Osman Gazi türbesine Kral Konstantinin resmi asılmıştı
Şehzade mezarlarında İNSAN DIŞKISI vardı
Yunan askerleri müslüman mezarları ve evliya yatırlarına işiyorlardı
(Bursa öğretmen okulu memuru Şefik beyin hariciye nezaretine mektubundan.)
Ecdadın hatırasını ATATÜRK kurtardı!
HARİCİYE NEZARET-İ CELİLESİNE
Bursa havalisinde işgal yönetimi tarafından kasten veya kasıt olmayarak işlenmekte olan çeşitli facia ve zulümlere ilave olarak Bursa içinde gözümle gördüğüm mukaddesata yönelik düşmanlıklar ile devletler hukukuna aykırı durumlar aşağıda arz olunur
1- (...) Osman Gazi'nin türbesi girişinin dışına Kral Kostantin'in defne dallarıyla çerçevelenmiş büyük ebatlı resmi asılmıştır. Türbe avlusu da savaş birlikleri tarafından işgal edilmiş olmakla bahçedeki şehzade kabirleri üzerinde insan dışkılarının izleri görülmektedir.
2- Müslüman mezarları ve evliya yatırları üzerine Yunan askerleri tarafından işendiğini çok defa gördüm.
3- İslam mescitlerinin bir kısmının kapılarına Kral Kostantin'in resmi asılmış ve Hoca Alizade Camii kapısına büyük boyda bir haç çizilmiştir.
4- Vilayet dairesi kapısına Yunan kraliyet tacı ve arması konulmuştur.
5- İngiltere'nin serbest bıraktığı esirlerden Anadolu'ya gönderilmek üzere Mudanya'ya çıkarılan savaş esirlerimiz Yunan hükümeti tarafından tutuklanarak bir seneyi geçen bir zamandır askeri hizmetlerde çalıştırılmaktadır.
Dindaşlarımızın gözü önünde cereyan ederek vicdanlara tahammülü mümkün olmayan bir ıstırap yükleyen bu hususların engellenmesi için İtilaf Devletleri nezdinde protesto edilerek +++
kutsal mekanların tarafsız bir hükümetin kontrolü altında jandarmamız tarafından işgali çaresinin araştırılarak sonuç alınması için siyasi girişimlerde bulunulmasını Dışişleri Bakanı'ndan istirham eylerim.]
12 Kânûn-ı Evvel sene 337
Bursa Darülmuallimîni
Mehmed Şefik
Belgeyi yayınlayan Sinan Culuk'a teşekkürler.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Atatürk’e din üzerinden saldıranların en büyük dayanağı 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açılış konuşmasında geçen şu sözlerdir:
“Aziz milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla (değişmez kurallarıyla) asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.”
Burada geçen “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” ifadesi malum çevreler tarafından dini reddiye olarak yorumlanıp saldırı argümanı olarak kullanılmakta, güya Atatürk’ün dinsizliğine kaynak olarak sunulmaktadır.
Biraz zamanı geri sarıp bu konuşmanın hangi gelişmeler neticesinde yapıldığını inceleyelim.⬇️
1⃣- Atatürk, Türkiye’nin kalkınmasında önemli yer tutacak olan ekonomik kalkınmanın köklü şekilde hayata geçirebilmesi için devletçi ekonomi anlayışında değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyordu.
Celal Bayar, genel müdürlüğünü yaptığı İş Bankasını kısıtlı olanaklara rağmen güzel yerlere getirmesiyle Atatürk’ün dikkatini çekmiş, devletçi ekonomi politikasının özel teşebbüsü engellediğini gören Gazi’nin gözüne girmeyi başarmıştı. Bu dönemde İsmet İnönü kadrolarıyla İş Bankası kadroları her alanda çatışma hâlindeydi. 1932 yılında bir kâğıt fabrikası kurulmasına karar verilmiş, İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey ihaleyi İş Bankasının almasına sıcak bakmadığı için buna engel olmuştu.
Yaşanan gelişmeler sonucunda Bayar, Atatürk tarafından İktisat Vekili yapılmış ama bu durum kâğıt fabrikası meselesinde Mustafa Şeref Bey’den yana tavır koyan İsmet İnönü’nün hoşuna gitmemişti.
