1.Ülkemizin en büyük ekonomik sorunu tartışmasına girsek; elbette hepsi birbiriyle ilintili olsa da benim yanıtım ‘dış borç’ olurdu. Diğer problemleri kendi aramızda, aile içinde diyelim, çözümü bir nesil sürecek dahi olsa halledebiliriz. Ancak dış borç aile içi bir problem değil
2.Bu bilgiselde dış borcun düzeyini, neden oluştuğunu, mevcut etkilerini, gelecekteki sonuçlarını ifade edeceğim. Yazının ikinci kısmında bu borcun krediler vasıtasıyla nasıl günlük hayatımıza dahil olduğunu; en nihayetinde hangi mekanizmayla sırtımıza yükleneceğini aktaracağım.
3.Tüketim amacıyla borç; gelecekteki satın alma gücünün bugüne çekilmesidir. Yatırım için borçsa sermayenin boyutunu katlayarak projelerin finansmanını amaçlar. Dış borcun farkıysa tipik bir alacaklı-borçlu ilişkisine uluslararası ilişkilerin ve para politikasının da katılmasıdır
4.Vatandaşın veya özel sektörün olsun; dış borç büyüdükçe politikleşir. Önce devletin iç politik, ardından dış politik sorununa dönüşür. Ötesi merkez bankalarının para politikaları da iç ekonomik ihtiyaçlara göre değil, dış yatırımcının talebine göre yönetilmek zorunda kalır.
5.Türkiye 1980 sonrasında açık ekonomiye geçmiş, finansal altyapısını kısmen 1990’da tamamlamış, küresel piyasalara finansal eklemlenmeye 2000’lerde başlamış ve 2010 sonrasında parasal genişlemeden faydalanarak küresel sermayenin bütünüyle parçası olmuştur.
6.Aşağıdaki görselde TCMB’nin bize 1984’ten itibaren sunduğu cari denge verisi bulunuyor. Görüldüğü üzere 2003 yılına kadar böyle bir sorun yok. Üretmeden tüketmemeye özen göstererek kendi yağımızda iyi kötü kavrulmuşuz. Haliyle analizi 2003 miladıyla sürdürmek gerekiyor.
7.Aşağıda cari açığın 3 ana kaleminin birikimli kırılımı var. Son 18 yolda yaklaşık 812 milyar dolarlık mal açığı yani dış ticaret açığı vermişiz. Hizmetler sektörünün katkısı açığı kapatamamış. Kar payı, ücret ve faiz gelirlerinin dışa aktarımıyla bağışların toplamı da ekside.
8.Durumun yarattığı net etkiyi görmek için bu 3 kalemin yine 2003’ten başlayarak toplamını görelim. 543 milyar dolar! Tahmin etmesi zor değil; bu açık Cumhuriyet tarihinin daha önceki dönemlerinin toplamının birkaç misli kadar. Asıl sormamız gerekense şu: nasıl finanse etmişiz?
9.Türkiye’nin keşfedilmemiş güzellikleri, ucuz iş gücü ve Avrupa’ya yakınlığı yeni yatırımlar için uygun koşullar sunsa da dış yatırım yeni işletme kurmak yerine mevcut kurumların satın alınması şeklinde gerçekleşti. Son 17 yıldaki özelleştirmelerin toplam hacmi 62 milyar dolar.
10.Bazı kurumlar yurt içine satıldığı (Tüpraş ve Erdemir) için dış yatırıma dahil edilemez. Petkim, Türk Telekom, Tekel İçki ve Tekel Sigara’yı ise yabancılar aldı. Borsaya açılan Halkbank, Emlak Konut, THY ve Aselsan’da da yabancı payı büyük oldu.
11.Yalnızca kamu değil, özel sektöre ait en başında bankalar olmak üzere birçok kurum yurt dışına satıldı. Türkiye’de 2002 sonrasında kar oranıyla olmasa da artan kredi hacmiyle karlılığı artan ve süreklilik arz eden bankacılık sektörü büyük ölçüde yabancıların mülkiyetine geçti.
