İtilay Profile picture
Jun 23 193 tweets 20 min read Twitter logo Read on Twitter
İbn Fadlan Seyahetnamesi adlı eserde bir arap seyyahın gözünden 10. yy Türklerine dair ilginç alıntılar ve olursa notlarım:
İbn Fadlan X. yüzyıl başlarında Abbasi Halifesi Muktedir (ölm. 320/932)’in divanında (sekreteryasında) çalışan kâtiplerden ve Mevlâlardan (Araplaşmışlardan)’dır.
Hayatı hakkındaki bilgilerimiz sadece, 309-310/921-922 yıllarında Halife Muktedir tarafından Etil (Volga) Bulgarlarına gönderilen elçilik heyeti sırasındaki hatıralarını anlattığı Seyahatnâme (el-Rihle)’sinde verdiği ilgilere dayanmaktadır.
Bu seyahatnâme X. yüzyıldaki Türklerin tarihi hakkında en canlı, en sağlam vesikalardandır. İbn Fadlan gibi kültürlü, mütecessis bir kişinin gözlemlerine dayanmaktadır. Veciz ve akıcı bir üslupla kaleme alınmıştır.
Devrindeki Oğuzlar, Bulgarlar, Ruslar hakkında son derece önemli bilgiler vermiştir. Bu arada bazı mübalağalar yapmaktan kurtulamamıştır.
İbn Fadlan’ın eserinden anlaşıldığına göre, bu sırada Abbasi Halifeliği içinde bulunduğu çeşitli problemlere rağmen Türk ülkelerinde İslâmiyet’in yayılması için Samanîlerle beraber büyük gayret sarfetmekteydi.
Bir taraftan kuzey istikametinde Harezmlilerin yardımıyla Bulgarlar, Hazarlar arasında, Samanilerin yardımıyla doğuda Karahanlı sahasında İslam dinini yaymaya çalışıyordu.
Bu işte sarayağası Nezîr elHaramî başrolü oynamaktaydı. Bulgarların Müslüman oluşunda, Halife’ye elçi göndermelerinde ve Halife’nin cevabi elçilik heyeti göndermesinde Nezîr el-Haramî öncülük etmiştir.
300/912 yılı civarında bu günkü Kazan şehrinin güneyinde bulunan Volga (Etil) Bulgarları hükümdarı İlteper Almış b. Şilki Müslüman oldu. Bu sırada Bulgarlar Yahudi Hazarlara haraç vermekteydi onların baskısı altındaydı. İlteper Almış Hazara karşı Halife’nin desteğini istiyordu.
309/921 yılına doğru Abdullah b. Baştu elHazarî başkanlığında Halife Muktedir’e bir elçilik heyeti gönderdi. Halifeden İslam dinini öğretecek din adamları, saltanat alametleri, Hazarlara karşı yapılacak bir kale için harcanacak para istedi.
Bu heyette Bağdat Sarayağası Nezîr el-Haramî önemli rol oynadı. Halife cevabî elçilik heyetinin gönderilmesiyle de onu görevlendirdi.
Nezîr el-Haramî gönderilecek heyetin başına azadlısı Sevsen elRassî’yi tayin etti. Yanına Türk ülkelerini iyi bilen Tigin el-Türki ile Bâris elSaklâbî’yi verdi.
Ayrıca, İbn Fadlan’ı din adamlarına başkanlık etmek, Halifenin, vezirin ve kendisinin mektuplarını okumak, hediyeleri takdim etmekle görevlendirdi.
Elçilik heyeti 21 Haziran 921 Perşembe günü bir kervanla Bağdad’dan hareket etti. Horasan yolunu takip ederek Kirmanşah, Hamedan, Save, Rey, Dâmeğan, Nisabur, Serahs, Mevr, Amul, Firebr, Beykend şehirlerine uğradı.
Samanilerin başşehri Buhara’ya vardı. Samanî hükümdarı Nasr b. Ahmed ve veziri Ceyhânî tarafından ağırlandı. Sonra Harezm’e geçti. Harezmşah Muhammed b. Irak tarafından kabul edildi.
Bu kabuller sırasında elçilik heyetiyle geçen müzakerelerden anlaşıldığına göre Samaniler ve Harezmliler elçilik heyetinin gitmesinden, Halife’nin bu ülkelerle doğrudan ilişki kurmasından memnun değillerdi.
Bununla beraber, Halife’nin emrine uyarak gerekli hazırlıkların yapılmasında, kılavuzlar, muhafızlar verilmesinde yardımcı oldular. Elçilik heyeti 921-922 kışını Harezm’de Cürcaniye şehrinde geçirdi.
Türkler ve Türk ülkeleri hakkında bilgi edindi. Havaların ısınmaya başlaması üzerine 4 Mart 922 tarihinde bir kervanla Cürcâniye’den kuzeye doğru hareket etti.
Önce Üst-Yurt’taki Oğuzlara uğradı. Onların liderleriyle, bilhassa ordu kumandanı (Subaşı) ile buluştu. Ona Nezir el-Haramî’nin mektubunu, hediyelerini verdi. Nezîr el-Haramî mektupta onu İslamiyet’e davet etmekteydi. Fakat Subaşı net cevap vermedi.
Cevabını mektupla Nezîr el-Haramî’ye bildireceğini söyledi. İbn Fadlan’ın verdiği bilgilerden Oğuzlar arasında İslamiyet’in yayılmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Elçilik heyeti yoluna devamla Peçeneklere, Başgırtlara uğrar, İbn Faldan onların dinleri, adetleri hakkında kısa bilgiler verir. Nihayet, elçilik heyeti 12 Mayıs 922 Pazar günü Bulgarların memleketine ulaşır. İlteper Almış tarafından karşılanır ve ağırlanır.
Bu sırada Bulgarlar henüz yerleşik hayata geçmemişlerdir. Bu arada heyet birkaç gün dinlenir, hükümdar ülkesinin ileri gelenlerini toplar, heyeti resmen huzuruna kabul eder. Bu kabulde hatunu, beyleri, çocukları da bulunur.
İbn Fadlan hükümdar ve yanındakilere Halife Muktedir’in, vezir Hamid b. Abbas’ın, Nezîr el-Haramî’nin mektuplarını okur, hediyelerini, saltanat alametlerini takdim eder. Fakat hükümdarın kale yaptırmak için istediği paradan hiç bahsetmez.
Bu paranın gönderildiği mektupta yazılmaktadır. Hükümdar bu konuda ısrar eder. İbn Fadlan paranın temin edilemediğini söyler, hükümdar meselenin üzerinde durursa da bir sonuç alamaz.
Bu arada İbn Fadlan Etil nehri kıyısında kurulan büyük bir çarşıya gelen Rus (Viking) tüccarlarından bahseder. Onların dinleri, gelenekleri hakkında enteresan bilgiler verir. Onlar tarafından yapılan bir ölü düğününü ayrıntılarıyla anlatır. Bu kısım çok enteresandır.
İbn Fadlan der ki:
Harezm'e vardık. Hükümdarı huzuruna kabul etti. Üç gün sonra bizi huzuruna çağırdı. Türk ülkelerine girmemiz konusunda bizimle tartıştı. Ve şöyle dedi: “Bu konuda size izin veremem. Kanınızı heder etmenize müsaade etmem bana haramdır.”
Burada şu söylenebilir; göçler, göç edilecek toplulukta başa gelecek belalar barındırırsa tercih edilmiyor. Günümüzde ise tam tersi şekilde, göç edilirse eğer, daha iyi haklara kavuşuluyor.
Harezmliler insanların söz ve tabiat bakımından en tuhaflarıdır. Sözleri sığırcık kuşlarının seslerine çok benzer. Oraya bir günlük mesafede Erdekü adında bir köy var.
Halkına Kerdeliler denir. Konuşmaları kurbağa vakvaklarına çok benzer. Bunlar her namazdan sonra Ali b. Ebî Talib’ten uzak olduklarını söylerler.
Öyle bir ülkeydi ki, kara kıştan üzerimize sanki bir kapı açılmıştı. Orada ne zaman kar yağsa çok şiddetli rüzgâr eser. Bir kişi arkadaşına hediye vermek, iyilik etmek isterse, ona “Evime gel, konuşalım. Zira evimde hoş ateş var” der.

