1 -Bugün bir gezginin anıları üzerine akış yapmak istiyorum. Bir 19. yüzyıl İngiliz soylusu (Earl of Carlisle) olan George William Frederick Howard’ın "Türk ve Yunan Suları Günlüğü". Akış takip etmekten hoşlanmayanlar için siteye de yükledim kuzubudu.com/turk-ve-yunan-…
2 -Akıştaki tüm resimler tabi ki temsili. Bu arada, zamanında Tercüman 1001 Temel Eser serisinde çıkan bir "Türk Sularında Seyahat" kitabı var. Eksik, yanlış ve sansürlü. Aklınızda olsun; ne kaynak olarak kullanın ne de kaynak olarak kullananı ciddiye alın.
3 -Yolculuğuna 3 Haziran 1853’te Londra’dan başlıyor. 17 Haziran’da Tuna Buharlı Gemiler Şirketine ait “Szenchenye” isimli bir gemiyle devam ediyor. Gemide kahvaltı 6 –8 (kahve, çay ya da çikolata) 11’de öğle yemeği, 16.30’da akşam yemeği ve saat 20:00’de çay.
4 -Bu arada metinde öğle yemeği yerine "Fresh breakfast" diyor. Bu deyimin o dönem için tam açıklamasını bilen var mı?
Varna'da kendisini İstanbul'a götürecek yeni gemiye biniyor; "Persia" İki Türk'ün haremine rastlıyor. Düşündüğü gibi kamaraya kapanmıyor kadınlar, geziniyorlar
5 - Solgun yüzlü güzel kadınlar olduklarını, salına salına yürüdüklerini, rahibelerin kıyafetlerine benzer bol giysiler giydiklerini, peçelerinin ağızlarının hemen üzerinde, şeffaf sayılabilecek bir kumaştan olduğunu söylüyor. En hoşuna giden ise, tırnaklarına sürdükleri kına.
6 - 24 Haziran’da Karadeniz tarafından giriyor ama bunun Boğaziçi’ni görmek için kötü bir başlangıç olduğunu söylüyor. Akşam Beyoğlu’nda Otel Messiri’de kalıyor. Akşam yemeği saat 7’de. O akşam otel müşterilerinden bazıları Karagöz izlemeye gidiyor.
7 - Karagöz o dönemde bugün bilindiği ya da lanse edildiği gibi çocuk oyunu değil. Oynatana göre bağrı açılmamış küfürler veya oldukça sert siyasi söylemler barındırabiliyor.
Bu arada kahvaltı zamanı da değişmiş durumda. Kahvaltı saat 6’dan 12’ye kadar devam ediyor.
8 - İstanbul 1853’te nüfusu köyler dahil 750.000 olarak veriyor gezgin. 240 bin Türk, 300 bin Yunan, 200 bin Ermeni, 10 bin Yahudi ve Fransız. (Rumları, Yunanca konuştukları ve Hristiyan oldukları için Yunan kabul ediyor yazar. Bunu bütün kitap boyunca da sürdürüyor)
9 - Bu aslında Avrupalıların kendilerini Troyalılarla özdeşleştirirken Ortaçağ ile birlikte köklerini Troyalılara bağlamaktan vazgeçmeleri ve Yunanlılarla özdeşleştirmeye başlamaları ile ilişkili. Avrupa'daki Yunan hayranlığının kökeni budur. Neyse, bu başka bir akışa.
10 - Kendisine söylenen, bir Türk Paşasının ya da Nazırının evine gitse bile Avrupa adetlerinin taklit edildiği, çatal kaşık bulabileceği.
İstanbul'a Ramazan’da gelmiş. Padişahın başhekimlerinden birinin Üsküdar’daki evinde konuk olduğu akşam yemeğini anlatıyor;
“Herkes alçak minderler üzerine bağdaş kurarak oturdu. Ben bağdaş kurmayı beceremediğimden ayaklarımı ortaya getirilen alçak, yuvarlak masanın altına yerleştirdim. Sininin üzerinde bakır ya da pirinç bir tepsi koydular."