12.Günlük hayatımızda kullandığımız birçok markanın kısmen veya tamamen sahibi de yabancı yatırımcılar. Beymen, Yemek Sepeti, Yörsan, Namet, MNG Kargo, Mutlu Akü, Peyman, Eczacıbaşı, Sırma Su, Baymak, Erikli Su, Penti, İdaş, Koton, Kamil Koç, Vodafone, Aras Kargo…
13.Ancak varlık satışı Türkiye’nin cari açığını kapatmaya yetmedi. Türkiye’nin üretim potansiyeli artırılmadan tüketimi körüklenmişti; böylesi bir tüketim iştahına dağ olsa dayanmaz. 2010 sonrasında küresel para bolluğu sonucunda sıcak para Türkiye’ye akarak açık geçici kapatıldı
14.Türkiye’nin eğitim alanında beklenen atağı yapmaması, birkaç sektör dışında teknoloji geliştirebilen düzeye erişememesi sonucu; doğrudan üretim artırıcı yatırımlar yerine daha çok tüketimi veya verimsiz üretimi destekleyen finansman Türkiye’ye geldi.
15.Gelen paranın önemli bir kısmı inşaat sektörünce kullanıldı. Katma değeri ve üretkenliği düşük AVM, devlet daireleri, lüks konut projelerine ek olarak; planlama hatalarından ötürü beklenen talebi görmeyen altyapı ve enerji yatırımlarını da buraya eklemek gerek.
16.Bu durumun sonucu yan yana inşa edilmiş AVM’ler, gece ışıkları yanmayan lüks konutlar, geçilmeyen köprü ve otoyollara ödenen ücretlerle zararlarının karşılanabilmesi için elektriğe sürekli yapılan zamlar olmuştu. Fabrika ve depreme dayanıklı konutların inşası arka planda kaldı
17.Tüm bunların finansmanı dış borçla sağlandı. Aşağıda dış borç düzeyi HMB’nin açıkladığı ilk tarihten günümüze dek var. Bir ara 467 milyar dolara kadar çıkmış olan dış borç, şu anda 431 milyar dolar seviyesinde. Son dönemdeki düşüş yanıltmasın; iç borçta da dövize dönüldü.
18.Çünkü az miktardaki dış borç TL cinsi; çok daha fazla miktardaki iç borç döviz ve altın cinsi. Bir nevi dış yükümlülük. Hazine 2017 sonrasında TL cinsi düşük faizle borçlanamayınca bu yolu seçti. 2020 verisiyle net 22 milyar dolar daha fazla döviz ve altın cinsi borcumuz var.
19. Kim bu kadar borçlandı? Finansal sektör hariç özel sektör; yani reel sektör. Neden? Döviz cinsi finansman maliyetleri düşük ve vadesi 10 yıla kadar uzadığı için; birçok projede dış finansman kullanıldı. Döviz kuru patladıkça TL gelirler, döviz ödemeleri karşılamaya yetmedi.
20.Reel sektör basiretli davranamayarak kurdaki patlamaları öngörememiş ya da her kur patlamasının ardından bir daha olmaz diyerek yine döviz borcu, dövizle çevirmeye devam etti. Tabii, burada hükumetin de büyük suçu var; Bakın 2013’te 2018 için hükumetin döviz beklentisi kaçmış?
21.Reel sektör, devlete güvenmekle hata etmiş; ancak ‘kandırıldım’ diyerek işin içinden çıkabilecek masumlukta değiller. Çünkü döviz cinsi düşük maliyetle 2013 öncesinde elde ettikleri yüksek karları, nedense zor günlerde şirketlerine sermaye olarak koymayı pek tercih etmediler.
22.Şimdi sıra bir sonraki aşamada; özel sektörün borcu neden bizi ilgilendiriyor? İlk neden çok basit; size ait olmasa da ülkenin toplam dış borcu yüksekse ve para politikasının kullanımı sürekli kur ataklarına neden oluyorsa; fakirleşerek siz de bedel ödemiş oluyorsunuz.
23.Üstelik Hazine’nin kredi garantisi verdiği birçok proje de var. Daha ötesi döviz cinsi alım garantisinin verildiği; köprüler, otoyollar, havalimanları ve hatta şehir hastaneleri. Yani kur artıp ülke fakirleşip tüketim azalınca; aradaki farkı yine vatandaş ödemek durumunda.
24.Maalesef hepsi bu değil, bizi belki de en çok ilgilendiren kısım bu döviz cinsi kredilerin kimin aldığı kadar kimin verdiği. Bu kredileri Türkiye’deki bankalar kullandırıyor ancak onlar da finansmanı yurt dışından sağlıyor. Soru şu; kamu bankaları mı özel bankalar mı?
25.Aşağıdaki grafikte 2003'ten günümüze kamu ve özel bankaların kredi miktarları varr. İlki 140, ikincisi 45 kat artmış. Enflasyon etkisinden arındırdığımızda bile artışlar sırasıyla 28 ve 9 kat. Bankaları da karlı yapan kar marjı değil, kredi hacimleri ve batmayan krediler oldu.
