Osman Gazi türbesine Kral Konstantinin resmi asılmıştı
Şehzade mezarlarında İNSAN DIŞKISI vardı
Yunan askerleri müslüman mezarları ve evliya yatırlarına işiyorlardı
(Bursa öğretmen okulu memuru Şefik beyin hariciye nezaretine mektubundan.)
Ecdadın hatırasını ATATÜRK kurtardı!
HARİCİYE NEZARET-İ CELİLESİNE
Bursa havalisinde işgal yönetimi tarafından kasten veya kasıt olmayarak işlenmekte olan çeşitli facia ve zulümlere ilave olarak Bursa içinde gözümle gördüğüm mukaddesata yönelik düşmanlıklar ile devletler hukukuna aykırı durumlar aşağıda arz olunur
1- (...) Osman Gazi'nin türbesi girişinin dışına Kral Kostantin'in defne dallarıyla çerçevelenmiş büyük ebatlı resmi asılmıştır. Türbe avlusu da savaş birlikleri tarafından işgal edilmiş olmakla bahçedeki şehzade kabirleri üzerinde insan dışkılarının izleri görülmektedir.
2- Müslüman mezarları ve evliya yatırları üzerine Yunan askerleri tarafından işendiğini çok defa gördüm.
3- İslam mescitlerinin bir kısmının kapılarına Kral Kostantin'in resmi asılmış ve Hoca Alizade Camii kapısına büyük boyda bir haç çizilmiştir.
4- Vilayet dairesi kapısına Yunan kraliyet tacı ve arması konulmuştur.
5- İngiltere'nin serbest bıraktığı esirlerden Anadolu'ya gönderilmek üzere Mudanya'ya çıkarılan savaş esirlerimiz Yunan hükümeti tarafından tutuklanarak bir seneyi geçen bir zamandır askeri hizmetlerde çalıştırılmaktadır.
Dindaşlarımızın gözü önünde cereyan ederek vicdanlara tahammülü mümkün olmayan bir ıstırap yükleyen bu hususların engellenmesi için İtilaf Devletleri nezdinde protesto edilerek +++
kutsal mekanların tarafsız bir hükümetin kontrolü altında jandarmamız tarafından işgali çaresinin araştırılarak sonuç alınması için siyasi girişimlerde bulunulmasını Dışişleri Bakanı'ndan istirham eylerim.]
12 Kânûn-ı Evvel sene 337
Bursa Darülmuallimîni
Mehmed Şefik
Belgeyi yayınlayan Sinan Culuk'a teşekkürler.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Şeyh Said'in Anayasa'yı değiştirmek, şeriat getirmek için isyan ederek başlayan ve "Beni asmayın, Edirne'de 101 sene mahkum edin." diyerek yalvarmakla biten hikayesi.
1⃣-Şeyh Said isyanı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ayaklanması olmakla beraber, isyanın yaşandığı bölgelerde Osmanlı Devleti’ne karşı da zaman zaman ayaklanmalar meydana geldiği bilinmektedir. Şeyh Said İsyanına kadar giden birbiriyle bağlantılı olan gelişmeleri sırasıyla ele alalım.
2⃣-Şeyh Said İsyanına yabancılardan destek bulmaya çalıştığı için idam edilen Seyyid Abdülkadir’in babası Şeyh Ubeydullah Osmanlı Devletine isyan etmişti. 30 Ağustos 1879’da başlayan isyan bir buçuk ay sonra bastırıldı. Ubeydullah teslim oldu.
Osmanlı Hükûmeti 20.000 kuruş maaşa bağladığı Ubeydullah ve ailesini 1881 yılında Hicaz’a sürdü. Ubeydullah’ın 1883 yılında ölmesinden sonra aile üyelerinin Cidde’de mecburi ikamet cezası kaldırıldı ve Seyyid Abdülkadir Türkiye’ye döndü.
1896 yılında II. Abdülhamid’e karşı yapılan suikast girişimine adı karıştığı için bu sefer Mekke’ye sürgün edildi. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber tekrar İstanbul’a döndü. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin dağılma ihtimaline karşı özerklik veya bağımsızlık isteyen Kürt ileri gelenleri Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kurmuşlardı. Cemiyetin kurucusu ve başkanı Seyyid Abdülkadir’di.