12 - "Bunun üzerine yemek dolu tabaklar en iç açıcı biçimde yerleştirildi. Hepimiz sağ ellerimizle başladık. Yalnız çorba tahta kaşıklarla içildi. Elle yemek adeti sanıldığı kadar kötü bir şey değil; ..."
13 - "...Herkes kendi önünden yemek yerken zaten her tabaktan bir iki lokmadan fazla alınmadığı için eller birbirine geçmiyor”
(Buradan da anlaşılıyor ki henüz Frankafon adetler Paşa ya da Nazırlardan aşağı inmemiş. Sarayın baştabiplerinden biri bile yerde ve elle yemek yiyor).
14 - "Yemeğin çok lezzetli olduğunu belirtmeliyim. Sebzeler, tatlılar, baharatlı bir çok yemek birbirinin ardından sunuldu bizlere. Ancak bu yemekler bizim maceracı olmayan İngiliz mutfağı için fazlasıyla değişik ve çeşitli. Şerbet ve su içtik."
15 - "Gruptan bazıları gün boyunca içemedikleri pipolarını öyle özlemişlerdi ki, yemeğin sonunu bekleyemediler.
Ev sahibimiz padişahtan saygıyla söz etti. Kendisini tedavi ederken hiç çekinmemesini, mesuliyetten korkmamasını söylediğinden bahsetti.”
16 - Bursa’ya gittiğinde, Abdülkadir Bey’in evine misafir oluyor. Kendisine şerbet, çubuk ve kahve getiriliyor. Hayret ediyor çünkü Ramazan ayındalar ve “Bursa’da İstanbul’dan daha fazla cami olduğu söylenir” diye belirtiyor.
17 - Tekrar İstanbul’a döndüğünde padişahın Cuma’ya gidişine rast geliyor.
“Padişah kayıkla Cuma’ya giderken görmek için çok az kişi dışarı çıkıyor. Kraliçe Victoria kayıkla Times üzerinde gezintiye çıksa durum ne kadar farklı olur” diye not düşüyor
Bir heyetle Topkapı Sarayını geziyorlar ve günlüğüne çok ilginç bir duyumu/dedikoduyu koyuyor;
“Şimdiki padişah burada oturmuyor. Aslında bir çeşit kural var ki, milli sınırlara fetihlerle yeni toprak parçası eklemeyen hiçbir padişah, burada oturamazmış”
19 - Hipodrom’da gezerlerken caddelerin bozukluğundan şikayet ediyor (Demek ki bazı şeyler hiç değişmiyor. Kültürel genetik diye bir olay da var)
14 Temmuz’da Çanakkale’nin Asya kesiminde duruyorlar. İkram dönemin standardı; kahve, pipo, şerbet.
20 - 15 Temmuz’da yazar Mr Calvert’e misafir oluyor. Calvert’in iki büyük çiftliği var. Osmanlı kanunlarına göre gayrimüslim erkekler arazi sahibi olamayacakları için arazileri karısının üzerine kayıt ettirmiş.
21 - Buna istinaden yazar “Bu örnek belki Türk kanunlarının gevşekliği hakkında fikir verebilir” diyor
Oysa bu olay bir Türk’e, rüşvet çarkının oturmuşluğu hakkında bir fikir verir. Ayvaz kasap kasap ayvaz, Osmanlı bürokrasisi hepten aymaz, öyle mi :))
22 - Yazarın dediğine göre Calvert Filip dönemine ait Etrüsk tipi vazo vb toplayarak bir müze hayata getirmeye çalıştığını söylüyor (Herhalde o müzeyi Londra varken Türkiye’de hayata getirmeyecek. Bu kadar da saf olmaya gerek yok)
23 - Mahmudiye zırhlısını ziyaret ettiğinde dikkatini çeken gemi revirindeki hastalara gösterilen ihtimam ve bakım oluyor. Kendi gemilerinde olmayan bir şeyin yapıldığını, hastalara şekerli yiyecekler verildiğini söylüyor. Bu arada ikram yine şerbet, kahve ve çubuk.
