Bir önceki floodum çok uzadığı için bunu ayrı yazma gereği duydum. Aslında bu flood, dün yazdığım floodun devamı niteliğindedir.
Blitzkrieg Almanca'da yıldırım savaşı anlamına gelir. Yüksek hız ve derinlemesine taarruza dayanan ve düşmanı şaşırtıp teslim
⬇️
olmaya zorlayan bir taktiktir. Almanların 42 gün içerisinde koca Fransa'yı işgal etmesine vesile olan şey buydu işte.
1. Dünya savaşına kadar cephelerde hep piyadeler ve süvariler savaşmıştı. Eski silahların tahrip gücü çok fazla olmadığı için cephede esas olan toplu hücum,
toplu savunmaydı, yani hat savaşı. Tüm askerler sıkışık nizamda saflara girer ve topluca hareket ederdi. Eğer toplu hücum esnasında birileri fazla ileri gidip düşman hattını geçerse, orada desteksiz kalır ve düşman kendisine her iki kanattan saldırarak işini bitirirdi. Bu
sebepten dolayı hattı bozmamak esastı. Bu savunma için de geçerliydi.
Fakat 1. dünya savaşında ateşli silahların tahrip gücü o kadar artmıştı ki, artık piyadeler nasıl saldırırsa saldırsın, düşman birkaç makineli tüfekle işini bitiriyordu. Hal böyle olunca avantaj saldıran
değil, savunan tarafta olmaya başladı. Sonuç olarak 1. dünya savaşında herkes savunmada, yani siperlerde çakılıp kalmıştı. Bu sebepten dolayı 1. dünya savaşı, tarih kitaplarında siper savaşı olarak geçer. Savaş öyle bir hal almıştı ki, siperden kafasını kaldıran doğrudan
eşek cennetini boyluyordu. Artık siperlerde kilitlenip kalmış olan bu savaşı çözmek için farklı yöntemler bulunmalıydı. Almanlar zehirli gaz icat edip denediler, ancak kayda değer bir başarı sağlayamadılar. Zira askerler gaz maskesi takarak bu yeni saldırıyı kolayca bertaraf
edebiliyordu. İngilizlerse yeni bir savaş makinesi icat ettiler: Tank.
Tanklar ilk olarak 15 Eylül 1915'te İngilizler tarafından Somme Muharebesinde kullanıldı. Bu savaşta tanklar piyadelere destek amacıyla kullanıldı. Piyadeler, arazide ilerleyen tankların arkasına saklanarak
ilerliyordu. Tank hem zırhlı gövdesiyle piyadelere siper oluyor, hem de makineli tüfeğiyle koruma ateşi ederek piyadelerin pozisyon almasına yardımcı oluyordu. Fakat piyadelerin yavaş ilerleyişi ve o dönemde tankların da ağır oluşu nedeniyle istenen etki tam sağlanamamıştı.
Fakat yine de ileri görüşlü bazı subaylar bu tankların ileride savaş alanlarının hakimi olacağını öngörmüştü.
İngiliz askeri teorisyen ve askeri tarih yazarı Liddell Hart (Sir Basil Henry Liddell Hart), savaşta düşmanın beklediği yere saldırmanın ağır kayıplara neden olduğunu
ve başarı şansını azalttığını yazmıştı. Saldırı düşmanın beklemediği yerden yapılmalı ve yaratıcı taktikler uygulanmalıydı. Hart, özellikle Napolyon'un harekatlarını incelediğinde şu kanıya varmıştı: Bir komutanın sahip olduğu güç ne kadar fazlalaşırsa, komutanın harekatları
o denli ağır ve akıllı taktikten yoksun, kaba saldırılar şeklinde olur. Elinde az askeri olan komutansa daha yaratıcı taktikler uygular. Hart'ın anlattığı yüksek hıza bağlı taktikler, Versailles antlaşması sonrası fazla asker bulunduramayan Almanya için yol gösterici olmuştu.
Genç Alman subaylar harıl harıl Liddell Hart'ın yazılarını okuyordu.
