35 sene önce evlat edinildim ben ve sonra ne oldu biliyor musunuz?
Sıcacık bir evim oldu.
Sobanın başında leğende annemle babamın beni birlikte yıkadığı günlerim oldu.
Hasta olunca gece yarısı doktor muayenehanelerine annemin
babamın beni taşıdığı, bir keresinde doktorun yanında annemin üstüne kustuğum gecelerim oldu.
Taşındık diye, babamın 5 sene boyunca her gün beni arabayla okula getirip götürdüğü günlerim oldu.
Lisede annemle her akşam “ders çalış” ile başlayan kavgalarımız oldu.
Babamın bana seviyorum diye paket paket çikolata taşıdığı günlerimiz oldu.
5 sene boyunca üniversite için Ankara’ya annemin babamın otogardan uğurlayıp otogardan aldıkları yolculuklarım oldu.
Düğünüm oldu, 8 sene önce üniversite için ayrıldığım evden ayrılıyorum diye annem,
babam, ben hıçkırarak ağladık.
Her gittiğimde annem yanıma evime götüreyim diye yiyecek koyar. Babam seslenir arkadan “yemek koydun mu, koy da götürsün” der.
Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine diyerek yemek yapmayı, ev işi yapmayı öğretti annem.
Onun gibi güzel İzmir köfte yapabiliyorum artık.
35 yaşımda babam hala saçlarımı okşar, annem hala kucağına yatırır.
Deprem yardımlarıyla ilgili babam kenara çekip beni “bir elin verdiğini öteki görmezmiş” diyerek yardım yapmamı istedi. Öyle de merhametli günlerim oldu.
35 sene önce evlat edinildim de bunlar oldu işte.
Gördüğünüz gibi, o akıllardaki “normal” bir anne-baba-kız üçlüsünden oluşan çekirdek ailem oldu benim.
Kimse nikah düşmesi düşünmedi. Çünkü evladıyım ben o evin. Bitti. Bu kadar.
Dipnot: Annem babam hacca gittiler, üzerine bir de umreye. Hacıdırlar, yani. Öyle.
Başka söylemek istediklerim çok ama yazmaya bile utanıyorum.
(Alıntı)35 SENE ÖNCE EVLAT EDİNİLDİM DE NE OLDU?
35 sene önce evlat edinildim ben ve sonra ne oldu biliyor musunuz?
Sıcacık bir evim oldu.
Sobanın başında leğende annemle babamın beni birlikte yıkadığı günlerim oldu.
Hasta olunca gece yarısı doktor muayenehanelerine annemin babamın beni taşıdığı, bir keresinde doktorun yanında annemin üstüne kustuğum gecelerim oldu.
Taşındık diye, babamın 5 sene boyunca her gün beni arabayla okula getirip götürdüğü günlerim oldu.
Lisede annemle her akşam “ders çalış” ile başlayan kavgalarımız oldu.
Babamın bana seviyorum diye paket paket çikolata taşıdığı günlerimiz oldu.
5 sene boyunca üniversite için Ankara’ya annemin babamın otogardan uğurlayıp otogardan aldıkları yolculuklarım oldu.
Düğünüm oldu, 8 sene önce üniversite için ayrıldığım evden ayrılıyorum diye annem, babam, ben hıçkırarak ağladık.
Her gittiğimde annem yanıma evime götüreyim diye yiyecek koyar. Babam seslenir arkadan “yemek koydun mu, koy da götürsün” der.
Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine diyerek yemek yapmayı, ev işi yapmayı öğretti annem. Onun gibi güzel İzmir köfte yapabiliyorum artık.
35 yaşımda babam hala saçlarımı okşar, annem hala kucağına yatırır.
Deprem yardımlarıyla ilgili babam kenara çekip beni “bir elin verdiğini öteki görmezmiş” diyerek yardım yapmamı istedi. Öyle de merhametli günlerim oldu.
35 sene önce evlat edinildim de bunlar oldu işte.
Gördüğünüz gibi, o akıllardaki “normal” bir anne-baba-kız üçlüsünden oluşan çekirdek ailem oldu benim.
Kimse nikah düşmesi düşünmedi. Çünkü evladıyım ben o evin. Bitti. Bu kadar.
Dipnot: Annem babam hacca gittiler, üzerine bir de umreye. Hacıdırlar, yani. Öyle.
Başka söylemek istediklerim çok ama yazmaya bile utanıyorum.
(Alıntı)
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Bugün sosyal medyada özellikle İstanbul'da bulunan gökdelenlerin güvenli olup olmadığı konusu konuşuldu. Fotoğrafta gördüğünüz Dubai’de bulunan Burc Halife dünyanın en yüksek gökdelenidir.
Burası aynı zamanda dünyanın depreme en dayanıklı yapılarından biridir. 828 metrelik yüksekliğe sahip olan 160 katlı bu binanın, 150. kattan sonrası çelik olarak yapılmıştır.
Bu da dünyada ilk defa betonarme kütle üzerine çelik konstrüksiyonla devam edilen bina olma özelliğini kazandırmıştır.