3⃣-Seyyid Abdülkadir’in en yakın adamı ve hizmetkârı Palulu Kör Sadi özerk Kürdistan faaliyetleri nedeniyle Meşrutiyet yıllarında Sadrazam Mahmud Şevket Paşa tarafından Taif’e sürülüyor, burada İngilizlere esir düşüp bir süre sonra serbest bırakılıyor. Seyyid Beşir Usame kampında esir bulunduğu sırada İngiliz komutan Deedes’e Kürdistan konusunda bazı projeler sunuyor.
Kör Sadi, sürgünden sonra gittiği Kahire’de sonradan Şeyh Said isyanına dönüşecek olan Kürt ayaklanmasına destek istemek için İngiliz istihbaratıyla temasa geçti. Bir İngiliz istihbarat memuruyla tanışan Sadi, büyük bir işe kalkışmak için hazır olduğunu, pek çok Kürt liderle beraber hareket ettiğini ve yapılan bu görüşme için Seyyid Abdülkadir’den tam yetki aldığını söylemişti. Bir başka ifadeyle görüşmeleri Azadi adına yapıyordu. Kör Sadi İngiliz istihbarat memuruna Gazi Paşa’ya suikast ile Dersim ve Palu dolaylarında büyük bir ayaklanma çıkarmak istediğini söyleyerek bunun için bir İngiliz yetkiliyle görüşmesi için aracılık etmesini istedi.
Kör Sadi ile görüşen kişiler aslında Türk casuslarıydı. Sadi’nin Kahire’de tanıştığı İngiliz istihbarat memuru Türk polisi Celal, Mr. Templen ise Taksim Belediye Zabıta memurlarından Nizamettin’di. Sarışın ve uzun boylu olan Nizamettin aslında İngilizce bile bilmiyor ama iyi derecede İngilizce konuşuyormuş gibi taklit yapabiliyordu. Bütün olup bitenler İstanbul Emniyet Müdürü Ekrem Bey’e rapor edilmiş, Ekrem Bey de bu önemli meseleyi İçişleri Bakanlığı’na bildirmişti. Kör Sadi’nin görüşmeleri sonucunda İngilizlerin desteğini almak konusunda ümitlenen Seyyid Abdülkadir, Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ile İstanbul’da görüştü ve Kör Sadi’nin daha sonra itiraf edeceği üzere Şeyh Said isyanının planlaması bu sırada yapıldı.
Şeyh Said İsyanında şehit edilip cesedi köpeklere yedirilen öğretmen Dündar Alp’in hikayesi.
(İstiklal Mahkemesi tutanakları ve basında yer alan haberler ışığında)
İsyanı aylar öncesinden bildirdiği halde kimseyi inandıramadı. İftiracı durumuna düştü. Öğretmenlikten atıldı. Hapis cezası aldı. İsyan başlayınca asiler tarafından öldürüldü, cesedi sokaklarda sürüklendi, köpeklere yedirildi.
Başlıyoruz. ⬇️⬇️
1⃣- Bingöl merkez başöğretmeni Mehmet Zeki Dündar Alp, Şeyh Said İsyanından aylar önce, isyana hazırlık yapıldığını fark ederek durumu hükümete bildiren zabıtlar tutmuştur. Dündar Alp’in 26 Ekim 1924’te tuttuğu ilk zabıt Kürtçülük zihniyetiyle hareket eden Hacı Mehmed isimli birisinin Mustafa Kemal’in haccı kaldırdığı ve İslamiyet’e darbe vurduğu yönünde propaganda yaptığı yönündeydi. (Kaynak: İM/T12/69-12/160/6)
İçişleri Bakanlığına sunulan bu rapor sonucunda Bingöl Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey inceleme başlattı. Hacı Mehmed suçlamaları reddetti. Kendi lehine şahitler buldu. Kaymakam, Dündar Alp hakkında asılsız ihbarda bulunmaktan soruşturma başlattı. Genç Valisi Dündar Alp’i görevden aldı. (Kaymakam, mahkemede Dündar Alp’in görevden alınma sebeplerini göreve devamsızlık, kitapları fahiş fiyatlara satmak şeklinde belirtecekti.)