İngiliz tank subayı PCR Hobart (Sir Percy Cleghorn Stanley Hobart), 1920'li yıllarda tankların piyadelerden bağımsız ayrı bir güç olarak kullanılması gerektiğini ve bu tankların yarma harekatlarında
çok başarılı olabileceğini söylemişti. Hobart, 1927 yılında İngiliz ordusunda deneysel bir tank tugayı kurulmasını sağlamış, tanklarda çift yönlü telsiz sistemi kullanmış ve kendi geliştirdiği bu sıradışı taktikleri uyguladığı saha tatbikatlarında deneyerek olumlu sonuçlar
almıştı. Hobart'ın yazdıklarına tutucu İngiliz generaller burun kıvırdılar ve bu ilerici adamın önünü kestiler. Hobart'ın, başında bulunduğu tank tugayını büyüterek tank tümenine çevirme arzusu da böylelikle baltalanmış oldu. Hobart kendi ülkesinde fikirleri anlaşılamamış bir
askerdi. Aslında Hobart, Blitzkrieg'in mucidiydi.
Fikirleri anlaşılmamış bir başka asker ise Fransız General De Gaulle'dü (Charles André Joseph Marie de Gaulle). De Gaulle, yazmış olduğu Vers L'armée de Metiér kitabında tankların aktif kullanıldığı geleceğin hareketli savaş
taktiklerinden bahsediyordu. De Gaulle'ün anlattıklarına tutucu Fransız generaller de burun kıvırdılar. Piyadeler olmadan tanklarla savaşılır mıymış hiç? Bu yeni yetme subaylar da amma uçmuş yani.
Gerek Fransa'da, gerekse İngiltere'de ordu içindeki muhafazakar subaylar bu yeni
taktikleri küçümsüyordu. Ne de olsa 1. dünya savaşını piyadeler kazanmıştı. Hem Almanlar yenilmişlerdi bi kere, elindeki kısıtlanmış ordusuyla bir daha ne diye saldıracaklardı ki sanki?
Özellikle Hobart'ın tank taktikleri, kendi ülkesinde kimsenin dikkatini çekmemişti.
Oysa Almanya'da onun yazdıklarını büyük bir ilgiyle okuyan biri vardı: Hans Guderian.
General Hans Guderian, Hobart'tan öğrendiği bu yeni taktikleri 1930 yılında Almanya'da denedi. O yıl Berlin yakınlarında yeni kurulan 3'üncü Kraftfahr Abteilung'a (Motorize Araçlar
Departmanına) komutan olarak tayin edildi. Burada 2 yıl boyunca sahte tanklar ve sahte toplarla tatbikatlar yaptı. Kullandığı tanklar ve toplar sahteydi, çünkü Versailles antlaşması gereği Almanya ağır silah bulunduramazdı. Guderian da tıpkı Hobart gibi (sahte) tanklarında çift
yönlü telsiz sistemi kullanarak tanklar arası koordinasyonu geliştirmişti. Almanya'da da gelenekçi muhafazakar generallerin sayısı bir hayli fazlaydı. Fakat Guderian hırslıydı. Yılmadan herkese bu taktikleri anlatıyordu.
Guderian, bir gün Opel firmasının ordu için ürettiği
askeri araçların sunumuna katıldı. Orada Genelkurmay Başkanı Fritsch de vardır. Sunum bitiminde konuklar gıy gıy çalan müziğin eşliğinde şampanya kadehlerini almış, nezih bir ortamda sohbet ederken ansızın Guderian ortaya çıkıp Fritsch'in yanına gider ve yüzünü ekşiterek
"Bu gösteriyi büyük bir başarısızlık olarak addediyorum. Bu araçlar amacına uygun üretilmemiş. Eğer tavsiyelerim dinlenmiş olsaydı şimdiye gerçek bir zırhlı kuvvete sahip olurduk" diye böğürerek oradaki seçkin konukların keyfini kaçırır. Guderian da tıpkı İngiliz ve Fransız
meslektaşları gibi eski kafalı gelenekçilerden illallah etmişti. Onu hiçkimse anlamıyordu. Fakat o, günün birinde kendisini anlayacak birini bulacaktı. Bu kişi Adolf Hitler'di. Hitler her ne kadar bir onbaşı olsa da, yenilikçi fikirlere açık bir liderdi.