Ayrıca rüzgâr yüklerini en aza indirmek için binanın hiçbir cephesi düz olarak tasarlanmamıştır. Köşeleri keskin değildir, dairesel birleşimlerle yapılmıştır.
Ana kaynağını bulamadığım, çok paylaşılmış bir hikâyeyi ben de paylaşmak istiyorum. Hikayemiz şöyle;
Köy yerinde bir ikindi vakti sessizlik hâkim, çıt çıkmıyor.
O sessizlikte sadece bir damlama sesi duyuluyor; "Şıp...Şıp!."
Mahallenin bozuk çeşmesinin musluğundan damlayan suyun sesi bu.
Tam bu sırada çeşmenin yanındaki arsaya bir karga konuyor.
"Gaaaak!" diyor, etrafı kolaçan ediyor, sağa sola bakıyor.
Ve yere pisliyor...
Sonra da kanatlanıp, uçup gidiyor.
Gece yarısı bir domuz giriyor o arsaya.
Karganın pislediği yeri koklayıp, eşeliyor.
Domuz eşeledikçe, toprak alt üst oluyor...
Tam orada, aylar sonra bir fidan bitiyor.
Tam orada, yani karganın pislediği yerde.
Fidan yavaş yavaş büyüyor.
Fide oluyor, yaprak oluyor ve sonunda bir ağaç oluyor.
Bir incir ağacı...
Kıçlarında, bilekte biten tayt gibi skinny pantolon,
Üstlerinde ilaçla yaptıkları kasları gösteren daracık gömlek,
Kollarda boncuklu bileklik, parmaklarda tuğralı yüzükler…
Hepsi de Osmanlı torunu…
Türk değil Osmanlı, öyle diyolar çünkü “Osmanlı torunuyuz”…
“Hun torunuyuz” ya da “Göktürk torunuyuz” demiyolar,
Uygur, Hazar, Avar, Gazneli, Karahanlı, Altın Ordu ya da Selçuklu torunuyuz da demiyolar, ille de “Osmanlı Torunu”…
Amaç “Türklük” mü? Sanmam…
Eğer öyle olsaydı; tarihin ilk Türk devleti olan Büyük Hun Devleti ile övünüp
"Hun torunuyuz" derlerdi...
Amaç "güç gösterisi" ise eğer;
Çin'in 5 krallığını yıkıp dize getirmiş, vergiye bağlamış,
Çin, Hun korkusundan 22 km'lik Çin Seddi'ni yapmış sonuçta...
Yok amaç "Hükümdarlık" ya da "İmparatorluk" ise eğer,
Osmanlı'dan büyük
KEÇİLERİ KAÇIRMAK....
💥💥💥💥💥
Yüzyıllarca İç Anadolu ve Toroslarda Afşarların beslediği tiftik keçileri et süt yün ihtiyaçlarını sağladı zaman içerisinde tiftik keçisinin yünleride dünya çapında nam saldı.
Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu.
Tiftik kumaşlarının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi Avrupa’da ’Ankara Keçisi’ (Angora goat) adıyla anılmaya başladı.
Tanzimat fermanı ilan edildiğinde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı Nallıhan ve Kalecik’te
1355 tiftik tezgahı bulunmakta ve her yıl 20.000 top kumaş yurt dışına satılmaktaydı .
Keçileri Nasıl Kaçırdık ...
Kendisini padişah Abdülmecid'e Müslüman olmaya çok yakın bir Hıristiyan din adamı olarak tanıtan İngiliz Albay Henderson,
Ödemişte yol yapımımı için uğraşan mühendisler Kel Dağda öyle bir yere gelmişlerki tıkanmışlar, yolu nereden devam ettirecekleri konusunda kararsız kalmışlar. Oralarda keçi otlatan bir Yörük bir haftadır hiç çalışma yapılmamasını merak etmiş ve Karayolları ekibinin yanına varmış;
-“Hayrola hemşerim. Bir haftadan kelli iş yürütmüyorsunuz?”
-“Yok çoban kardeş. Yolu nerden devam edeceğimiz konusunda teknik araştırma yapıyoruz. Toprak ve kaya örnekleri gönderdik. Tahlillerden sonra planı işleteceğiz.” Yörük yüzünde alaycı bir gülümseme ile,
-“Bundan kolay ne var? Toz kireç varsa, ben size hallederim!” Tahlil sonuçlarını beklemekten canları sıkılan mühendisler eğlence bulmanın sevinciyle,
-“Olmaz mı elbette var. Peki ne yapacaz?”
-“Şimdi bu kireç çuvalını benim eşeğe yüklücez. Dabanındanda delecez.
Akatlar’da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: “Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım,
Hocam ne yapalım?”
“Sohbet ediyor musunuz?”
“Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.”
“Kaç yaşında?”
“On yedi yaşında.”
“Mesela ne diyorsunuz?”
“Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını,
arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.”
“Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.”
“Evet.”
“Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.”
“Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini