN…
Bir gece yatıp kalktık…
Türk Ordusu yok…
Darbe yapacaklardı ama silahları tarlada gömdükleri yeri de unuttular demek…
Darbe olacak mıydı, olmayacak mıydı derken, ordu artık yoktu…
*
Bir gece yatıp kalktık…
Yargı yok…
Yargıyı bölüşmüşler yarısı hocaya, yarısı imama…
*
Bir gece yatıp kalktık…
Cumhuriyetçi aydınlar yok…
Hücrelerdeler…
*
Bir gece yatıp kalktık…
Medya yok…
Yarısını almışlar parayı bastırıp, kalan yarısının da gırtlağına bastırıp…
*
Bir gece yatıp kalktık…
Ben yokum…
Muhterem karıma “Ben yok muydum şu köşede yahu?” dedim…
“Yoksun, kovuldun” dedi…
Ağladı…
*
Bir gece yatıp kalktık…
Laiklik yok…
Devlet tekbirle açılıyor…
*
Bir gece yatıp kalktık…
“Türk” yok
*
Bir gece yatıp kalktık…
Bayrak yok…
*
1 EKİM 1924 - ATATÜRK'ün, Erzurum'da "Depremden Zarar Görenlere Yardım Komisyonu"nun çalışmalarını denetlemesi ve felâketzedelere harcanmak üzere gerek kendisi gerekse Lâtife Hanım'ın onar bin lira bağışta bulunması.
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İbrahim Ethem Atnur, 1924 yılında Erzurum'da yaşanan deprem sonrası afet bölgesine gelen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Büyük Önder
Atatürk'ün yaptığı inceleme ve çalışmalarla ilgili kaleme aldığı ''Reis-i Cumhur'un Doğu İncelemeleri-1924 Erzurum Depremi'' isimli kitabında anlattı.
Erzurum ve çevresinde 1924 yılının 13 Mayısında meydana gelen depremin ardından 6 Eylülde de çok