(Page 17).
Bunu da çok iyilik yapmak istediği zaman der. Yalnız, Allah onlara odun konusunda cömert davranmış. Onların adetine göre dilenci evin kapısında beklemez. Eve girer. Bir müddet ateşin karşısında oturur, ısınır. “Ekmek?” der. Bir şey verirlerse alır, vermezlerse çıkar gider.
Soğuktan sakalımın buz tuttuğunu görüyor, ateşe yaklaştırıp buzu çözüyordum. Bir evin içinde bulunan ikinci bir odada uyuyordum. Bu odada keçeden kubbeli Türk çadırı vardı. Ben ise elbiseler ve kürklere sarınmış yatıyordum. Çok defa yanağım buz tutup yastığa yapışıyordu.
Harezm’de küpler çatlamasın veya kırılmasın diye koyun derisinden postlarla sarılır. Fakat hiçbir faydası olmaz. Orada soğuğun şiddetinden yerin büyük vadiler gibi yarıldığını gördüm. Büyük, eski ağaçlar soğuktan ikiye ayrılıyordu.
15 Şevval 309/16 Şubat 922 sıralarında havalar ısınmaya başladı. Ceyhun nehrinin buzları çözüldü. Biz yolculuk için ihtiyacımız olan alet ve edevatı tedarik etmeye başladık. Türk develeri satın aldık.
Harezmli tanıdıklarımız mümkün olduğu kadar çok giyecek elbise almamızı emrettiler. Olayı gözümüzde büyüttüler, korkuttular. Sonra gerçeği görünce söylediklerinden kat kat fazlaydı.Her bir kişinin üzerinde bir gömlek, onun üzerinde kaftan, kaftanın üzerinde post, onun üzerinde
keçe, onun üzerinde bornoz vardı. Sadece gözleri görünüyordu. Bacaklarımızda şalvar, onun altında uzun don, ayağımızda sahtiyan mest, onun üzerinde başka bir mest vardı. İçimizden biri üzerindeki elbiselerin ağırlığından deveye binince kımıldanamıyordu.
Türk ülkelerine girmekten korktukları için bizimle Bağdat’tan yola çıkan fakih, muallim, memluklar (hizmetçiler) Cürcaniye’de kaldılar.
Bu dağı geçtikten sonra Oğuzlar denen Türk kabilesinin yanına vardık. Bunlar göçebeydiler. Kıl çadırlarda konup göçüyorlardı. Göçebelerde olduğu gibi yer yer grup halinde çadırları vardı. Zor şartlar içindeydiler.
Yolunu şaşırmış eşekler gibi bir dine inanmıyor ve başvurmuyorlardı, akıllarına göre hareket ediyorlar, hiçbir şeye ibadet etmiyorlar, büyüklerine “rabb” diyorlar. Aralarından biri reisine bir şey danışınca “Ey Rabbim şu şu konuda nasıl hareket edeyim” der.
İdareleri şura (aralarında danışma) iledir. Yalnız, bazen bir konuda ittifak edip o işi yapmaya karar verirler. İçlerinden en değersiz biri gelir bu ittifakı bozabilir.
Burada araya girmeli. Oğuzlar Şamanizm'e inanırlardı. Dinsiz değillerdi.
İçlerinde, inandıkları için değil de, sadece ülkelerinden geçen Müslümanlara yaranmak için “Lâ ilâhe illallah, Muhammed rasulullah” diyenler var.
Aralarından biri zulme uğrar veya başına kötü bir şey gelirse başını semaya doğru kaldırır, “bir Tanrı!” der. “Bu, Türkçede “bir Allah” demektir. Türkçede bir Arapçadaki vahid, Tanrı ise Allah karşılığıdır.
Oğuzlar büyük tuvalet yaptıktan, işedikten sonra temizlenmezler, cünüplükten ve diğer şeylerden dolayı yıkanmazlar. Suyla ilişkileri yok gibidir. Bilhassa kışın yoktur. Kadınları erkeklerinden ve yabancılardan dolayı örtünmezler, gizlenmezler.
Aynı şekilde kadın insanlardan bedeninin hiçbir yerini gizlemez.
Bir gün onlardan bir adamın evine (çadırına) indik. Oturduk. Adamın karısı da bizimle oturdu. Bizimle konuşurken cinsi organını açtı ve kaşıdı. Biz görüyorduk, yüzlerimizi kapadık. “Estağfirullah!” dedik.
Kocası güldü. Tercümana, “Onlara söyle, sizin yanınızda onu açıyor, siz görüyor ve onu koruyorsunuz. Ona bir şey olmuyor. Bu onu kapatıp da başkalarına müsaade etmesinden daha iyidir” dedi.
Zina diye bir şey bilmezler. Birinde böyle bir şey görürlerse onu iki parçaya bölerler. Ağaçların dallarını bir yere getirip failin ellerini-ayaklarını ağaca bağlarlar, sonra o dalları serbest bırakırlar, adam ikiye ayrılır.
Aralarından biri beni Kur’an okurken dinledi ve beğendi. Tercümana dönüp “Ona susmamasını söyle” dedi. Bu Oğuz bir gün tercümanı aracılığıyla “Bu Arap’a sor, Rabbimizin karısı var mı?” dedi.
Bunu büyük günah sayıp Allah’ı tesbih (Sübhana’llah dedim) ve istiğfar (afv dileme) ettim. O da, benim gibi tesbih ve istiğfar etti. Türkün âdeti böyledir. Müslümanı tesbih ve tehlil (Sübhanellah ve Lâ ilâhe illallah) derken duyarsa onun gibi yapar.