Bir gün Guderian hakkında tuhaf şeyler duymuş olan Hitler, kendisini yanına çağırıp başbaşa konuşma fırsatı verir. Führere meramını anlatan Guderian'ın talihi o gün döner. Guderian, Zırhlı Birlikler Komutanı olur. Hitler'in desteği sayesinde Blitzkrieg taktiklerini sadece
astlarına değil, diğer generallere de benimsetir. Bunlardan biri de Erwin Rommel olacaktır.
Blitzkrieg'de cephe taarruzu yoktur. Bunun yerine düşmanın en zayıf olduğu noktadan taarruz edilerek derinlemesine ilerlenir ve düşman hattının arkasına geçilir. Düşmanın cephe arkasına
ulaşan birlikler hiç durmaksızın hızla yol katederek düşman birliklerinin arasına nüfuz eder. Böylelikle düşmanın, tıpkı bir örümcek ağı gibi çeşitli yerlerden etrafı sarılır. Diğer birliklerle bağlantısı kesilen düşman psikolojik olarak çöker. Ayrıca lojistik destekten de mahrum
kaldığı için teslim olmak zorunda kalır. Blitzkrieg'de düşman imha edilmez, tecrit edilir ve teslim alınır. Bu iş için mutlak gerekli iki şey vardır: Hava desteği ve hızlı ilerleyen zırhlı araçlar. Blitzkrieg doktrinini benimseyen Alman subaylar, bir tankta olması gereken en
önemli özelliğin hız olduğu konusunda hemfikirdir. Zırhlı birlikler düşman birliklerin arasında ilerlerken asla durmaz, piyadelerin ve destek birimlerinin gelmesini beklemez. İşte gelenekçi subayların anlam veremediği nokta budur. Lojistik destek olmadan tanklar orada ne
yapabilir ki? Ancak Guderian, tankların içine 3 günlük erzak ve mühimmat koymanın yeterli olduğunu söyler. 3 gün içinde netice alınamazsa zaten karşılarında yenilemez bir düşman var demektir. Guderian'ın parolası şudur: "Sürekli ilerle, geride her ne oluyorsa canı cehenneme."
İşte 2. dünya savaşının başlarında Almanya'ya üstünlük getiren başarının anahtarı buydu. Fransızlar bunu anlayamamıştı. Ayrıca Fransız tanklarının telsizleri tek yönlüydü. Sadece karargahtan emir alabiliyor, ancak kendi durumlarını karargaha anlatamıyorlardı. Oysa Alman tankları
çift yönlü telsiz sistemiyle donatılmıştı. Sadece karargahla değil, diğer tanklarla da iletişim halindeydiler.
Almanlar Hollanda üzerinden Belçika'ya saldırdıklarında müttefik güçler de onları karşılamak için Belçika'ya girdiler. Ancak ilerlemeleri çok zordu, zira Almanlar
onların önüne sıradışı bir barikat çıkarmıştı: Mülteciler!
Almanlar, Hollanda ve Belçika'da yerel radyo kanallarının frekanslarına girerek sivil halka "Almanlar şehri bombalayacak, hemen şehri terk edip güvenli olan Fransa'ya gidin" diye anons geçiyordu. Bu anonsların kendi
yetkililerinden geldiğini zanneden sivil halk panikledi. Toplayabildikleri bütün eşyalarını yanlarına alıp panikle yollara dökülen bu sivil mülteciler, otomobiller, at arabaları, el arabalarıyla yollarda trafiği tıkadılar. Fransız askeri araçlar, önlerine çıkan bu insan
kalabalığını aşıp cepheye gidemiyordu. Fransız askerler sivillere "yolun dışından yürüyün, bize yolu açın" diyordu. Ancak Alman savaş uçakları, yolun dışına çıkan bir sivil gördü mü hemen taciz ateşi açarak onları tekrar yola sürüyordu. Uçaklar, sivilleri adeta koyun sürüsü güder
gibi güderek Fransız askerlerin önüne çıkarıyordu. Fransız askerler o sıkışık trafikte saç baş yolarken çok değerli vakitleri beyhude geçirmiş oldular. Anlaşılan Almanlar derslerine çok iyi çalışmıştı.
Aslında Fransız tankları yolun dışına çıkarak arazide de ilerleyebilirdi.
