#AhmetErhan, #HüseyinAtabaş ve #BehçetAysan, 17 Mayıs günü 'Ankara Sanatseverler'deki edebiyat akşamındalar. Bir daha asla sahip olamayacağımız kanlı canlı tanıklıklar...
"Yağmurlar da diner moruk
Gökyüzüne bakmayıveririz bir gün
Zaten üç damla suyun bir avuç toprakla çarpımından doğdum ben
Bunun için çamura kestim son günlerde
Sen hiç Bob Dylan dinledin mi
Hiç dün gece dinledin mi
Şarabı rakıyla karıştırıp
Saatler moruk saatler..."
Yıllar evvel Ahmet Erhan için şöyle yazmışım:
"ben de kızdım elbette ara sıra
bizden Ahmet Erhan'ı alıp
Bilal'i veren tanrıya..."
Başka da bir şey yazmak istememişim. Yetmiş içime. Ne bileyim, bu kadar zırva tip varken hey koca tanrı, bir güzel şairi almak oldu mu bunca erken!
Neden bilmem, içimi en çok sıkan #AhmetErhan fotoğrafı bu... Dünyalar güzeli #AsafKoçak ile karşılıklı oturmuş Ahmet Erhan. Asaf Koçak'ın sırtının hafif dönük oluşu, Madımak'ta her şeyi kös kös seyredişimizi hatırlatıyor belki de bilemiyorum. Biz, kendimize neler yapmışız!
“Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..."
Bir canımız Ahmet Erhan ile Doğu Perinçek ilişkisini sordu. O Perinçek bu Perinçek değildi. Ahmet Erhan, ömrümün son yıllarında, değişen Perinçek'e çok sağlam eleştirilerde bulunmuştur ve büsbütün karşı durmuştur.
Ahmet Erhan bugün yaşasa çok daha ağır konuşurdu. Eminim.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Yaşar diye kadın adı mı olur? Olmuş işte. Babası salyangoz fabrikasında çalışıyordu Yaşar'ın. Arkadaşlarına Ayşe diye tanıtıyordu kendini. Alay ediyorlardı çünkü sürekli. İnsana adını bile söyletmezler çoğu yerde. Hele hele bu canına yandığımın yerinde, nefes bile aldırmazlar...
Burnunun kenarında küçük bir ben vardı. Bundan da utanırdı Yaşar. Bir defasında ben yerine gamze demişti de buna bile kikirdemişti mahalledeki yellozlar. Ne var ulan insan karıştırmışsa? Dünyanın sonu mu? Kendileri çok matah bir şeyler sanki. Yaşar'ı kızdırır dururlardı her gün.
Esasında güzel kızdı Yaşar. Bir defa nefis gülerdi. O bir odanın içinde gülünce, oda genişler; rahat, ferah, insanca, yaşanılası bir yere dönüşürdü. Islıkla şarkı söyler gibi neşeli bakardı bakınca. Onu görenler keyifleniyor, mutlu oluyorlardı. En çok da yaşlılarla iyiydi arası.
Tramvay cumhuriyeti temsil ediyor, at arabası ise laiklik karşıtı geri düşünceleri. Bir şekilde hep cumhuriyet devrimlerinin önüne geçmeye, irticayı büyütmeye çalışmışlardır aydınlanma düşmanları. Örümcek ağı bağlamış fikirlerle tutsak ettiler yurdu. Fakat o prangalar kırılmalı.
"Türkçe karşılığı geriye gitmek olan irtica, her çağda başka mana kazanıyor.
Milyonlarca yurttaş müspet bilgiye, binlerce köyü okula kavuşturmak gibi ileri bir dava dururken 'memleket irfanına din yoluyla hadim olmaya çalışma’ bir geriliktir.”
Hep söylüyorum, eskiden de yoksulduk ama hurda haşat da olsa temiz elbiseler giymeye, yamalı da olsa elden geldiğince kendine özen göstermeye çabalayan bir duygu ve zihin açıklığına sahiptik. Bugün ise yoksulluk doğrudan insan onur ve haysiyetini hedef alıyor. Artık daha zor!