Dündar Alp görevden alındıktan sonra Genç eski mebusu Hamdi Bey’in teşvikiyle 5 Ocak 1925’te hem İçişleri Bakanlığı hem de bizzat Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf göndererek yine isyan hazırlıklarından bahsetti. İçişleri Bakanlığı konuyu Genç Valisine yazdı. Vali, Dündar Alp’in tekrar ifadesini aldı ve 13 Ocak 1925’te İçişleri Bakanlığına Dündar Alp’in hezeyanlarından hiç birisini ispat edemediğini, Dündar Alp ve Hamdi Bey’in şahsi meselelerine siyasi şekil vererek asılsız ihbarda bulunduklarını belirterek bu nedenle Bitlis Askeri Mahkemesine sevk edilmelerine izin verilmesini istedi. Aynı gün Dündar Alp, Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek Vali’nin kendisine baskı yaptığından yakındı ve ifadesinin Ankara’da alınmasını istedi. (Kaynak: Eyüp Ertüren, Şark İstiklal Mahkemesi: Şeyh Said İsyanı, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2018, s. 232-233; - Eyüp Ertüren - Abdülhakim Koçin, Şark İstiklal Mahkemesi, Şeyh Said Davası Mahkeme Tutanakları, Ankara 2020, s. 116-117)
2⃣-Dündar Alp memleketin başına gelmesi muhtemel bir ihtilalden bahsediyor.
Dündar Alp 15 Ocak 1925 tarihli üçüncü telgrafında vaziyetin günden güne kötüye gittiğini ve kendisinin yerine öğretmenliğe atanan Sıddık isimli şahsın casus olduğundan bahsetti. Bingöl’de bir Kürt cemiyetinin olduğunu ve Vali’nin bu işlere sessiz kaldığını belirten Dündar Alp memleketin başına gelebilecek muhtemel bir ihtilalden söz etmişti. (Kaynak: Ertüren-Koçin, a.g.e, s. 117; İM/T12/12/69-12/158/10)
Dündar Alp, Vali’nin 13 Ocak 1925 tarihli yazısına istinaden gerçek dışı ihbarda bulunmak suçlamasıyla mahkemeye sevk edildi. Dündar Alp bu sırada Bingöl’den kaçıp Lice’de ki eniştesinin yanına sığınmıştı. Gıyabında yapılan mahkeme sonucunda üç ay hapis cezasına çarptırıldı.
Şark İstiklal Mahkemesi tutanaklarını inceleyen Eyüp Ertüren, Dündar Alp’in eniştesi Lice Ziraat Bankası Memuru olan Abdülgani, 11 Nisan’da 5. Kolorduya yazdığı yazıya göre olayın şöyle geliştiğini aktarmıştır:
“Muallim Mehmed, (Dündar Alp) Şeyh Said hakkında bir şey yazmaya cesaret edememiş ancak Şeyh Said’in casuslarından olan Hacı Mehmed hakkında yazı yazmıştır. Yapılan tahkikatlarda ise Kürt casuslarının vermiş olduğu ifadelerle Muallim azledilmiş ve yerine meşhur Bitlisli Hacı Musa Bey’in yeğeni, Kürt casusu Sıdkı Efendi, muallim olarak tayin edilmiştir. Bunun üzerine hayatının tehlikede olduğunu anlayan Muallim, Lice’ye eniştesi Abdülgani Bey’in yanına gelmiş ve oradan Diyarbekir’e bir rapor yazmıştır. İsyanın başlamasından sonra Hacı Mehmed, Şeyh Said ile birlikte Diyarbekir cephesinde bulunduğu sırada Lice’nin Kaya Mahallesi’nden para karşılığında temin edilen bazı kişiler 10 Mart günü saat on bir sıralarında Muallim’in olduğu evi basarak kapının önünde şehit etmişlerdir. Muallim, evin önünde yaklaşık bir saat yağmur altında kalmıştır. Muallim’in şehadetinden sonra Hacı Mehmed, Muallim’in Kadımadrak’taki evini ve hayvanlarını yağma ettirmiştir.” (Kaynak: Ertüren, a.g.t. , s. 235; İM/T12/12/69-12/158/6-7)
"Mesnevi'yi okudum, böyle hikayeler yok" diyenler oluyor. Arkadaşlar sizin okuduğunuz tam metin değildir. Sansürlüdür. Bu hikayeler Mesnevi'de var.