Fakat gelenekçi zihniyete sahip Fransız generaller, tankların piyade desteğinden uzaklaşmamaları gerektiğini düşündüğü için, tanklar aktif bir şekilde kullanılamadı. Oysa Fransızların Almanlardan çok daha fazla tankı vardı. Ne var ki bunları etkin bir şekilde kullanmayı henüz
bilmiyorlardı. Bilenleri de dünlememişlerdi.
Alman General Rittel von Thoma, savaştan sonraki bir söyleşisinde şunları söylemiştir: "De Gaulle'ün kitabının Almanca çevirisini okudum... O vakit Fransızların De Gaulle'ün fikirlerini kabul edip etmeyeceklerini merak
ediyordum. Şükür ki etmemişler."
Alman panzerleri Paris yolunda o kadar hızlı ilerliyordu ki, zırhlı aracın içindeki askerler, yolda gördükleri geri çekilen Fransız askeri konvoylarını görebiliyordu. Alman panzerleri bunlarla münakaşaya girmeden yanlarından geçip gidiyor,
tabiri caizse onları solluyordu.
Erwin Rommel, Sedan savaşında hayalet tümen komutanı olarak Fransa'da ün kazanınca Hitler onu Kuzey Afrika'ya gönderdi. Orada faşist İtalyanlar, İngilizler tarafından tokatlanmıştı. İngilizler Rommel'le karşılaşınca tokatın hasını yediler.
Rommel'in zırhlı birlikleri hiç umulmadık bir yerden çıkıp etraflarını sarıyor, onları her seferinde dumura uğratarak yenilgi üstüne yenilgi yaşatıyordu. Rommel, çölde kamyonlara daireler çizdirerek büyük bir toz bulutu kaldırıyor, ve tanklarını bu toz bulutunun içinden geçirerek
saldırıyordu. Devasa toz bulutunu gören İngilizler, o an üzerlerine binlerce tank geldiğini zannederek silahlarını bırakıp kaçıyordu. Rommel bu şekilde sayısız yanıltma taktikleri kullanarak, çok az sayıda tankla zaferler kazanıyordu. İngiliz askerler sürekli
Alman taarruzlarından köşe bucak kaçtıkları için kendilerine çöl fareleri diyordu. Rommel ise çöl tilkisi olmuştu.
Rommel de savaştan önce İngiliz tankçı Hobart'ın yazılarını okuduğunu, ve görünüşe göre İngiliz subayların bunları hiç okumamış olduğunu söylemiştir.
Hollanda'ya inen paraşütçüler:
10 Mayıs 1940 günü Hollanda'da bulunmuş olan herhangi biri, Alman uçaklarından onbinlerce paraşütçü atladığına yemin edebilirdi. Oysa Almanların toplamda sadece 4 bin paraşütçüsü vardı. Geri kalanlar paraşütçü süsü verilmiş plastik maketlerdi.
Bunların savunmacılar üzerindeki psikolojik etkisi yıkıcı olmuştur.
Eben-Emael Kalesi:
Belçikalıların 2. dünya savaşından kısa süre önce (1935'te) inşa ettikleri muazzam bir kaledir. Bu kale, o zamana dek yapılmış en büyük ve en güçlü kaleydi. Müttefikler bu kalenin Almanları
durduracağını, durduramazsa bile en azından bir süreliğine oyalayacağını düşünüyordu. Oysa durumdan haberdar olan Almanlar bu kalenin bire bir kopyasını kendi topraklarında inşa edip üzerinde talimler yaptılar. Bu sayede kalenin tüm zayıf noktalarını keşfedip, nereden nasıl
saldıracaklarını öğrendiler. Yine de bazı noktalarda askerlerin kendisini feda etmesi gerekiyordu. Beyni yıkanmış Alman askerleri için bu sorun değildi. Kale Almanları durdurmak şöyle dursun, hızlarını bile yavaşlatmadı. Almanlar sadece 85 askerle kaleyi birkaç saat içinde
ele geçirdiler.
Tüm bunlardan şu anlaşılıyor ki, sınırlı askere ve sınırlı kaynaklara sahip olan Almanlar derslerine çok iyi çalışmıştı. Fransızlarla İngilizler ise sahip oldukları devasa ordularına ve 1. dünya savaşını kazanmış olmanın verdiği rehavete kapılmıştı. Fransa'nın
işgali, yenilikçi fikirlere kapalı olmanın ne denli tehlikeli olabileceğinin yaşanmış en somut örneğidir.