Evlenme âdetleri şu şekildedir: Biri diğerinin hareminden bir kadını belli bir Harezm elbisesi karşılığı ister. Bu kişi kızı, kız kardeşi veya velayeti üzerinde olan başka biri olabilir. O kişi teklifini kabul ederse, mihri veliye götürür. Bazen mihr deve, at, sığır ve
başka bir şey olabilir. İsteyen kişi anlaştığı mihri kızın velisine teslim etmedikçe kıza yaklaşamaz. Teslim ederse gelir, rahat bir şekilde kızın evine girer, anasının, babasının, kardeşlerinin huzurunda kızı alır gider. Kimse engellemez.
Bir adam ölünce karısı varsa, öz anası olmamak şartıyla, büyük oğlu onun karısıyla evlenir. Tüccarlar ve başkaları onların yanında yıkanamazlar. Ancak geceleyin gizlice yıkanabilirler.
Onlar birinin yıkandığını görürlerse kızarlar. “Bu adam bize sihir yapmak istiyor. Zira, suya bakıp bir şeyler anlamak istiyor.” derler.
Burada şu bilgiler verilmeli: Oğuzlarda, Cücenlerde, Moğollarda su tabu idi. Onu kirletmemek gerekiyordu. Vücudu, elbiseleri suda yıkamak yasaktı. Onlara göre suda yıkanma kötü ruhları celbeder, şimşeklerin, yıldırımların boşanmasına sebep olurdu.
Suyun yere dökülmesi suçtu. Cengiz Yasası’nda da yıkanma yasaktı. Bir kap ile elin, yüzün üzerine su dökülebilirdi. Eski Şamanistler elbiselerini yıkamazlar, giyebildikleri kadar giyerlerdi. İnsanın su kullanmasının, yıkanmamasının büyü sebebi olduğuna inanırlardı.
Zira Türkler hayvanları kesmezler, ölünceye kadar koyun ve keçinin başına vururlar, böyle öldürürler.
Türk’ün bir geleneğidir: Cürcâniye’ye gelince müsafirini sorar. Onun evine iner, dönünceye kadar evinde kalır. Türk, Müslüman arkadaşının evinde ölürse ve bu müslümanın bulunduğu kafile onların ülkesinden geçerse Müslüman’ı öldürürler. “Onu, sen yanında alıkoyup öldürdün.
Sen alıkoymasaydın ölmezdi” derler. Aynı şekilde arkadaşı Türk’e ne biz (şarap) içirir, Türk sarhoş halde damdan düşer ölürse şarap içiren arkadaşını öldürürler. Kafilede onu bulamazlarsa kafile reisini öldürürler.
Homoseksüellik onlar nazarında büyük bir suçtur. Küzerkin aşiretinde bir Türk’e Harezmli bir adam müsafir olmuş, Koyun satın almak için yanında bir müddet kalmış. Bu Türk’ün tüyü bitmemiş bir oğlu varmış. Harezmli bunu kandırmak için uğraşmış. Sonunda onu isteğine râm etmiş.
Türk ikisini işbaşında yakalamış. Olayı Küzergin’e götürmüş. O da çocuğun babasına “Türkleri topla” demiş. . Onlar toplanınca Kûzergin çocuğun babasına “Doğru karar vermemi mi? sahte karar vermemi mi istersin?” demiş. O da “Doğru karar vermeni isterim” demiş.
O da “Doğru karar vermeni isterim” demiş. Bunun üzerine Kûzergin adama çocuğunu getirmesini emretmiş. Çocuk getirilince “Çocuğun da, tâcirin de öldürülmesi gerekir” demiş. Türk buna memnun olmamış, “Oğlumu teslim etmem” demiş.
Bunun üzerine Kusergin “Tacir fidye vererek canını kurtarır” demiş. Sonuçta tâcir Türk’e belli miktarda koyun vermiş, kendisini bu gaileden kurtaran Kûzergin’e de, ayrıca 400 koyun vermiş. Türklerin yanından ayrılmış.
Birine yumuşak davrandık, nihayet 10 dirhemlik bir Cürcan kaftanı, bir parça paybaf (çuha), birkaç ekmek, bir avuç kuru üzüm, 100 ceviz verdik. Bunları verince bize teşekkür için secde etti. Zira Türklerde bir adam bir adama ikramda bulunursa ikram edilen ikram edene secde eder.
Ertesi günü yolda giderken Türklerden çirkin, pis, kalbi kara bir adam önümüze çıktı. Şiddetli yağmur yağıyordu. “Durun!” dedi. 3000 hayvan, 5000 adamdan meydana gelen koca kafile durdu. Ona “Biz Kuzerkin’in dostlarıyız” dedik.
Gülmeye başladı. “Kuzerkin kim oluyor. Ben Kuzerkin’in sakalına pisleyeyim” dedi. Sonra “pekend” yani, “ekmek!” dedi. Ona birkaç parça ekmek verdim. Onları alınca “Geçin! Size acıdım” dedi.
Oğuzdan biri hastalanınca cariyeleri, köleleri varsa ona bakarlar. Ev halkından başka bir kimse ona yaklaşamaz. Hasta için evlerden (çadırlardan) uzak bir yerde bir çadır kurarlar. Hasta ölünceye veya iyileşinceye kadar orada kalır. Hasta köle veya fakirse onu kıra atıp bırakır
İçlerinden önemli bir adam ölürse ev gibi onun için bir çukur kazarlar, ölüye gömleğini giydirirler, kemerini takarlar, yayını kuşandırırlar, eline içinde şarap (nebiz) olan ağaçtan bir kadeh verirler. Her şeyini getirip bu oda gibi mezara koyarlar.
Sonra onu oturtup odanın üzerine çamurdan kubbe gibi bir tümsek yaparlar. Sonra hayvanlarının yanına varırlar. Miktarına göre 100 veya 200, bazen 1 hayvanı öldürürler.

