Size çarpıcı bir anımı anlatayım. Sene 2017, üniversite üçüncü sınıftayım, ateşli bir İslamcı insan hakları aktivisti olma yolunda ilerliyorum. Bir insan hakları eğitim programına katıldım. Çevreden tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz insanlar konuşmacıydı.
Yerel-ulusal, normatif-uygulamaya dair pek çok şey öğrendim. Temelde, bir Müslüman olarak insan hakları savunucusu olmanın önemini epey içselleştirmiştim. Ama beni en çok etkileyen şey başkaydı. Programın sonunda sözüne oldukça itimat ettiğim biri tarafından yapılan bir konuşma.
Konuşan kişi 2015-16 yıllarında Güneydoğu'da yapılan Hendek Operasyonları'nda çok sayıda sivil öldürüldüğünü, okul duvarlarından, yaşlı kadınların sırtlarından helikopter mermileri çıktığını vs. söylemişti. Sadece etkileyici değil, bu benim için inanılmaz bir yıkımdı da.
Türkiye'ye, devlete, hükumete, verilen onca mücadeleye büyük anlamlar yükleyen bir gençtim sonuçta. Toz konduramadığım Türkiye Cumhuriyeti devletinin böyle bir şey yapabilmiş olması inanılmaz sarsıcıydı. Üstelik bunu söyleyen İHD'nin radikal tipleri falan da değildi yani.
Devlet, bayrak, milli duygular... Dünyam başıma yıkıldı. Cidden bakın, hiç abartmıyorum aynen böyle oldu. O kadar anlamsızlaştı ki o zamana kadar kıymet verdiğim mücadele, kutlu dava, onca emek. Yani günün sonunda bunun için miymiş dedim kendi kendime. İnanılmaz etkilendim ya.
Epey bir süre bunun etkisi altında kaldım. Burası Türkiye, tabii başka olaylar da oldu. Neticede devlete karşı reflekslerim epey katılaştı. Neyse, aradan bir vakit geçti. Bir komiser arkadaşımla muhabbet ederken konu bu meselelere geldi. Ben de ufaktan şöyle böyle, bahsettim.
Arkadaş epey şaşırdı. Net bir dille itiraz etti. Çünkü çok yakın bir zaman önce o da Hendek Operasyonları'na katılan özel harekatlardan korkunç şeyler dinlemişti. O dönem özel harekat tarihinin en ciddi kayıpları verilmişti, ben de biliyordum ama bu hiçbir şeyi meşrulaştıramazdı.
Arkadaş sahada olanları aktardı. Sivillere zarar gelmesin diye ısrarla kara operasyonu yapılması, Kur'an'ın altına kurulan bomba düzenekleri, yaşlı kadınların kurye olarak kullanılması, teröristlerin okullara sığınması vesaire. Sahadakilerin anlattığı hikaye bambaşka.
Sahadaki adamın psikolojisi yerle bir olmuş. Herkes arkadaşlarını kaybetmiş, operasyonlardan sağ çıkanlar ciddi psikolojik tedaviler görmüş. Baya baya siviller katledilmesin diye olmuş bunlar yani. Siviller ölmesin diye, devlet yetişmiş silahlı kuvvetlerini feda etmiş.
Benim için ikinci yıkım da bu oldu. İnsanların sözüne fazla itimat ettiğimi, başkalarının ideolojik önyargıları ile zehirlendiğimi, düpedüz manipüle olduğumu fark ettim. Bu olaydan bana iki büyük ders kaldı:
1-Kimsenin sözüne koşulsuz güvenme.
2-Tek tarafı dinleyip hüküm verme.
İlave bir ders olarak da o gün bugündür insan hakları raporlarına, insan hakları aktivistlerinin mübalağalı anlatımlarına sorgulayıcı ve eleştirel gözle bakıyorum. Kim olursa olsun. Ağzından asla yalan çıkmayacak biri dahi olsa bu tür konularda net hüküm vermiyorum.