Aslında Blitzkrieg taktiğini 2. dünya savaşından çok daha önce uygulamış dahi bir komutan vardı: Gazi Mareşal Mustafa Kemal (Atatürk).
Büyük taarruz esnasında
Mustafa Kemal Paşa, tanklar yerine süvarileri kullandı. Cepheden toplu saldırı yerine düşmana belli noktalardan saldırıp cepheyi kolayca yarmış ve düşman hatlarının arkasına ulaşarak Yunan savunmasını saatler içerisinde felç etmiştir. O savaşta Türk Ordusu'nun hızı karşısında
şaşkına dönen Yunanlar selameti kaçmakta bulmuş ve 9 Eylül 1922'de İzmir'de denize dökülmüştür.
Mustafa Kemal Paşa'nın "hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, ve o satıh bütün vatandır" deyimi de aslında klasik hat savunması anlayışından vazgeçtiğini gösterir bize. Buna
göre cephe komple hat şeklinde geri çekilmiyor, bir grup geri çekilirken diğerleri mevzisini koruyarak savaşa devam ediyordu. Hat savunmasına alışkın olan Yunan birlikleri, ilk kez gördükleri bu yeni savunma taktiği karşısında afallamış ve çözülmüştü.
Mustafa Kemal Atatürk'ün,
özellikle Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruz'da uyguladığı taktikler yıllarca diğer ülkelerin harp okullarında da ders olarak okutulmuştur.
Bugünlük de bu kadar diyerek floodumuzu burada sonlandıralım. Aslında bu konular üzerinde yazılacak çok şey var ama neyse. Neticede burası
twitter, askeri forum sitesi değil.
Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Chomarius anatolia - Doğu Akdeniz coğrafyasında yaşayan bir memeli türü. Ortalama yaşam süreleri erkeklerde 55-65 iken, dişilerinde 90, 100,110... Allah ne verdiyse yaşar.
Anadolu çomarı paranın harcanacak bir şey olduğunu bilmez. Onlara göre para
⬇️
biriktirmeye yarar. Kazandıkları tüm parayı, üç öğün bulgur pilavı yiyerek biriktirdikleri için genellikle zengin olurlar. Ayrıca para kazanmak onlara göre her şeyden çok daha önemlidir. Bu yüzden ticaret ahlakı, işini iyi yapmak gibi kavramlar onlara pek bir şey ifade etmez.
Sürekli para biriktirmek arzusu içinde olduklarından, avanta yemeye pek meraklıdırlar. İşte bu yüzden her daim iktidar partisini destekler, hiç ihtiyacı olmamasına rağmen bir çuval kömür için dahi yurttaşlık görevi olan oyunu satmaktan çekinmez. O kömürü ısınmak için değil,
İlk evlendiğimizde eşimin köyü olan Bostanbaşı beldesinde her yer bağ bahçeydi. Fakat her şehirde olduğu gibi Malatya'da da şehirleşme batıya doğru kayıyordu ve sırada Bostanbaşı'nın olduğu gün gibi belliydi. Ben de biraz para kazanıp oradan 2 dönüm arsa alayım diye
⬇️
düşünüyordum. O zamanın parasıyla 50 bin lira yeterliydi. Ne de olsa henüz imara açılmamıştı oralar.
Gelgelelim bütün işlerim ters gitti. Değil 50 bin kazanmak, oturduğum evin kirasını ödeyemediğim zamanlar oldu. 2-3 yıl sonra da oralar imara açıldı ve devasa inşaat projeleri
başladı. Oralar sonradan şehir oldu. Her bloğu 10-15 katlı devasa süslü siteler yapıldı oraya. Eşimin ailesinin yanına her gidişimde o siteleri görür ve içimden "ah ulan kahpe felek, zamanında şurdan 2 dönüm yer alabilseydim şimdi 10 tane evim olmuştu" diye düşünüp hüzünlenirdim.
"Tanrı bizim yanımızdaysa, onların yanındaki kim?"
Saving Private Ryan filminden...