26.Şimdi 2013 sonrası döneme; yani kur artışlarının süreklilik arz ettiği; doların 1,80’den 7,25’e kadar çıkıp şu anda 6,85 olduğu döneme odaklanalım. Kamu bankalarının kredi artışı 6,8 kat olmuş. Ya özel bankaların? Yalnızca 2,9 kat. Peki neden?
27.Özel bankalar yaklaşan krizi görmüş ve kredi verme hızlarını azaltmışlar. Kamu bankaları ise onların boşluğunu doldurmuş. Kamu bankalarının yönetimini hükumet atıyor. Kamu bankaları; ekonominin bozulduğu ve geri ödemenin zorlaştığı bu dönemde sizce neden kredi yağdırmış?
28.Mart 2014’te başlayan ve Haziran 2019’a kadar 5 yılı aşkın süreyi içeren aynı dönemde; 3 genel, 2 cumhurbaşkanlığı, biri uzatmalı 2 yerel seçimle 1 halk oylaması yapıldı. Türkiye’nin krize girmesine; siyasi iktidarın müsaade etmesine imkân tanımayan bir dönem yaşandı.
29.Hâlbuki para ve maliye politikalarıyla; daha anlaşılır bir dille kamu harcamaları ve kredi pompalanmasıyla yalnızca kısa vade, en fazla orta vadede ekonomi enflasyon, bütçe açığı, cari açık ve nihayetinde dış borç olmaksızın desteklenebiliyor. 7 yıl boyunca kesinlikle değil.
30.Daha açıkça ifade edelim; özel bankalardan kredi alamayan reel sektör soluğu kamu bankalarında almış. Özel bankaların kredi vermeme nedenleri bu kredilerin geri ödenemeyeceği beklentisi. Ancak hepsi bu değil, bir de KOBİ’lere destek amacıyla Kredi Garanti Fonu (KGF) imkânı var
31.KOBİ’ler bankaların beklediği kalitede teminat sağlayamadığı için; devlet belirli bir oranda kredilere kefalet veriyor. Böylece bankalar kendilerini korurken, KOBİ’ler destekleniyor. Bu uygulama Türkiye’ye özgü değil, istihdamı en çok KOBİ’ler sağlandığı için dünyada da yaygın
32.Özetle, özel sektörün borcundan bize ne demek yanlış. O borçların neden olduğu kur artışları hayatımızı etkileyecek. Döviz cinsi garantileri de kamu bankalarının batık kredilerini de özel bankalardaki KGF batıkları da hep devlete kalacak. Bu işin bir de enteresan noktası var.
33.Tahsili gecikmiş ve günlük kullanımdaki batık veya neredeyse batık kredilerin oranları özel bankalarda %5,9 iken kamu bankalarında bu oran yalnızca %2,8. Yani kredi musluklarını açan kamu bankaları her nasılsa daha az kredi batırmış; işin sırrı Hamza Yerlikaya’da saklı olmalı.
34.‘En nitelikli’ yöneticilerce idare edilen kamu bankaları görülmemiş düzeyde kredi dağıtırken; bankacılık sektörünün en zor işi olan eş zamanlı düşük düzeyde batık kredi vermeyi başarmışlar. Yorumu size bırakıyorum, ipucu olarak siyasi etkiyi göz önünde bulundurun diyorum.
35.Bu kredilerin geriye ödenme ihtimali yok mu? Bugüne kadar dışarıdan daha uygun finansman sağlanıp, ticarete daha elverişli ortamda kar ederek ödenemeyen borçların; gittikçe bozulan ekonomik gidişatta hasarsız biçimde kredileri geri ödemelerini beklemek sanırım epey gülünç olur
36.Öyleyse bu kredilerin yükü bizim sırtımıza yani vatandaşa kalacak. Yeni sorumuz şu; peki vatandaşın cebinde para var mı? Aşağıda TCMB finansal istikrar raporunda vatandaşın finansal varlık kırılımları var. Mart sonunda elimizdeki tüm finansal varlık yaklaşık 1,929 trilyon TL.
37.Elbette bu varlığın karşılığında finansal yükümlülükler de var. Toplamı 710 milyar TL. Nette elde kalan 1,219 trilyon TL. Göze çok büyük geldi değil mi? 83 milyonda kişi başına 14.700 TL. Mart sonu kuruyla (6,55) kişi başına 2240 dolar eder. Peki ya işin aslı böyle mi?