2⃣-1937 yılına gelindiğinde Atatürk ve İnönü arasında başka bir anlaşmazlık yaşandı. Türk dış politikasının en önemli ayağını oluşturan Hatay meselesi hakkındaki fikrini açıkça ifade eden Atatürk, Fransız büyükelçisine “Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz.” diyerek bu konudaki tavrını ortaya koymuştu. Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması için çalışmalar yapılmasını isteyen Atatürk, Başbakan İnönü ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın da hazır bulunduğu bir pazar günü toplantısında Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması gerektiğini söyledi. Atatürk, bu konuda diplomatik nota hazırlanmasını ve Fransız elçisiyle görüşülüp Türkiye’nin kararlı tutumunun bildirilmesini istedi. Ancak İnönü, Hatay meselesinin Türkiye ile Fransa arasında soruna yol açacağını, hatta savaşa sebep olacağını düşünüyordu. Bazı bakanlar da İnönü ile aynı doğrultudaydılar. Şükrü Saraçoğlu “Bir Hatay için savaşı göze almak, Fransa’yı karşımıza çekmek ne demek? Bizim nüfusumuz her yıl Hatay ölçüsünde zaten büyüyor.” diyordu. Hükûmetle görüş ayrılığı yaşayan Atatürk, Fransa ile müzakerelerin yumuşak tavırdan uzak, kesin ve netice alacak kararlılıkla yürütülmesini emretti.
Atatürk'ün sansürlenen mektubu ve çok tartışılan "İkra, Bismi, Rabbi" meselesi.
Atatürk’e din üzerinden saldıranların en büyük dayanaklarından birisi Tevfik Bıyıkoğlu'na yazdığı mektuptaki ifadelerdir. Bir kaç maddeyle açıklayacağım, sizler de sonuna kadar okuyun lütfen.
Mektupta geçen ifadeler şu şekilde, ancak öncesi ve sonrası var.
"Arabistan Yarımadası’nın kumsal çöllerinden; (ikra, bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır."
1⃣-Atatürk, 1931 yılında liselerde okutulmak üzere akılcı ve bilimsel nitelikte yeni ders kitapları hazırlatılmasını istemiştir. Kitapların İslam tarihi ile ilgili bölümlerinin yazılması işini de Türk Tarih Kurumuna, o zamanki adıyla Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine vermiştir.
Cemiyet, İslam tarihi ile ilgili bölümleri hazırlamak üzere Mısır’daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri’yi görevlendirmiştir. Kadiri, ders kitapları için hazırladığı “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri” konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre hazırlamıştır.
Atatürk, Zakir Kadiri’nin hazırladığı bölümlerde Arap milliyetçiliğine ve bilim dışı değerlendirmelere yer verildiğini görüp buna itiraz etmiş ve bazı düzeltmelerin yapılmasını talep etmiştir. Ancak düzeltmeler istediği şekilde yapılmayınca öfkelenerek, fotoğrafta gördüğünüz cemiyet başkanı Tevfik Bıyıkoğlu’na çok sert bir mektup yazmıştır. Aslında Atatürk meşhur “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözünü de bu mektupta kullanmıştır.
2⃣-Atatürk akıl ve bilimi göz ardı ederek yazılan, Arap milliyetçiliği ve dinsel bilgilere dayanan yanlı bir İslam tarihi anlatısının liselerde okutulmasına karşı çıkmıştır. Uyduruk tarih yazmayı, hiç yazmamaya tercih etmiş ve Tevfik Bıyıkoğlu’na ateş püskürmüştür:
“Tevfik Beyefendi!
Zakir Kadiri’nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara da dikkat buyurunuz. Bu münasebetle yüksek heyetinizin başkanı bulunan size hatırlatırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan, uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa, hiçbir eser meydana getirmemek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak Mısır’ın Camii Ezher’i mezunlarına inanmaktan daha iyidir.
(…) Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetinizi ve ince Millî süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının ve bunları yüksek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkınının oyuncağı kılar!
Bana bu kadar söz söyleten nedeni açıklayayım:
Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye, Ankara’dan ayrıldığım son gün önüme koyduğunuz örümcek Arap yazılı paçavraları okuduğunuz zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm ki, sizi rencide edecek bir söz söylemeden bu paçavralar üzerinde yeniden çalışmaya mecbur oldum. Bu sözlerimi sizi utandırmak için yazmıyorum. Bu yazılarımı, bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum. (…) Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız?”
Atatürk'ün din, Allah ve Hz. Muhammed hakkındaki sözleri.