12 Mayıs 1940, Ardennes:
Fransa'nın Lüksemburg sınırında birkaç küçük kasabadan oluşan şirin bir bölge olan Ardennes (Ardenler)'de hayat son derece sakin,
⬇️
huzurlu ve belki birazcık da sıkıcıydı. Bir tarafında yemyeşil ormanı olan bu bölge sütü, peyniri, şaraplarıyla tam yaşanacak sakin bir cennet bahçesiydi.
Kuzeyde, uzaklarda bir yerde Fransız ordusu Almanlarla savaşıyordu. Ancak Ardenler oradan uzaktaydı. Zaten savaş
Fransızların lehine gidiyor, cepheden güzel haberler geliyordu. Dolayısıyla bu bölgede herhangi bir tehlike görülmüyordu. Sabah insanlar evlerinden çıkmış, kimi inekleri sağmak için ahıra girerken, kimisi dükkanını açmış, gelen müşterilerini bekliyordu. Çocuklar da okula
Malum, habire sallanıp durduğunuz şu günlerde hepimizin içinde tekrardan deprem fobisi oluşmaya başladı. Peki siz binaları zangır zangır sallayan ve hatta yıkan, devasa kıtaları yerinden oynatan o büyük gücün nereden geldiğini biliyor musunuz? Nedir bu
⬇️
devasa enerjinin kaynağı? Okuyalım efendim, yavaş yavaş. Hadi kahvenizi çayınızı alın, başlayalım.
Dünyamızın yarıçapı yaklaşık 6.300 km'dir. Ve bunun sadece 30 km'lik kısmı soğumuş katı kabuktur. Gerisi eriyik halde magmadan oluşur. Yani kesitsel olarak düşünürsek, katı olan
kabuk kısım dünyanın %1'inden daha azını oluşturur. Dünyamızın %99'dan fazlası ise sıvı haldedir. Eğer dünyamızı bir kuru soğana benzetecek olursak, katı olan kısmı ancak o soğanın en dışındaki zarı kadardır. Neredeyse tamamı sıvı halde olan bir gezegende yaşadığımızı unutmayın.
Eski insanlar gerçekten sağlıklı mıydı?
Pek çok insan, eski insanların doğal beslendiği ve sürekli hareket ettiği için kalp hastalıklarına yakalanmadıklarını düşünür. Ayrıca bulaşıcı hastalıkların da yerleşik hayata geçtikten sonra ortaya çıktığı düşünülür. Kanser mi? Amaan o
⬇️
zaten yapay beslenmenin bir sonucudur. Onlara göre bu hastalıklar modern insanların problemidir. Gerçekten de öyle midir acaba?
BUZ ADAM ÖTZİ:
1991 yılında İtalya-Avusturya sınırındaki Alp dağlarında bir insan cesedi bulundu. Ceset soğukta bozulmadan kalmayı başarmıştı. Bilim
insanları ceset üzerinde çalışmalar yaparak bu cesedin tahminen 5.300 yıl öncesine ait olduğunu saptadılar. Cesede bir isim de koydular: Buz Adam Ötzi.
Ötzi adeta zamanda yolculuk yaparak günümüze ulaşmıştı. Ötzi, ölmeden önce kayaların arasında güvenli bir yere saklanmış ve
10.000 kişilik bir ordunun, 200.000 kişilik orduyu sadece 600 kayıp vererek yendiği inanılmaz ve bir o kadar da korkunç bir savaştır. Savaş , antik çağda Roma İmparatorluğu ile Antik Britanyalılar (Britonlar) arasında yaşanmıştır.
Olaylar Kuzey
Britanya'nın Norfolk bölgesinde başladı. Roma İmparatorluğu'na bağlı bir Kelt kabilesi olan İceni kabilesinin kralı Prasutagus'un ölümünce, kralın vasiyeti gereği tahtı karısı (Kraliçe) Boudica'ya, kızlarına ve Roma İmparatorluğu'na ortaklaşa olarak miras bıraktı. Ancak Roma
kanunlarına göre kadınlar ülke yönetemez, varis de olamazdı. Dolayısıyla Roma böyle bir mirası kabul etmedi. Procurator (Roma savcısı) Catus Decianus, Boudica'nın tüm mülkünü haczettirdi. İceni krallığı fethedilmiş varsayılarak Roma İmparatorluğu tarafından ilhak edildi.