(Page 23).
Başları, ayakları, derisi, kuyruğu dışındaki etlerini yerler. Kalan kısımlarını sırıklar üzerine koyup mezarının etrafına asarlar. “Bunlar cennete giderken bineceği hayvanlar” derler.
Eğer ölen kişi sağlığında insan öldürmüş, yiğit bir kişiyse öldürdüğü adam sayısı kadar ağaçtan sûret yontup mezarının başında dikerler. “Bunlar onun hizmetçileri, Cennette ona hizmet edecekler” derler.
Bazen hayvanları öldürmeyi bir-iki gün geciktirirler. Büyüklerinden bir yaşlı onları hayvanlarını öldürmeye teşvik eder. Ölüyü kastederek “Falanı rüyamda gördüm. Bana İşte görüyorsun! Arkadaşlarım beni geçtiler. Yalın ayak yürümekten, onları takip etmekten ayaklarım çatladı.
Tek başıma kaldım’ dedi” der. Bunun üzerine hayvanlarının yanına varırlar onları öldürürler, kabrinin yanında sırığa asarlar. iki gün geçtikten sonra yaşlı adam “Falanı rüyamda gördüm. Bana ‘Aileme, arkadaşlarıma söyle. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluktan dinlendim’ dedi” der.
Türklerin hepsi sakallarını tıraş eder (yolar), bıyıklarını bırakırlar. Çoğu defa onlardan sakalını yolmuş, çenesinin altında bir miktarını bırakmış ve üzerine post almış ihtiyar bir adam görürsün. Uzaktan bakınca teke zannedersin.
Burada, aynakta iki ilginç isimle karşılaşıyorum: Etrul, Katağan. Ertuğrul ve Alptoğan'in daha ilk halleri. Çocuklarıma isim olarak düşünülebilir.
Bahsettiğim yeni elbiseleri giymek için üzerindeki elbiseyi çıkardı. Altındaki gömleğin birden parça parça olduğunu gördüm. Zira, onların adetine göre bedene temas eden elbise parçalanıp dağılıncaya kadar yıkanmaz. O da sakalını, bıyığını tamamıyla yolmuştu (tıraş etmişti).
Bir çocuk gibi kalmıştı. Türkler onun aralarından en iyi süvari olduğunu söylüyorlardı. Bir gün bizimle beraber atına binmiş gidiyordu. Üzerimizden uçarak bir ördek geçti. Hemen Etrul (subaşı) yayını çekti, ördeğin altına doğru atını sürdü. Ona bir ok attı, düşürdü.
Sübaşının yanından ayrıldıktan sonra Yağındı nehrine vardık. İnsanlar deve derisinden hazırladıkları kelekleri çıkarıp yaydılar. Develerin üzerinden yuvarlak biçimindeki eşya denklerini indirip keleklerin içine koydular, kelekler şişti.
Ayrıca elbiselerini, diğer eşyalarını da keleklerin içine doldurdular. Dolan keleklerin üzerine beşer, altışar, dörder, daha az veya çok insan bindi.
Kayın ağacından tahtaları kürek gibi kullanarak, su üzerinde döne döne nehrin karşı tarafına geçtiler. Hayvanlara, develere bağırıyorlar, onlar da yüzerek geçiyordu. İnsanlar nehri geçerken Başgırdların baskın yapmaması için muhafızlardan silahlı grubun önce geçmesi gerekmişti.
Sonra Peçeneklerin yanına vardık. Onlar denize benzer, akmayan bir suyun yanına konmuşlardı. Çok esmerdiler. Sakallarını tıraş ediyorlardı, Oğuzların aksine fakirdiler. Zira Oğuzlardan 10.000 hayvana (deve, at vs.) 100.000 baş koyuna sahip kişiler görmüştüm.
Koyunlar genellikle tırnaklarıyla karı eşip altında ot arıyor, yiyorlar. Ot bulamazlarsa kar yiyorlar. Çok semizleşiyorlar. Yaz gelip ot yiyince zayıflıyorlar.
Buraya bir not: Bu gün ren geyikleri de karların altında kalan kuru otlarla kışı geçirir. Kar yedikleri doğru değildir. Peçenekler Oğuzlara komşuydu. Lehçeleri hemen hemen aynıydı. Onların bir kısmı daha sonra batıya, Balkanlara gidecekler, Bizans için de eriyeceklerdir.
Başgırdlar denen Türk kavminin ülkesinde durduk. Onlardan çok korktuk. Zira onlar, Türklerin en kötü, en belalı, en katil olanlarıdır. Bir adam bir adama rastlarsa başını keser yanında götürür, vücudunu bırakır. Onlar sakallarını tıraş eder, bitleri yerler.
Onlardan herhangi biri gömleğinin dikiş yerlerinde bit arar, bulunca dişleriyle ezer. Onlardan herhangi biri gömleğinin dikiş yerlerinde bit arar, bulunca dişleriyle ezer. Yanımızda onlardan biri vardı. Müslüman olmuş, bize hizmet ediyordu.
Bir ara ona baktım, elbisesinde bir bit buldu, tırnağıyla ezdi. Sonra yaladı. Baktığımı görünce “hoş” dedi.
Onlardan her biri erkeklik uzvu büyüklüğünde, aynı şekilde bir ağaç yontup üzerine asar. Sefere çıkmak isterse veya bir düşmanla karşılaşırsa ona secde eder, “Ey Rabbim! Bana şöyle şöyle yap” der. Tercümana sordum, “Bu meseleyi içlerinden birine sor. Niçin onu Rab kabul ediyor?”
dedim. Adam cevaben “Ben onun bir benzerinden çıktım. Ondan başka beni yaratan tanımıyorum” dedi.
Aralarından bazıları on iki rabbı olduğunu söyler: kışın rabbı, yazın rabbı, yağmurun rabbı, rüzgârın rabbı, ağaçların rabbı, insanların rabbı, suyun rabbı, gecenin rabbı, gündüzün rabbı, ölümün rabbı, yerin rabbı.
Gökteki rab (Gök Tanrı) bunların en büyüğüdür. O da diğerleriyle anlaşır. Her biri diğerinin yaptığına razı olur.
İçlerinden bir grubun yılanlara, bir grubun balıklara, bir grubun turna kuşuna taptıklarını gördük. Bana anlattıklarına göre, bir gün düşmanlarından bir kavimle savaşıyorlarmış, düşmanlar onları yermiş, bu sırada turnalar bağırınca düşman korkup kaçmış, galipken mağlup hale düşmş
Bunun üzerine turnaya tapmaya başlamışlar, “Bunlar bizim rabbimiz. İşte yaptıkları. Düşmanlarımızı yendiler” demişler. Bundan dolayı turnalara tapıyorlarmış.
Burada bulgarlar başlıyor.
Hükümdar çok şişmandı. Mektubu okumaya başladım. Başlangıç kısmını okudum. “Sana selam olsun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’ı hamdederim (överim)” cümlesine gelince, hükümdara “Emirülmü’minin’in selamını iade et” dedim.
O ve bütün yanındakiler “Aleykümüsselam” diye iade ettiler. Ben mektubu okuyorum, tercüman harf be harf tercüme ediyordu. Mektubun okunması bitince hükümdar ve yanındakiler bir ağızdan tekbir getirdiler. Yerler sarsıldı.