İnsan hakları ile fazla iştigal eden insanlar, bir noktadan sonra ciddi bir ideolojik körlük yaşamaya başlıyor. Devlet, insan hakları aktivistlerinin gözünde ciddi bir öcü, Leviathan. Bu bakıştan sağlıklı bir yaklaşım çıkmaz, çıkmıyor. İtidalli olmak gerek.
Devlet kurumu sürekli sınırı aşan, dizginlenmesi gereken bir kurum, buna itirazım yok. Ama devlet bizim düşmanımız değil. Devleti düşmanca bir karşıtlıkla yorumlarsak, doğru olana ulaşma ihtimalimiz ortadan kalkıyor. İtidalli düşünce için düzgün bir devlet tasavvuru şart.
Neyse, sonuç olarak böyle istatistiklere falan bakıp manipüle olmayın diye anlattım bunu. Sorgusuz sualsiz devleti ibra etmiyorum ama göze soka soka verilen bu tür istatistiklerin muhtemelen bir açıklaması vardır.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Sol zihniyetin bu ülkeye pozitif anlamda hiçbir şey katamayacağının en net göstergesi, benim gözümde barolardır. Avukatların ciddi bir kısmı piyasadan dolayı kan ağlıyor fakat hiçbir baronun umrunda değil bu durum. Fildişi kulelerinden iktidar eleştiriyor baroları yönetenler.
Sadece iki şeyi yapsalar, piyasadaki avukatların ciddi bir kısmı rahatlayacak. İlki hasar danışmanlık şirketleri ile mücadele etmek. İkincisi, anonim şirketlerdeki avukat bulundurma zorunluluğunun takipçisi olmak. Esas işleri bunlarken onların en büyük derdi seçimlerdi.
Şu rakamlara bakın. Bunun ekmeğini, yüz tane hasar danışmanlık şirketi / sahtekar hukuk bürosu yiyor. Sadece bunun önüne geçmek bile, avukat başı aylık geliri 10-15 bin lira artırabilir. Sadece bu ya. Umurlarında değil.
6284 sayılı kanun, yaklaşık 4-5 senedir İstanbul Sözleşmesi ile birlikte gündemimizde yer ediyor. Birileri tarafından kutsanan, birileri tarafından şeytanlaştırılan bu kanun, ne yazık ki bağlamından koparılarak tartışılıyor.
Öncelikle bu kanunun, hukukumuza İstanbul Sözleşmesi ile birlikte geldiğini söylemek gerek. Zaten halen daha 2'nci maddesinde İstanbul Sözleşmesi'ne atıf var. Kanunun hazırlanmasındaki temel amaç ise kadına şiddetin ve aile içi şiddetin önlenmesi.
Sözleşmeye artık taraf olmadığımız için, kanun bu atıftan arındırılmalı ve artık sözleşmeden bağımsız olarak; şiddetin önlenmesi ve aile içi şiddet nedeniyle daha fazla can kaybı yaşanmaması amacına yönelik tartışılmalı.
(1/24) 18 Kasım 2002 Pazartesi günü ana haber bültenlerinde bomba gibi bir haber vardı. Bir buçuk yılda on bir kız çocuğuna tecavüz etmiş, uzun zamandır aranan, bütün köşe başlarında robot resmi bulunan ve başına o dönemin parasıyla 100 milyon ödül koyulmuş,
(2/24) kamuoyunda “Ümraniye Sapığı” olarak bilinen Bilal Akyıldız önceki gece kıskıvrak yakalanmıştı. Bu sansasyonel bir haberdi, zira 1,5 senedir Ümraniye halkı, çocuklarının güvenliğinden ciddi endişe duyuyor, sapığın bir an önce yakalanması için yetkilileri göreve çağırıyordu.
(3/24)Neyse ki robot resmi kamuoyuyla paylaşılmış olan Ümraniye Sapığı, komşu ihbarıyla bakkalda alışveriş yaparken jandarmalar tarafından yakalandı. TV'ler bu haberi “Ümraniye Sapığı olarak bilinen Bilal Akyıldız yakalandı” başlığı, sapığın boy boy fotoğraf ve videolarıyla verdi