Tıp mesleğine karşı ölçülü bir şüphecilikle karışık saygım var diyelim. Genellikle doktordan ve ilaçtan kaçınmaya çalışırım. Fakat iş ciddiye bindiğinde elbette profesyonel tıptan medet umarım.
Kalbime stent takılmasını büyük hayranlık ve şükranla izledim. Büyük kızım iki yaşında geçirdiği bir göz ameliyatıyla kör olmaktan kurtuldu. Dişçilerimin ustalığını her zaman takdir ettim. Optometri gibi sıradan bir şeyin dahi ne büyük nimet olduğunu on yaşımdan beri bilirim.
Hakikaten feci derecede lüzumsuz bir açıklama, ama dünkü paylaşımıma gelen akıl dışı cevapları görünce bunları belirtme gereği duydum.
Dün paylaştığım dehşet verici istatistiklere yol açan dolaysız faktörleri bilmeyecek kadar salak olduğumu düşünmeniz beni şaşırttı. Elbette biliyoruz, a) teşhis standartlarının değişmesi, b) statik yaşam ve kötü beslenme, vs.
Fakat tıbbın kısıtlı penceresinden değil, tarihçinin global açısından bakarsak başka ve daha önemli bir şey görüyoruz. İki şey: 1) Dehşetli bir şekilde artan hastalık veya hastalık algısı. Dolayısıyla 2) dehşetli boyuta varmış bir ekonomik transfer.
Sayılar ABD’den olduğundan oradan devam edelim. 2021 yılında ABD’de ulusal gelirin %18 küsuru, yani 24 trilyon dolarda 4.3 trilyon dolar, sağlık harcamalarına gitmiş. Yani toplumsal pastanın %18’ini belli bir zümre (doktorlar, hastane sahipleri, ilaç firmaları vs.) elde etmiş.
Bu rakam 1960’ta %5, 1990’da %12 imiş. Demek ki neymiş? Tıp sektörü, toplumsal paylaşımdaki nispi gücünü 60 yılda dört katına yakın büyütmüş. Eskiden yüzde beş pay alırken yüzde on sekize çökmüş.
Çağdaş tıbbın zaferi dediğimiz bu.
Elbette çıplak zorla almamış, karşılığında birtakım hizmetler sunmuş, birtakım gerekçeler serdetmiş. Fakat tıbbi ve felsefi tartışmaların dar ufkunu bırakıp geniş açıdan bakarsak burada göreceğimiz şey net bir güç transferidir. Birileri kaybetmiş, birileri kazanmış.
Mesela okullar, bakkallar, şairler, ne bileyim balıkçılar, fabrika işçileri, yetimler, müzisyenler, köylüler, silah şirketleri, otopark mafyası, tavukçuluk sektörü... kaybetmiş. Tıp sektörü kazanmış. Bu bir zaferdir.
Modern tıbbın faydalarını felsefi düzeyde ayrıca tartışırız. Fakat ekonominin ve tarihin soğuk ışığında, hadisenin diğer herhangi bir kolektif güç gaspından farkı yoktur.
Mesela İspanyolların L. Amerika’yı kolonize etmesinden farkı yoktur. Onlar da bir zümre, bunlar da. Onlar da birtakım faydalar sundular (Katolik dini, demir silahlar, at, para...), karşılığında ulusal gelirin bir payına el koydular.
Ortalama hayatın uzaması, insanların saçma sapan şeylerden telef olmaması elbette iyi şeyler. İnsanlar bu yüzden tıp sektörüne servet transferini belli ölçüde haklı ve makul buluyor.
Ama ona bakarsan eğitimin parlaması, şehirlerin güzelleşmesi, şairlerin ödüllendirilmesi de iyi şeyler. Her durumda bir süre sonra ölecek insanların biraz daha yaşatılması neden bunlardan daha önemli olsun?
İnsanlar otomatik refleksle ‘sağlık önemli’ diyorsa, sakın öyle eğitildikleri ve şartlandıkları için olmasın?
4 buçuk trilyonluk güç öyle az buz bir şey değildir çünkü. Ve her iktidar, kendi gücünü meşrulaştıracak ve pekiştirecek söylemleri üretmekte mahirdir.
Katolik dini de Azteklerin dinine oranla iyi bir şeydi. Ve her İspanyol papazı “behey cahiller, Aztek gelip insan mı kurban edeydi” diye gürlemesini bilirdi.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Aş. yuk. 2005'den itibaren soykırım konusu Türkiye'de pozitif bir aşamaya girdi.
İlk dönüm noktası belki 1992'de Taner Akçam'ın küçük kitabının Türkçe yayınlanmasıydı. Agos'un çıkması ve H. Dink'in çabaları inkar surunda küçük de olsa bir gedik açtılar.
2005'teki Ermeni Konferansı dönüm noktasıydı. O tarihten itibaren eskiden mutlak tabu olan bu konu Türk kamuoyunda tartışılmaya başladı.
Dink'in katli bu süreci hızlandırdı. 2010'a doğru Türk basınının tüm önemli kalemleri, sağ olsun sol olsun, hatta İslamcı bilinenler dahil, 1915'i en azından bir 'trajedi' veya insanlık faciası olarak değerlendirme eğilimindeydi.
İsveç ve Finladiya'nın başına geçmiş birtakım şaklabanlar, muhtemelen şantaj altında ya da menfaat karşılığında, ülkelerinin geleceğini satmaya karar verirler.
80 yıldan beri sahip oldukları itibarın, zenginliğin ve huzurun temeli olan tarafsızlığı bırakıp ABD uydusu olmayı kabul ederler.
Bunun uzun vadede savaş anlamına geldiğini idrak dahi edemezler. Bu iki ülkenin NATO'ya girmesi Rusya'nın boğazını sıkmak demektir. Boğazını sıktığın insanlar (ve ülkeler) eninde sonunda tepki verir.