Önce bir bıçak alıp bir lokma et kesti ve onu yedi. Sonra ikinci, üçüncü lokmaları da aynı şekilde yedi. Sonra bir parça kesip elçi Sevsen el-Rassî’ye verdi. Hemen küçük bir sofra getirilip onun önüne kondu. Adetleri böyledir.
Hükümdar bir lokma takdim etmeden kimse yemeğe başlamaz. Kime bir lokma verirse hemen önüne bir sofra getirilir. Hükümdar sonra bana bir lokma verdi. Bana bir sofra geldi.
“O halde, adıma nasıl hutbe okunması caizdir?” dedi. “Senin ve babanın adıyla” dedim. O da “Babam kâfirdi. Minberde onun adını anmak istemem. Kendi ismimi de anmak istemem. Babam ben kâfirken bana o ismi verdi. Acaba efendim Emirülmü’minin’in adı nedir?” dedi. Ben “Ca’fer” dedim.
“Benim onun adını almam caiz mi?” dedi. Ben “Evet” dedim. Bunun üzerine “Kendi adımı Ca’fer, babamın adını Abdullah koyuyorum. Hatibe bu konuda emir ver” dedi. Ben de dediğini yaptım.
Bundan sonra adına “Allah’ım! Bulgarların Emîri, Halife’nin mevlâsı kulun Ca’fer b. Abdullah’ı ıslah et” şeklinde hutbe okunuyordu.
Burada para konusu açılıyor. İbn Fadlan ve Hükümdar arasında kamet getirme ve eksik para üzerinden bri tartışma yaşanıyor.
Hükümdarın müezzini ikamet sırasında ezanın ifadelerini ikişer defa söylüyordu. Ona “Efendim Emirülmü’minin sarayında ikameti tekli söyler” dedim. Müezzine “Onun dediğini yap. Muhalefet etme” dedi. Bundan sonra müezzin günlerce ikameti tekli ifadelerle yaptı.
Hükümdar ise para konusunda bana sorular soruyor, benimle münakaşa yapıyordu. Ben ise deliller ileri sürerek onun ümidini kesmek istiyordum. Paradan ümidini kesince müezzine ikametin ifadelerini ikişerlemesini emretti.
O da ikişerledi. Böylece benimle münakaşaya yol açmak istiyordu. Müezzinin ifadeleri tekrarladığını duyunca ona bağırdım ve men ettim. Hükümdar yaptığımı duyunca beni ve arkadaşlarımı yanına çağırdı. [40] Biz yanına varınca, bana kastederek tercümana “Ona söyle! İki müezzin var.
Biri ikameti tekli, biri çiftli söylüyor. Sonra her ikisi aynı cemaatle namaz kılıyor. Namaz caiz midir? değil midir?” dedi. Ben “Namaz caizdir?” dedim. “İttifakla mı? İhtilaf mı caizdir?” dedi. Ben “İttifakla!” dedim.
Ardından “Ona söyle! Bir adam kuşatılmış, köle yapılmak istenen zayıf bir kavme yardım etmek için bir gruba para verse, onlar da hıyanet etseler. Onlar hakkında ne der?” dedi. Ben “Bu caiz değildir. Bunlar kötü insanlardır” dedim. “İttifakla mı? ihtilafla mı?” dedi.
Ben “İttifakla” dedim. Sonra tercümana “Ona söyle! Biliyorsun Halife benim üzerine bir ordu gönderse bir şey yapabilir mi?” dedi. “Hayır, yapamaz” dedim. “Ya Horasan (Samani) hükümdarı?” dedi. Yine “Hayır, yapamaz” dedim.
“Bunun sebebi aramızdaki mesafenin uzaklığı ve aramızda bulunan kâfir kabilelerin çokluğu değil mi?” dedi. “Evet, öyle” dedim.
Tercümana “Ona söyle, Vallahi ben bu kadar uzak yerde olmama rağmen, benden halifeye sevmediği bir şey ulaşır da aleyhimde beddua eder, bu kadar uzaklığa rağmen, beni mahveder diye korkuyorum. Siz ise onun ekmeğini yiyor, elbisesini giyiyor, onu her gün görüyorsunuz.
Bununla beraber, sizi bizim gibi zayıf bir kavme yardım için gönderdiği kısa bir müddet içinde ona ihanet ediyorsunuz! Sözünde samimi olduğuna inandığım bir kimse gelmedikçe dini konularda söylediklerini kabul etmem.
Böyle bir kimse gelirse söylediklerini kabul ederim” dedi. Bizi susturdu, söyleyecek cevap bulamadık. Yanından ayrıldık.
Onlar köpeklerin ulumasını uğura yorarlar, sevinirler, “Bu sene bolluk, bereket, sulh yılı olacak” derler. Onların ülkesinde çok sayıda yılan gördüm. Hatta ağacın bir dalında 10 veya daha fazla yılanın dolandığı görülür.
Onlar yılanları öldürmezler, yılanlar da onlara zarar vermez. Bir yerde 100 ziradan fazla (50 m) uzun bir ağaç gördüm. Devrilmiş, büyük bir ağaçtı. Durmuş ona bakıyordum. Hareket etti, korktum.
Dikkat edince üzerinde aynı uzunluk ve kalınlıktaki bir yılanın hareket ettiğini gördüm. [44] Beni görünce ağaçtan indi. Ormanda kayboldu. Korku içinde döndüm. Hükümdara ve meclisindekilere durumu anlattım. Aldırış bile etmediler. Hükümdar “Korkma, sana bir zarar vermez” dedi.
Bulgarların hepsi kalpak giyerler. Hükümdar ata binerse hizmetçisi veya başka bir kimse yanında olmaz. Tek başına hayvanına biner. Hükümdar çarşıdan geçerse herkes ayağa kalkar, kalpağını başından çıkarır, koltuğunun altına alır. Hükümdar geçtikten sonra kalpağını tekrar takar.
Hepsi kubbeli çadırlarda otururlar. Yalnız, hükümdarın çadırı çok büyüktür. 1000 veya daha fazla kişiyi alır. İçi ermeni halılarıyla döşelidir. Çadırın ortasında hükümdarın rum dibasıyla kaplı bir tahtı bulunur.
Onların âdetine göre bir adamın erkek çocuğu doğarsa onu babası değil, dedesi alır. “Adam oluncaya kadar onu bakmaya babasından daha çok hak sahibiyim” der. İçlerinden biri ölürse ona çocukları değil kardeşleri mirasçı olurlar.
Hükümdara, bunun caiz olmadığını, mirasın nasıl taksim edilmesi gerektiğini anlayıncaya kadar izah ettim.
Onların ülkesinde en çok gördüğüm şeylerden biri yıldırımlardır. Bir eve yıldırım düşerse ona yaklaşmazlar, onu ve içinde bulunan insan ve eşyayı telef oluncaya kadar bırakırlar. “Bu ev Allah’ın gazabına uğramış” derler.
Bir adam diğerini kasden öldürürse kısas olarak onu öldürürler. Onu hata ile öldürürse kayın ağacından bir sandık yapıp onun içine koyarlar, üzerini çivilerler, yanına üç somun, bir testi su koyarlar, darağacı gibi üç ağaç dikerler, bunların arasına asarlar.