1⃣-Müslüman bir toplumu Atatürk’ten soğutmak için kullanılacak en iyi malzemenin “din olgusu” olduğu muhakkaktır. Atatürk’e karşı bilinçli ve sistemli bir şekilde yürütülen kara propagandanın, dolayısıyla Cumhuriyet tarihi hurafelerinin en büyük ayağını tahmin edeceğiniz üzere Atatürk’ün dini inancına yönelik iftiralar oluşturur. “Atatürk’ün Müslüman olduğunu veya İslam düşmanı olmadığını ispata ne gerek var?” dediğinizi duyar gibiyim. Atatürk’ün Müslüman olup olmaması önemli midir? Ben de sizler gibi düşünüyorum. Bana göre hiç ama hiç önemli değildir. Ben onun vatana, Türk milletine ve bütün insanlığa yaptığı hizmetleri önemsiyorum.
Bununla birlikte görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek var. Maalesef şer odakları Atatürk’ün dinî inancı üzerinden, özellikle dindar insanlarımızı etkilemeye çalıştılar. Uzun yıllardır bunu yaptılar ve açık söylemek gerekirse başarılı da oldular. Atatürk’ün İslam dinine zarar verdiği, ibadet etmeyi yasakladığı yönündeki hurafeler bu şer odakları tarafından ortaya atıldı ve milyonlarca insanımız yalanlarla kandırılıp Atatürk’ten ve yakın tarihimizden soğutuldu. Özellikle tarikatların elindeki genç nesiller bu söylemlerle zehirlenip birer Atatürk karşıtı olarak yetiştirildi.
Atatürk’ün dostlarına yazdığı mektuplar, resmî makamlara gönderdiği yazılar, halka yaptığı konuşmalar ya da basına verdiği demeçler; bunların tamamı onun Allah inancına dair izler taşımaktadır. Birlikte inceleyim.
Devamı için bir sonraki tviti okuyunuz.⬇️
2⃣- "Bakalım Allah ne gösterecektir? İnşallah dönüş nasip olursa size günlerce anlatacak hikâyelerimiz var."
(Trablusgarp’tan Salih Bozok'a yazdığı mektup. 15 Kasım 1911)
Çanakkale Savaşı’nın en ateşli günlerinde, 30 Nisan 1915’te emri altındaki kumandanları Kemalyeri’nde toplayan Atatürk, onlara Allah’ın yardımına sığınarak bu gece taarruza kalkmak istediğini bildirir:
“Karşımızda bulunan düşmanı mutlaka ölerek denize dökmek lazım olduğu kanaatindeyim. İçimizde ve komuta ettiğimiz askerlerde Balkan utancının ikinci bir safhasının görmektense burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını katiyen kabul etmem. Bu gece katılacak taze kuvvetlerle Cenab-ı Hakkın yüce yardımına sığınarak yarın düşmana taarruz eylemek niyetindeyim.”
1⃣- Yunan Parlamentosu, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs gününü sözde “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul eden bir yasa çıkardı. Yasa, 23 Şubat 1994 tarihinde oybirliği ile kabul edildi, 7 Mart 1994 tarihinde Yunanistan Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Bu asılsız iddiaya geniş bir taraftar kitlesi toplayabilmek ve kamuoyu oluşturabilmek amacı ile kongre, kitap, makale, bildiri vb. eylemlerle Türklerin, Doğu Karadeniz Bölgesindeki 350 bin Ortodoks’a soykırımı uyguladığı anlatılarak propaganda faaliyetleri yürütülüyor.
Her yıl 19 Mayıs’ta Yunanistan’da sözde soykırımı anma programları düzenleniyor. Atatürk’e, Topal Osman’a ve Nurettin Paşa’ya lanet edilen bu törenlerde Türkiye sözde soykırımla suçlanıyor. Bir kaç örnek verelim.