38.Mart 2020 itibarıyla Türkiye’de bankalardaki TL milyoneri yerli mudi sayısı 220 bin. Toplam mevduatları ise 1,443 milyar TL. Yani üstteki finansal varlıklar da sıradan vatandaşın değil; 220 bin zengin vatandaşınmış. Özetle, bizim cebimizde bu borcu ödeyecek güç yok.
39.Öyleyse ne yapacağız? Devletin elinde kalan son kurumlar özelleştirilecek, yetmeyecek son günlerdeki gibi yeni vergilerle iliğimiz sömürülecek. Maddi gücünüz yoksa alacaklıya sunabileceğiniz tek şey geleceğinizdir. Yunanistan’da olduğu gibi. 2060’a kadar borç ödeyecekler.
40.Borcun eninde sonunda ödenmez hale gelip özel sektöre ve bankalara destek olmak zorunda kalındığında; IMF’li veya IMF’siz bir şekilde yapılandırma sürecine girildiğinde; elinde avucunda bir şeyi kalmamış Türkiye’nin de böyle uzun bir ödeme takvimi olacak.
41.Yazıda geçen devasa miktardaki borçları gözümüzde canlandırmak zor; haliyle tehlikeyi idrak etmek mümkün değil. Ancak finansman yoksunluğundan yatırımlar durup gençler işsiz kaldıkça ve kur artışlarıyla satın alma gücümüz azaldıkça idrak edeceğiz.
42.Yazıyı bitirmenin vakti geldi. Dış borç demek ekonomide karar alma mekanizmanıza Londra ve New York gibi finans merkezlerinin dahil olmasını getirir. Büyüdükçe ve kamuya yığıldıkça dış politikanıza da Washington, Berlin, Brüksel ve Pekin gibi başkentler müdahil olmaya başlar.
43.En fecisi yitirilen finansal bağımsızlığın yoksullaştırıcı etkisidir. Hele elde avuçta bir şey kalmamışsa, tüm yük gençlerin sırtının üzerindedir. Kısacası bu borçları Türkiye’de gençler ödeyecek. Dış borç gençliğin bir nevi yeni kamçısıdır; işin aslı gençliğin prangasıdır.
BORSADA KAYBEDENLERE TAVSİYELER
Öncelikle geçmiş olsun. Anaparanızı koruyorsanız daha sakin olun. Paranın zaman değerinden ötürü, ilk yatırımınızı mevduata koyduğunuzda ulaşacağı değeri hesaplayın. Onun yarısına kadar inmemişseniz oyuna devam edebilirsiniz.+++
2-Bu miktarın da altındaysanız; buradan kazanıp dışarıda yiyenlerin kaynağı siz olmuşsunuz. Gurur yapmayın, direkt borsadan çıkın, bu başarısızlıkla kalanı da yitirirsiniz. Borsa herkese uygun değildir. Bunu kötü top oynayan çocuğun sahaya artık gelmemesi gibi görün.
3-Olan oldu, ne kadar kaybetmiş olursanız olun, yüzleşmedikçe aynı kayıplar sürer. Yüzleşmek demek, kaybettim demek değildir. O zaten malum, hesap bakiyesinde görülüyor. İyi bir strateji kurmuş olsanız bile, bunun çalışmadığını kabul edin. Teoride iyi pratikte kötüyse, kötüdür.