“Onu yer ile gök arasında bırakıyoruz. Yağmur ve güneş altında kalsın. Belki Allah ona acır” derler. Zaman çürütünceye, rüzgârlar götürünceye kadar asılı kalır. Cevval, bilgili bir insan görürlerse, “Bu kişinin rabbimize hizmet etmesi gerekir” derler.
Onu alırlar, boynuna bir ip geçirirler, bir ağaca asarlar. İp kopup parçalanıncaya kadar orada kalır.
Hükümdarın tercümanı bana şunu anlattı: “Sindli (Indüs vadisinden) bir adam Bulgar ülkesine geldi. Bir müddet hükümdarın hizmetinde çalıştı. Cevval, zeki bir kişiydi. Yerli halktan bir grup ticaret yapmak için sefere çıkmak istediler.
Sindli, hükümdardan izin alarak onlarla gitmek istedi. Israr edince hükümdar izin verdi. Tüccarlarla bir gemide yola çıktı. Onlar Sindliyi hareketli, zeki gördüler. Aralarında konuşup “Bu adam rabbimize hizmet etmeye çok uygun. Onu rabbimize gönderelim” dediler.
Yolda giderken bir ormandan geçtiler. Sindliyi gemiden çıkarıp boynuna bir ip bağladılar. Yüksek bir ağacın başına bağlayıp gittiler.”
Onlar yolda yürürken içlerinden biri üzerinde silah bulunurken işerse üzerindeki silahı, elbiseyi yağmalarlar. Adetleri böyledir. Silahını üzerinden alıp bir kıyıya kor, sonra işerse bir şey yapmazlar.
Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarından zina eden birini, kim olursa olsun, dört kazık çakıp kollarından ve bacaklarından bu kazıklara bağlarlar.
Balta ile onu baştan ayağa ikiye bölerler. Kadın için de aynı cezayı verirler. Bundan sonra zina eden kadın ve erkeğin parçalarından her birini bir ağaca asarlar. Yüzerken kadınların erkeklerden gizlenmesi için çok uğraştım. Fakat başaramadım.
Hırsızı da zina yapan kişi gibi öldürürler.
Benim elimle Talut adında biri Müslüman oldu. [48] Ona Abdullah adını verdim. Bana kendi adını Muhammed adını vermeni istiyorum” dedi. Ben de ona Muhammed adını verdim. Karısı, anası, çocukları da Müslüman oldular.
Hepsi Muhammed adını aldılar. Ona “el-Hamdü-lillah=Fatiha suresi” ile “Kul hüve Allahü ahad=İhlas suresi”ni öğrettim. Bu iki sureyi öğrenmekten dolayı duyduğu sevinç sanki Bulgar hükümdarı olmuş kadar büyüktü.
İbn Fadlan der ki: Aralarında kırmızı benizli insan görmedim. Çoğu hastalıklıdır. Pek çoğu karın ağrısından ölür. Hatta karın ağrısı küçük çocuklarda bile vardır. Onlardan bir Müslüman veya Harezmli bir kadının kocası ölürse onu Müslümanlar gibi yıkarlar.
Sonra onu önünde bir bayrak olan bir arabaya koyarlar, gömecekleri yere götürürler. Cenazesinin etrafına bir çizgi çekip bu çizginin içinde mezarını kazarlar. Ona bir lahit yapıp gömerler. Kendi ölülerine de aynı şeyleri yaparlar. Ölünün arkasından kadınlar ağlamaz.
Erkekler ağlar. Öldüğü gün eve (çadıra) gelirler. Kapısında dururlar en acıklı, en sesli şekilde ağlarlar. Bunlar hür kişilerdir. Onların ağlaması bittikten sonra köleler gelir. Yanlarında deriden örülmüş kırbaçlar bulunur.
Durmadan ağlarlar, kırbaçlarla yanlarını, bedenlerinin açık yerlerini vururlar. Kırbaç bedenlerinde darp izleri bırakır. Ölünün kubbeli çadırının kapısına mutlaka bir bayrak dikerler. Silahlarını getirip kabrinin etrafına korlar.
İki sene matem yaparlar. İki sene sona erince çadırının kapısındaki bayrağı indirirler. Saçlarını keserler. Ölünün akrabaları bir davet verir. Böylece matemden çıktıkları anlaşılır.
Dul karısı varsa evlenir. Bu merasimler reisler (büyükler) için yapılır. Halk ise ölülerine bunların bir kısmını yapmakla yetinir.
Bulgar hükümdarı her sene, her hane için Hazar Hakanı’na bir samur derisi haraç (vergi) verir. Hazarlardan Bulgarlara bir gemi gelirse hükümdar gemiye çıkar, içindeki malları sayar, hepsinden öşür (gümrük) vergisi alır.
Ruslar veya başkaları köle getirirlerse hükümdar on köleden bir tanesini seçer alır. Bulgar hükümdarının oğlu Hazar Hakanı yanında rehin tutulur. [54] Hazar Hakanı, Bulgar hükümdarının güzel bir kızı olduğunu duymuş, onu istemiş.
Hükümdar bu isteği geri çevirmiş, Hakan kendi Yahudi, kız Müslüman olduğu halde onu zorla almış. Kız onun yanındayken ölmüş. Bu sefer hükümdarın başka bir kızını istemiş. Hükümdar bunu duyunca, Hakan’ın, kızını önceki kardeşi gibi, gasbetmesinden korkmuş.
Eskil hükümdarıyla evlendirmiş. Bulgar hükümdarına Halifeye mektup yazmaya, bir kale yaptırmak için para istemeye sevkeden işte budur.
İbn Fadlan der ki: Bir gün hükümdara sordum. “Ülken geniş, malın çok, vergilerin fazla. Niçin, Halife’den bir kale yapmak için önemsiz miktarda para istedin” dedim. O da “İslam sultanlarının (Halifelerin) devletlerinin parlak, mallarının helalinden elde edildiğini gördüm.
İşte bu sebepten para istedim. Eğer kendi mallarımla gümüşten veya altından bir kale yapmak istesem yaparım. Halife’nin parasından uğur gelmesini beklediğim için bahsedilen parayı istedim” dedi.
Buradan sonra İbn-Fadlan'ın Ruslar olarak yazdığı ancak Vikinglerden bahsettiği bölüm başlar.
Ticaret yapmak için Etil nehri kıyısındaki çarşıya (panayıra) gelen Rusları gördüm. Onlardan daha boylu postlu kişiler görmedim. Hurma ağacı gibi, sarışın, kızıl insanlar. Gömlek ve kaftan giymezler.
Erkekleri vücutlarının bir kısmını tamamiyle örten, kollarından birini dışarıda bırakan tek parça elbise giyerler. Her biri yanında bir balta, bir kılıç, bir bıçak taşır. Bunları yanından ayırmaz. Kılıçları geniş yüzlü, Frenk kılıçları gibi yivlidir.
Her birinin bedeni ayak tırnaklarından boynuna kadar ağaç yeşili dövme ve resimlerle kaplıdır. Kadınlarından her birinin memesi üzerinde kocasının zenginliğine göre ya demirden ya gümüşten ya bakırdan ya da altından bir hukka bulunur. Her hukkada bir halka vardır.