1⃣- Şimdi Mesnevi'nin hangi cildinde hangi müstehcen hikayelerin olduğundan bahsedelim.
2⃣- KABAK HİKAYESİ
Mesnevi'de yer alan müstehcen hikayelerin en meşhurudur. Kadın kölesinin eşekle cinsel ilişkiye girmesini kıskanıp kendisi de eşekle cinsel ilişkiye giren ve bunun sonucunda ölen kadının hikayesidir. Nefsin insanı nasıl kötü hallere düşürdüğünü anlatır.
3⃣- Cuha’nın Çarşaf Giyip Kadınlar Kılığında Camiye Girmesi
Mevlana burada Cuha dediği kişinin ahlaksızlıklarından ve kadın kılığına girdiğinden bahseder. Mikail Bayram'a göre burada eleştirdiği kişi Ahi Evran Nasreddin Hoca'dır.
1⃣- Tıpkı bugün gibi, sıcak bir 14 Haziran gününde Afet İnan'a mektup yazan Atatürk ilk kez doktorların yanlış tedavisinden yakınmıştı:
"Afet, vaziyetim şudur:
Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir."
2⃣- Doktorlarsa Atatürk'ün yasak olmasına rağmen yatağından kalkıp Hatay'a gitmesine kızıyorlardı.
Yanındakilerin yardımıyla zor yürüdüğü halde Hatay'ı Fransızlara bırakmamak için İstanbul'dan kalkıp Mersin'i gitmişti. Bu fotoğraf Mersin'de çekildi.
2⃣- 1938'in Mayıs ayında Fransız basını ve Devlet Radyosu’nda Atatürk’ün sağlığının kötüye gittiği yönünde haberler çıkmaya başlamış ve sistematik bir kampanyaya dönüşmüştü. Atatürk’ün devlet işlerini yürütemeyeceği şeklindeki haberlerin ardı arkası kesilmiyordu.
Atatürk’e din üzerinden saldıranların en büyük dayanağı 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açılış konuşmasında geçen şu sözlerdir:
“Aziz milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla (değişmez kurallarıyla) asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.”
Burada geçen “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” ifadesi malum çevreler tarafından dini reddiye olarak yorumlanıp saldırı argümanı olarak kullanılmakta, güya Atatürk’ün dinsizliğine kaynak olarak sunulmaktadır.
Biraz zamanı geri sarıp bu konuşmanın hangi gelişmeler neticesinde yapıldığını inceleyelim.⬇️
1⃣- Atatürk, Türkiye’nin kalkınmasında önemli yer tutacak olan ekonomik kalkınmanın köklü şekilde hayata geçirebilmesi için devletçi ekonomi anlayışında değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyordu.
Celal Bayar, genel müdürlüğünü yaptığı İş Bankasını kısıtlı olanaklara rağmen güzel yerlere getirmesiyle Atatürk’ün dikkatini çekmiş, devletçi ekonomi politikasının özel teşebbüsü engellediğini gören Gazi’nin gözüne girmeyi başarmıştı. Bu dönemde İsmet İnönü kadrolarıyla İş Bankası kadroları her alanda çatışma hâlindeydi. 1932 yılında bir kâğıt fabrikası kurulmasına karar verilmiş, İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey ihaleyi İş Bankasının almasına sıcak bakmadığı için buna engel olmuştu.
Yaşanan gelişmeler sonucunda Bayar, Atatürk tarafından İktisat Vekili yapılmış ama bu durum kâğıt fabrikası meselesinde Mustafa Şeref Bey’den yana tavır koyan İsmet İnönü’nün hoşuna gitmemişti.