Bugün Bloomberg'teki Türkiye'nin BRICS'e resmi başvuru haberiyle, Türkiye'nin dış politik tercihleri ve haliyle dış finans bulma kapasitesine dair yeni soru işaretleri oluştu. Önce BRICS'e, ardından Türkiye'nin ilgisine ve en sonda da piyasalara etkisine değinelim.+
BRICS; S harfinin ifade ettiği Güney Afrika olmadan, BRIC ismiyle Rusya'da 2009 yılındaki liderler zirvesiyle kuruldu. BM'de daimi temsil edilmeyen ama belirli ekonomik büyüklüğe ulaşan Brezilya ve Hindistan küresel güç sahnesine çıkmak istediler. 2010'da Güney Afrika da katıldı+
ABD'nin başını çektiği ve Soğuk Savaş dönemindeki kadar sıkı bağları olmayan Batı baskınlığı dengeleyecek bir yapı amaçlandı. Fakat BRICS üyelerinin aralarındaki uyumsuzluğu ve çıkar çatışmaları; NATO gibi askeri veya AB gibi siyasi, iktisadi ve kültürel birliğe imkan tanımadı.+
Değerli arkadaşlar, enflasyon ile kur ve faiz ilişkisi konusunda kafanız epey karışık. Bu konuyu çözmemiz gerekiyor. Yoksa hatalı ekonomi politikaları yüzünden düştüğümüz çukurun içinden hiç çıkamayız. Ayrıntılı anlatıyorum. Ardından genel soruları yanıtlayacağım.+
Mart 2018'de iktisadi buhrana girene kadar; ana sorunumuz dış borç ve ona bağlı döviz kuru artışlarıydı. Daha Nas yoktu. Enflasyonun büyük ölçüde nedeni dövizdeki artışlardı. Henüz büyük şoklar yaşamamıştık ve ekonomi yönetimine karşı önyargı azdı. Döviz rezervleri de yeterliydi+
Zaten Temmuz 2018'de başlayan büyük kur şoku da faiz artırımları ile bertaraf edilebildi. Bunun enflasyon etkisi sınırlı oldu. Çünkü 2019'da döviz rezervlerinin gizli satışıyla kur hızla düşürüldü. Başka teknik nedenler de var. Böylece enflasyon yükseldi ama patlamadı.+
1- TÜİK'in gelir dağılımı istatistikleri yayınlandı. Verilerle oynanmadığını varsaysak bile sonuçları dikkate alamıyorum. İlk neden beyana dayalı olması ki bizde kayıt dışı çok ve varlıklı kesim gelirini saklıyor. İkincisi en yüksek gelirli %1'lik kesime dair veri yok. Ama asıl neden başka+
2- Çünkü gelir adaletsizliği değil, asıl servet adaletsizliği önemli. Maalesef bu Türkiye'de ölçülemiyor, Pikketty'nin başını çektiği araştırma grubunun bulguları ise artık güncel değil. Servet ve gelir arasında büyük fark var ancak son birkaç yıldaki anlam farkı iyice büyüdü.
3- Enflasyon ve döviz kuru artışının üzerinde maaş zammı dahi alsanız; hatta ölçülen değil hissedilen enflasyonu dahi aşsanız; varlıkların değeri çok yukarı gittiği için, eğer mülk sahibi değilseniz yoksullaştınız. Yani evi ve arabası veya büyük şirketleri olmayanlar kaybettiler.
Türkiye'de çalışanların asgari ücretlileştirildiğini, orta sınıfın yok edilerek herkesin yoksullukta birleştirildiğini çok kez yazdım. Buna dair en açık gösterge olan kazanç istatistikleri yayınlandı. Sonuçlar aşağıda. Ücretler gittikçe birbirine yakınsıyor ama dahası var.+
Bu veri 4 yılda 1 yayınlanıyor. 2006'dan 2022'ye ücret artışlarını kıyaslayalım. 2022'de asgari ücret 10,8 katına çıkarken, ortaokul mezunları 10,5 kat ile bu artışa yakın kalabildiler. Yüksekokul mezunları ise 7,4 kat ile çok gerideler.+
Fakat gerçek bu durum görünenden çok daha kötü. Çünkü bu ücretler ortanca değil ortalama. Yani az sayıdaki çok yüksek ücretli tepe yöneticileri de buna dahil ediliyor. Muhtemelen bu pozisyondakiler dışarıda bırakılırsa fark daha da açılacak.+
1.Mart 2017’de, anayasa referandumu öncesinde, bu manşetle bir blog yazısı yayınlamıştım. Yıllar geçti ve süreç tam da böyle ilerledi. Bunun sebeplerini ve sonuçlarını ise yeterince irdelemedik. Önce siyasi altyapısını ayrıntılandıralım.
2.Türkiye’de 1980 sonrasında sendikasızlaşma yaygınlaştı ve toplu sözleşme hakkı çok dar bir alana sıkıştı. Toplumsal birliktelik yerine bireysel mücadele ağırlık bastı. İş dünyası işçi hakları konusunda ortaklık gösterebildi, iktidarlar da seçimler hariç dengeleyici olmadılar.
3.Çoğunlukla beyaz yaka olarak tanımlanan yöneticilik, tecrübe, teknik bilgi vb. gerektiren alanlar ise çalışan örgütlenmesi için zaten kolay alanlar değildi. Çünkü çok sayıda farklı kurum, pozisyon ve iş tanımında çalışıyorlardı. Sendikalı olmak da ‘havalı’ bir duruş değildi.