Bu halkaya bağlı meme üzerinde bir bıçak bulunur. Kadınlarının boyunlarında ise gümüş ve altın halka gerdanlık takılıdır. Zira onlardan bir adam 10 000 dirhem paraya sahip olursa karısına bir halka gerdanlık yaptırır. 20 000 dirhem paraya sahip olursa iki halka gerdanlık yapar.
Her 10 000 dirhemde bir halka gerdanlık ilave eder. Bazen onlardan bir kadının boynunda çok sayıda gerdanlık bulunur.
Onlara göre en makbul zinet eşyası gemilerin üzerinde satılan seramik cinsinden yapılmış mavi boncuklar (nazar taşları) dır. Buna çok değer verirler, bir boncuğun tanesini bir dirheme alıp kadınlarına gerdanlık yaparlar.
Ruslar Allah’ın en pis mahluklarıdır. Büyük ve küçük tuvaletten, cünüplükten sonra yıkanmazlar, yemek yedikten sonra ellerini yıkamazlar. Yollarını şaşırmış eşekler gibidirler.
Bu tabir yukarıda Oğuzlar için de kullanılmıştı. Bu sırada Vikingler Şamanisttirler.
Ülkelerinden gelince gemilerini büyük bir nehir olan Etil’de demirlerler. Kıyısına ahşap büyük evler yaparlar. Her evde on, yirmi, daha çok veya az insan toplanır. Her biri bir sedir üzerine oturur. Yanlarında ticaret için getirdikleri güzel cariyeler vardır.
Onlardan biri arkadaşlarının gözü önünde cariyesiyle çiftleşir. Bazen birbirlerinin hizasında bir grup bu şekilde çiftleşirler. Çoğu defa bir tacir bir cariye satın almak için yanlarına girer, adamı cariyeyle çiftleştirirken bulur. Adam işini bitirmeden cariyenin üzerinden kalkmz
Her gün yüzlerini, başlarını en pis, en murdar şekilde mutlaka yıkarlar. Her sabah bir cariye (kadın hizmetçi) büyük bir kapta su getirir, efendisinin önüne koyar. Efendisi bu su ile ellerini, yüzünü, saçlarını yıkar, kabın içine tarar.
Sonra sümkürür, tükürür. Bu kaba yapmadığı pislik kalmaz. O işini bitirince cariye kabı onun yanındaki adamın önüne götürür. O da bir öncekinin yaptığı şeyleri yapar.
Cariye bu şekilde kabı evde bulunanların hepsinin önünde dolaştırır. Her biri bu su ile yüzünü, başını yıkar, içine sümkürür ve tükürür.
Gemileri bu iskeleye ulaşınca her biri bir miktar ekmek, et, soğan, süt, şarap alır, yüzü insan yüzüne benzeyen, etrafında küçük suretler, bu suretlerin ardında yere dikilmiş uzun kütükler bulunan büyük bir kütüğün önüne gelir, ona secde eder. Sonra bu puta
“Ey rabbim uzun yoldan geldim, yanımda şu kadar baş cariye şu kadar adet samur derisi var der”. Getirdiği ticaret mallarının hepsini sıralar. Sonra “Sana şu hediyeleri getirdim” der. Getirdiklerini putun önüne koyar.
Ona “Çok altın, gümüş parası alan bir tâcir göndermeni istiyorum. İstediğim fiyata mallarını alsın, bana itiraz etmesin” der. Sonra yerine döner.
Malını satması zorlaşır, kalması uzarsa ikinci, hatta üçüncü bir hediye takdim eder. Malını yine satamazsa, bahsedilen küçük putların her birine birer hediye takdim eder, ondan yardım ister. “Bunlar rabbimin kadınları, kızları, oğulları” der.
Bu şekilde putları birer birer dolaşır, ondan şefaat diler, önünde yalvarır. Bazen malını satma imkânı doğar ve satar.” Rabbim dileğimi yerine getirdi. Onu mükâfatlandırayım” der. Birkaç koyun ve sığır getirir.
Onları öldürür, etlerinin bir kısmını sadaka verir, kalanını alıp bahsedilen büyük ve küçük putların önüne koyar. Başlarını yere dikilmiş kütüklerin üzerine asar. Gece olunca köpekler gelir, hepsini yerler. Adam “Rabbim benden razı oldu. Hediyemin hepsini yedi” der.
İçlerinden biri hastalanınca uzakça bir yere onun için bir çadır kurarlar. Onu çadıra korlar, yanına bir miktar ekmek ile su verirler. Ona yaklaşmazlar. Hastalığı devam ettiği günler onunla ilgilenmezler. Bilhassa köle ve fakirse böyle muamele ederler.
İyileşir, ayağa kalkarsa arkadaşlarının yanına döner. [58] Ölürse onu yakarlar. Eğer ölen hasta köleyse onu olduğu gibi bırakırlar. Köpekler, yırtıcı hayvanlar yer.
Burada dikkat edilirse yukarıda Oğuzlar hakkında da benzer şeyler söylenmişti. Hasta yakın olursa kötü ruhların insanlara gireceğinden korkuyorlardı.
Bir hırsızı elegeçirirlerse onu kalın bir ağacın yanına getirirler,boynuna sağlam bir ip geçirip asarlar. İp kopuncaya, rüzgârlar, yağmurlar götürünceye kadar asılı kalır.
Ruslar şaraba (içkiye) çok düşkündürler. Gece-gündüz içerler. Çoğu defa içlerinden elinde kadeh ölenler olur. Aralarından bir reis ölürse ailesi onun cariyelerine ve kölelerine “İçinizden hanginiz onunla ölmek ister” diye sorarlar.
Biri ben der. Sonra vazgeçmek istese de müsade edilmez. Ölünün ve cariyesinin yakılacağı gün gelince ölünün gemisinin bulunduğu nehre gittim. Ne göreyim gemi nehirden çıkarılmış, kayın ağacından dört sütun üzerine konmuş, etrafı ahşap büyük ağaçlarla çevrilmiş.
Sonra gemi bu ağaçlar (kızak) üzerine alındı. İnsanlar gidip geliyorlar, anlamadığım bir şeyler söylüyorlardı. Henüz ölüyü mezarından çıkarmamışlardı. Sonra bir sedir getirip gemiye koydular, üzerini rum dibasından minderler ve yastıklarla döşediler.
Ardından ölüm meleği dedikleri ihtiyar bir kadın geldi. Zikrettiğim örtüleri, minder ve yastıkları karyola üzerine serdi. Bunları diken ve hazırlayan bu kadındı. Ölü ile yakılacak cariyeleri öldüren de oydu. Enerjik, şişman, asık suratlı bir kadındı.
Sonra ölünün kabrine vardılar. Üzerindeki toprağı ve ağaçları bir tarafa attılar. Öldüğü elbise ile mezardan çıkardılar. Ülkenin soğukluğundan cesed simsiyah olmuştu. Daha önce mezarına şarap, meyve, bir tanbur da koymuşlardı.
Onları da çıkardılar. Henüz cesed kokmamış, renginden başka değişiklik olmamıştı. Ölüye şalvar, don, mest, gömlek, altın düğmeleri olan bir kaftan giydirdiler. Başına samur kürklü diba bir kalpak geçirdiler. Sonra alıp gemi üzerindeki kubbeli çadırın içine koydular.