"İnsan hayatı karnı doyduktan sonra" başlar demişti Fransız bir karikatürist dostum. Kendini düşünmeye, sevmeye, birbiriyle iletişim kurmaya, birbirine değer vermeye idrak ve çaba gücü bırakmayan bir yoksulluk, daha doğrusu sefalet var. Bazı evler yangın yerleri gibi!
Bu insanlara şiiri, şarkıyı, tiyatroyu da götürelim ama evvelâ eşdeğer bir eşitliğin inşası için çaba gösterelim.
Haziran'dan sonra işimiz çok çok daha zor olacak. Seçimin nasıl sonuçlanacağı da bunu değiştirmeyecek. Birbirimizle ilgilenmeye mecburuz! Hiçbir yer güvenli değil!
Girit'i çeteler basmış. Herkes can derdinde. Şanslı aileler kaçıyorlar. Bay Yehor da telaş içinde eşi Rita'yı almış, düşmüş yollara. Köylü aile bu, kavga dövüş bilmezler. İnsan, insanı neden boğazlar? Bunu da bilmezler. Yok ki içlerinde şuncacık kötülük. Neleri varsa bölüşürler.
Güç bela varmışlar sahil yoluna. Limanda, kayık kiralayanların oluşturduğu kalabalığı görmüşler. Dertleri İzmir'e kaçmak, oradaki akrabalarının yanına ulaşmakmış. Fakat beş altın para istemiş gözü doymaz kayıkçılar. Kalmışlar çarşının ortasında. Geri dönmenin ise mümkünü yok!
Saat kulesinin altındaki gölgelikte kara kara düşünürlerken yaşlı bir kadın yanaşmış yanlarına. Oldukça güzel giyimli bir kadın. Kucağında bir bebek. Yalvaran gözlerle:
“Tanrı hakkı için yardım edin" demiş.
“Tanrı hakkı için bana ve bu günahsız yavruya yardım edin.”
Şu yaşıma kadar kültür sanattan sahici manada hazzeden üç beş kişi tanımışımdır sadece. Genel, zırvadan ve bir gösteriden ibaret. Yaşamla kendi arasında bir ilişki kurmak yerine hırsları ve şahsi egolarıyla kendi surlarının üzerinde yükselmeye çalışıyorlar. Üzgünüm, konu bu değil
Edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, resim, heykel daha nice alan var. Bütün bu sanatlar bir manada sıkıntıdan doğmuş olmalarına rağmen kendilerini var eden o sıkıntıyı çoğu zaman hallaç pamuğu gibi atıp ondan aydınlık ve düşsel yepyeni bir gerçeklik yaratmışlar. Yitirilen işte bu.
En güzel şiiri, hikâyeyi, tiyatro oyununu, sinema filmini, şarkıyı yapmak bir başına anlam ifade etmiyor. Bugün dümdüz ve basit bir metni dâhi okuyamıyor milyonlarca yurttaş. Okuduğunu kavrayamıyor. Çünkü düşünce, iletişimsiz bırakılıp bağlardan koparılınca çürüyor. Yozlaşıyor.
“Gecekondulardan ve kenar mahallelerden, hemen her evden birkaç kişi karakollara çekiliyor, değişik nedenlerle. Polis örgütünün karanlığı insanları müthiş sindiriyor. Ama ne yazık ki, aydınlarımız,içerdeki solcu gençler ölüm noktasına geldiğinde harekete geçiyorlar”
"Minibüs yolunda işçilerin üstü yazılı bezleri yırtıldı. Sopaları kırıldı. Güneş hışır hışır döndü. Asfalt yolda ‘İşçi hakkı yenmez, kursakta kalır!' diye haykıran işçilerden biri kurşun yarasıyla düşüp öldü. Güneş usulca çöp tepelerinin ardına çekilip söndü."