19 Mayıs 2001 anma törenlerinden bir gün önce Türk Bayrağı yakılmış, törende konuşan Yunanistan Savunma Bakanı Akis Cohacopulos, “Pontuslu Rumlara Türkler tarafından yapılan soykırım, Helenizm tarihinin en karanlık sayfasıdır.” ifadelerini kullanmış, eski Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos da, Türkiye’nin katiller tarafından yönetildiğini ve bu nedenle iki ülkenin işbirliğine gidemeyeceğini iddia etmişti. Yunanistan Parlamento Başkanı Apostolos Kaklamanis’in, “Pontuslu Rumlara yönelik soykırım tartışılmaz bir tarihi gerçektir. Türk devletinin sistemli cinayetleri, sayısız Yunan, yabancı ve hatta Türk kaynağınca doğrulanıyor. Pontus soykırımını tanımak Türkiye’nin dünyaya borcudur ve cinayetleri kınayıp resmen özür dilemelidir” şeklinde açıklama yaptığı 19 Mayıs 2002 tarihli anma töreni Selanik’teki Türk Başkonsolosluğu’na protesto yürüyüşüyle sona ermişti. 19 Mayıs 2005’te yapılan anma töreninde söz alan Selanik Belediye Başkanı Vasilis Papayorgopulos da, Selanik’te gelecek yıl bir Pontus Soykırımı Anıtı yapılması için Belediye Meclisi’nin karar aldığını açıklamıştı. Türkiye aleyhinde sloganlar atan göstericilere konuşan Nikos Çiarçionis, dünya tarihinin karanlık bir sayfasını oluşturduğunu öne sürdüğü Pontus soykırımının uluslararası alanda Ermeni ve Yahudi soykırımlarıyla birlikte tanınması gerektiğini söylemişti. Her yılın 19 Mayıs’ında Selanik ve Atina’da benzer etkinlikler düzenlenmekte, konuşmalar yapılıyor. Türkiye’den bazı oluşumların da bu sözde soykırım iddiasına destek verdikleri, Atatürk’ü Pontus Rumlarına soykırım yapmakla itham ettikleri biliniyor.
2⃣-Peki, Atatürk gerçekten soykırım yapmış mıdır?
Net bir şekilde ifade edebiliriz ki Atatürk’ün yaptığı bir soykırım değil, terörle mücadele faaliyetidir. Atatürk Pontus terörüyle mücadele etmiştir. Neden terör ifadesini kullandık? Terör kısaca, belirli bir amaca ulaşmak için hukuk dışı yollarla yapılan eylemdir.
Pontus Terörü, Yunan bağımsızlık hareketleri doğrultusunda, Megalo İdea’nın bir uzantısı olarak Karadeniz kıyılarında bir Pontus Rum Devleti kurulması amacıyla ortaya çıkmıştır.
Mondros Mütarekesinin getirdiği ağır şartlar ve asayişteki bozulmayı fırsat bilip bölgedeki Türk nüfusu yok etmek isteyen Pontus çeteleri Müslüman köylerini basıp kadın, yaşlı ve çocuk demeden katliam yapmışlardır. Siyasi emellerini kanlı eylemlere dönüştürmek için uygun bir ortamın oluşmasını fırsat bilerek kasaba ve köylerinde eli silah tutan herkesi silahlandırmışlardır. Bölgedeki çetelerin en tehlikelisi olan, Bafra civarında konuşlanmış ve mevcutları iki bin46 kişiyi bulan “Nebyan Çeteleri”, Nebyan Dağı bölgesindeki 11 Rum köyünde yaşayan isyancılar tarafından kurulmuştur. İlk kanlı eylemlerini de Kasnakçımermer köyünden iki Müslüman köylü üzerinde tatbik etmişler, bu iki zavallıyı sırt sırta bağlayarak diri diri yakmak suretiyle senelerce devam edecek olan kanlı sahneyi açmışlardır. Nebyan çeteleri, bu mıntıkada bulunan 6 İslam köyü arasından 150 haneli Çağşur köyüne ani bir baskın düzenlemiştir. Bu baskın, Nebyan çetelerinin giriştikleri ilk toplu faciadır. Bundan sonra yüzlerce benzer katliam yapacaktır bu çeteler. Yalnız Bafra yöresi değil tabiki. Bütün Karadeniz bölgesinde yaşanacaktır bu katliamlar.
3⃣-Diğer taraftan, bölgedeki Rumlar, Türkler tarafından katliama maruz kaldıkları şeklinde asılsız haberleri yayarak İtilaf Devletleri’nin bölgeye müdahale etmesini sağlamaya çalışmışlardır. Olası bir işgalin önüne geçmek isteyen Osmanlı hükümeti, Karadeniz Bölgesi’nde Rumlar ve Türkler arasında yaşanan karışıkları incelemek, çeteleri dağıtmak ve asayişi sağlamak üzere Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Birlikleri Müfettişi sıfatıyla Samsun’a göndermiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da yaptığı incelemeler sonucunda Mondros’tan sonra şımaran Rumların Pontus hükümeti kurulması gibi bir safsata etrafında toplandıklarını, çeteleriyle düzenli bir program altında tamamen siyasi bir hüviyet kazandıklarını görmüştü. Genellikle savunma durumunda olan Müslüman çetelerse Türk köylerini Rum çetelerinin saldırılarına karşı korumak gibi bir amaca hizmet ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın bu izlenimlerini, yazdığı bir rapor ile İstanbul’a bildirmesiyle Pontus terörüyle olan tavizsiz ve kararlı mücadelesi de başlamış oluyordu.