Minderle döşeli sedirin üzerine oturttular, yastıklara dayadılar. Şarap, meyve, reyhan çiçeği getirip yanına koydular. Ardından ekmek, et, soğan getirip önüne attılar. Sonra bir köpek getirip iki parçaya kestiler, gemiye attılar.
Sonra ölünün bütün silahlarını getirip yanına koydular. Sonra, iki at getirip terleyinceye kadar koşturdular. Sonra onları kılıçla parçalara ayırıp etlerini gemiye attılar. Sonra iki inek getirip bunları da parçalara ayırıp gemiye attılar.
Öldürülmek isteyen cariye bu arada kubbeli çadırlara giriyor, her birinin sahibi onunla çiftleşiyor, ona “Efendine söyle, bunu seni sevdiğim için yaptım” diyordu.
Sonra, kubbeli çadıra altı adam girdi. Hepsi de cariyeyle çiftleştiler. Bundan sonra cariyeyi efendisinin yanına yatırdılar. Adamlardan ikisi ellerini ikisi ayaklarını tuttu. Ölüm Meleği denen ihtiyar kadın boynuna iki ucu ayrı tafra çıkan bir ip geçirdi.
İpin iki ucunu çeksinler diye kalan iki adama verdi. Yanında geniş yüzlü bir hançer vardı. Adamlar kızı boğarken bu kadın hançeri yer yer cariyenin kaburgaları arasına sokuyordu. Nihayet cariye öldü. Sonra, ölünün en yakın akrabası geldi. Eline odun aldı, onu ateşle tutuşturdu.
Çıplak bir halde, bir elinde yanan odun olduğu, diğer eliyle arkasını kapattığı halde, yüzünü insanlara dönmüş olarak geri geri gitti. Geminin altına konmuş olan odunları tutuşturdu. Ardından insanlar odunlar, ağaçlar getirdiler. Herkesin yanında ucu tutuşturulmuş odun vardı.
Onu odunların içine atıyordu. Ateş önce odunları, sonra gemiyi, sonra kubbeli çadırı, çadırdaki adam, cariye, her şeyi kapladı. Ardından büyük bir rüzgâr esti. Ateş iyice alevlendi, iyice kızıştı. Yanımda Ruslardan bir adam vardı.
Yanımdaki tercümanla konuşuyordu. Ona ne söylediğini sordum. Tercüman “Siz Araplar ahmaksınız” diyor dedi. “Niçin?” dedim. O da “En çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz insanı alıyor toprağa atıyorsunuz. Onu toprak, haşerat, kurtlar yiyor. Biz ise onu bir anda yakıyoruz.
Derhal Cennete giriyor” dedi. Sonra, aşırı şekilde güldü. Sebebini sordum. “Rabbi onu sevdiği için rüzgâr gönderdi, hemen yanına aldı” dedi.
Hazarlar başlıyor buradan sonra.
Hazarların hükümdarına Hakan denir. Sadece dört ayda bir gezinti maksadıyla sarayından çıkar. Buna büyük Hakan denir. Vekiline ise Hakan Bey denir. Orduyu kumanda eden, ülkenin işlerini bakan, halk ile temasta olan, savaşlara giden Hakan Bey’dir.
Etrafındaki hükümdarlar ona boyun eğerler. Her gün Büyük Hakan’ın huzuruna edep ve sükûnet içinde çıkar, izahat verir. Yanına girerken yalın ayaktır, elinde bir odun tutar. Hakana selam verince bu odunu önünde yakar.
Büyük Hakan’ın halk için oturum yapmaması, onlarla konuşmaması bir gelenektir. Onun huzuruna bahsettiğimiz kişilerden başkası giremez. Anlaşmazlıkları halleden, işleri yöneten, cezaları veren, ülkeyi fiilen idare eden Hakan Bey’dir.
Hazar Hakanı’nın 25 kadın edinmesi gelenektir. Bu kadınların her biri etraftaki hükümdarlardan birinin kızıdır. İsteyerek veya cebren alır. Ayrıca, odalık için 60 cariyesi bulunur. Her biri çok güzeldir. Bu hür kadınların, cariyelerin her biri ayrı bir sarayda oturur.
Sarayların sac ağacından kubbeleri, etraflarında çadır kuracak avluları vardır. Ayrıca her birinin bir muhafızı bulunur. Hakan kadınlardan biriyle çiftleşmek isterse muhafızına adam gönderir. O da göz açıp kapayıncaya kadar kadını getirir, yatağına bırakır. Kapının önünde bekler
Hakan işini bitirince kadını elinden tutar, sarayına götürür. Bir an geciktirmez. Bu hükümdar alayıyla atına binince diğer askerler de atlarına binerler. Yolda onunla askerler arasında 1 mil mesafe bulunur.
Tebaasından onu gören herkes secdeye kapanır, o geçinceye kadar başını kaldırmaz.
Hakanların hükümdarlık müddeti 40 senedir. Bu müddeti bir gün dahi geçse onu öldürürler. “Bunadı, aklı azaldı” derler. Bir yere bir birlik gönderirse asla yüz çevirip düşmandan kaçmaz. Yenilip kaçanlar öldürülür. Naibi Hakan Bey ve kumandanları düşmana yenilip kaçarlarsa onları
kadınlarını, çocukları başkalarına hibe eder. Aynı şekilde atlarını, eşyalarını, silahlarını, evlerini de başkalarına verir. Çoğu defa onları ikiye bölüp çarmıha gerer. Veya boyunlarından ağaçlara asar. Bazen da merhamete gelir, onları seyis yapar.
Etil şehrindeki Müslümanların Cuma namazı kıldıkları bir camileri vardır. Cuma günleri bu camide toplanırlar. Caminin yüksek bir minaresi, birkaç müezzini bulunur.
@threadreaderapp unroll

• • •

Missing some Tweet in this thread? You can try to force a refresh
 

Keep Current with İtilay

İtilay Profile picture

Stay in touch and get notified when new unrolls are available from this author!

Read all threads

This Thread may be Removed Anytime!

PDF

Twitter may remove this content at anytime! Save it as PDF for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video
  1. Follow @ThreadReaderApp to mention us!

  2. From a Twitter thread mention us with a keyword "unroll"
@threadreaderapp unroll

Practice here first or read more on our help page!

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just two indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member ($3/month or $30/year) and get exclusive features!

Become Premium

Don't want to be a Premium member but still want to support us?

Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal

Or Donate anonymously using crypto!

Ethereum

0xfe58350B80634f60Fa6Dc149a72b4DFbc17D341E copy

Bitcoin

3ATGMxNzCUFzxpMCHL5sWSt4DVtS8UqXpi copy

Thank you for your support!

Follow Us on Twitter!

:(