2⃣-1937 yılına gelindiğinde Atatürk ve İnönü arasında başka bir anlaşmazlık yaşandı. Türk dış politikasının en önemli ayağını oluşturan Hatay meselesi hakkındaki fikrini açıkça ifade eden Atatürk, Fransız büyükelçisine “Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz.” diyerek bu konudaki tavrını ortaya koymuştu. Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması için çalışmalar yapılmasını isteyen Atatürk, Başbakan İnönü ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın da hazır bulunduğu bir pazar günü toplantısında Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması gerektiğini söyledi. Atatürk, bu konuda diplomatik nota hazırlanmasını ve Fransız elçisiyle görüşülüp Türkiye’nin kararlı tutumunun bildirilmesini istedi. Ancak İnönü, Hatay meselesinin Türkiye ile Fransa arasında soruna yol açacağını, hatta savaşa sebep olacağını düşünüyordu. Bazı bakanlar da İnönü ile aynı doğrultudaydılar. Şükrü Saraçoğlu “Bir Hatay için savaşı göze almak, Fransa’yı karşımıza çekmek ne demek? Bizim nüfusumuz her yıl Hatay ölçüsünde zaten büyüyor.” diyordu. Hükûmetle görüş ayrılığı yaşayan Atatürk, Fransa ile müzakerelerin yumuşak tavırdan uzak, kesin ve netice alacak kararlılıkla yürütülmesini emretti.
Atatürk'ün sansürlenen mektubu ve çok tartışılan "İkra, Bismi, Rabbi" meselesi.
Atatürk’e din üzerinden saldıranların en büyük dayanaklarından birisi Tevfik Bıyıkoğlu'na yazdığı mektuptaki ifadelerdir. Bir kaç maddeyle açıklayacağım, sizler de sonuna kadar okuyun lütfen.
Mektupta geçen ifadeler şu şekilde, ancak öncesi ve sonrası var.
"Arabistan Yarımadası’nın kumsal çöllerinden; (ikra, bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır."
1⃣-Atatürk, 1931 yılında liselerde okutulmak üzere akılcı ve bilimsel nitelikte yeni ders kitapları hazırlatılmasını istemiştir. Kitapların İslam tarihi ile ilgili bölümlerinin yazılması işini de Türk Tarih Kurumuna, o zamanki adıyla Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine vermiştir.
Cemiyet, İslam tarihi ile ilgili bölümleri hazırlamak üzere Mısır’daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri’yi görevlendirmiştir. Kadiri, ders kitapları için hazırladığı “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri” konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre hazırlamıştır.
Atatürk, Zakir Kadiri’nin hazırladığı bölümlerde Arap milliyetçiliğine ve bilim dışı değerlendirmelere yer verildiğini görüp buna itiraz etmiş ve bazı düzeltmelerin yapılmasını talep etmiştir. Ancak düzeltmeler istediği şekilde yapılmayınca öfkelenerek, fotoğrafta gördüğünüz cemiyet başkanı Tevfik Bıyıkoğlu’na çok sert bir mektup yazmıştır. Aslında Atatürk meşhur “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözünü de bu mektupta kullanmıştır.
2⃣-Atatürk akıl ve bilimi göz ardı ederek yazılan, Arap milliyetçiliği ve dinsel bilgilere dayanan yanlı bir İslam tarihi anlatısının liselerde okutulmasına karşı çıkmıştır. Uyduruk tarih yazmayı, hiç yazmamaya tercih etmiş ve Tevfik Bıyıkoğlu’na ateş püskürmüştür:
“Tevfik Beyefendi!
Zakir Kadiri’nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara da dikkat buyurunuz. Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatırlatırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan, uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa, hiçbir eser meydana getirmemek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak Mısır’ın Camii Ezher’i mezunlarına inanmaktan daha iyidir.
(…) Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetinizi ve ince Millî süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yüksek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar!
Bana bu kadar söz söyleten nedeni açıklayayım:
Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye, Ankara’dan ayrıldığım son gün önüme koyduğunuz örümcek Arap yazılı paçavraları okuduğunuz zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm ki, sizi rencide edecek bir söz söylemeden bu paçavralar üzerinde yeniden çalışmaya mecbur oldum. Bu sözlerimi sizi utandırmak için yazmıyorum. Bu yazılarımı, bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum. (…) Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız?”