1919 Mayıs’ında Samsun’da asker terhis edilmiş, Jandarma kuvveti ise yok denecek kadar az kalmıştı. Müslüman köylerini korumanın bir yolunu arayan Mustafa Kemal Paşa, Rum çetelerine karşı kazandığı başarılarla tanınan Giresunlu Topal Osman Ağa ile görüştü. Millî Mücadele’de beraber çalışacaklarını söyleyerek İstanbul hükümetinden aksi emir gelse bile Pontus çeteleriyle olan mücadelesine son vermemesini, tam tersine mücadeleyi hızlandırmasını istedi. Böylelikle düzenli ordu tekrar oluşturulup Pontusçuların üzerine sevk edilinceye kadar, bölge halkının güvenliğinin sağlanması hedeflenmişti.
Bu görüşmeyle Mustafa Kemal Paşa; çeteleri dağıtmak üzere görevlendirilmiş olmasına rağmen, bölgedeki Türk çetelerinin en önemlisi olan ve hakkında alınan idam kararı nedeniyle firari durumdaki Topal Osman’ı yakalayıp çetesini dağıtmak yerine onunla Pontus konusunda işbirliğine gidiyor, dolayısıyla hükümetin verdiği görevin tam tersini yapmış oluyordu.
Bu davranış, onun İstanbul ile bağları tamamen kopardığını ve vatanı kurtarmak için artık bağımsız hareket etmeye başladığını gösteriyordu.
"Mesnevi'yi okudum, böyle hikayeler yok" diyenler oluyor. Arkadaşlar sizin okuduğunuz tam metin değildir. Sansürlüdür. Bu hikayeler Mesnevi'de var.
1⃣- Şimdi Mesnevi'nin hangi cildinde hangi müstehcen hikayelerin olduğundan bahsedelim.
2⃣- KABAK HİKAYESİ
Mesnevi'de yer alan müstehcen hikayelerin en meşhurudur. Kadın kölesinin eşekle cinsel ilişkiye girmesini kıskanıp kendisi de eşekle cinsel ilişkiye giren ve bunun sonucunda ölen kadının hikayesidir. Nefsin insanı nasıl kötü hallere düşürdüğünü anlatır.
3⃣- Cuha’nın Çarşaf Giyip Kadınlar Kılığında Camiye Girmesi
Mevlana burada Cuha dediği kişinin ahlaksızlıklarından ve kadın kılığına girdiğinden bahseder.
Mikail Bayram'a göre burada eleştirdiği kişi Ahi Evran Nasreddin Hoca'dır.
Jandarma görmesin diye Kuran-ı Kerim’leri tarlalara saklardık...
Atatürk döneminde jandarmalar köy köy gezip kimlerin Kur’an okuduğunu kontrol ediyor ve “Sen misin din dersi veren?” diyerek hocaları alıp götürüyormuş.
Tamamen hayal ürünü olan bu anlatıyı belgelerle çürütelim ve Atatürk döneminde dini kitapların okutulmasından bahsedelim. Lütfen sonuna kadar dikkatle okuyun.
Birazdan belgeleriyle göreceğiniz üzere Atatürk, Kuran-ı Kerim'i ve din kitaplarını yasaklamak bir tarafa, hem askerler için hem köylüler için ayrı ayrı din kitabı hazırlatmıştır. Köylerde her evde mutlaka bir Kur’an-ı Kerim ve din kitabı bulundurulması için resmî adımlar atmıştır. Okullarda din ve Kuran-ı Kerim dersleri okutulmuştur. Başlıyoruz.
1⃣- Askere Din Kitabı
26 Mart 1925’te Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Diyanet İşleri Başkanlığından askerlerin İslam dinini öğrenmeleri için kışlaların uygun yerlerine asılmak maksadıyla ayet-i kerime ve hadis-i şerif yazılı levhalar hazırlanıp gönderilmesini ve askerlere okutulmak üzere bir din kitabı hazırlanmasını istemiştir.
Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından görmüş olduğunuz Askere Din Dersleri kitabı hazırlanmış ve silah altındaki tüm askerlere okutulmaya başlamıştır.
2⃣- Köylü Din Dersleri Kitabı
1928 yılında köylümüzün İslam dinini layıkıyla öğrenmesi için yine Ahmet Hamdi Akseki tarafından Köylüye Din Dersleri adlı bir kitap yazılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bu kitabın köylülere ulaştırılmasının sağlanması için müftülüklere talimat verilmiştir.