24 -27 Temmuz’da Türk gemisi Mesudiye’de yemek yeniyor. Çatal kaşık kullanılarak yenilen Avrupai bir yemek.
“Tabaklar düzenli aralıklarla değiştirildi. Balıklar birbiri ardından önümüze kondu. Tavuk göğüslerinden hazırlanmış muhteşem bir bileşim de vardı”(Muhtemelen tavuk göğsü)
25 - Belgrad ormanında ata binerken buradan başkentin su kemerlerine giden 3 büyük rezervuar olduğunu söylüyor.
Yuşa (Joshua) tepesine gidiyor ve Joshua’nın zirvede oturup ayaklarını denize soktuğunun söylendiğini belirtiyor. Burası o zamanlar “dev tepesi” olarak anılıyormuş.
26 - Boğazdaki yalıları anlatırken çok ilginç bir tanımlama yapıyor; “Şu ev de şimdiki sultanın kız kardeşi Esma Sultan’ın yoldan gelip geçen yakışıklı erkekleri baştan çıkardığı yada zorla alıkoyup sonra da onlardan bir daha kimsenin onlardan haber alamadığı ev”.
Sanki Karpatların bir ucunda, kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki Kont Dracula’nın şatosundan söz ediyor. Bahsettiği yer Ortaköy. Bu da Avrupalı Oryantalistin fantezisi
28 - Dolmabahçe Sarayını “Günter’in şatafatlı düğün pastaları gibi” (Londra’da pastalarıyla ünlü bir dükkan) buluyor. Topkapı Sarayı gibi bir yeri mükemmelleştirmek yerine her sultanın başka bir saray yaptırmasını da eleştiriyor.
29 - 12 Ağustos’ta ressam Preziosi ile Boğaziçi’nde geziyorlar. Beykoz için “Argonaut devrinde Kral Amyeus’un idaresinde olduğu rivayet edilen köy” ifadesini kullanıyor.
30 - 21 Ağustosta Mısırlı askerlerin bulunduğu askeri kampta bir çeşit yönetici olan Refik Beyin çadırına gidiyor. Kendisine cömertçe diye belirttiği bir ikramda bulunuluyor. 3 nargile, 3 fincan çay, bir şerbet ve 3 çubuk ikram ediliyor.
“Çubuğu daha önce gerçek içeriğiyle denememiştim. Sonuçta da midem biraz ağrıdı, başım biraz döndü”. "Gerçek" içerik tahmin edilebileceği gibi.
32 - Mısırlı askerlerin geldiği Mısır kampında uzun yolculuk ve yiyeceklerin değişik olması ve bilhassa bol kavun yemeleri sebebiyle bayağı rahatsızlandıklarını ve bu yüzden kampta kavunun yasaklandığını yazıyor.
33 - 22 Ağustosta Amiral Slade ile yemek yiyor fakat yemeklerin tamamı Türk mutfağından. Yemek pilav ve yoğurtla sona eriyor. Yoğurdun tadını Devonshire ekşi kaymağına benzetiyor. Yemekten sonra 2 çubuk içtikten sonra (fena alıştı) Mrs. Sarrel’in küçük partisine gidiyorlar.
34 - İzmir’de incirlerin paketlenme işini görüyor ve “pek o kadar kirli ve pis değil” diyor. Bu konuda oldukça mübalağalı yazılar okumuş (Demek ki o zaman Osmanlı incirine karşı bir karşı propaganda yürütülüyor)
35 - “Bu arada İzmir’in dikkati çeken hususları arasında tattığım meyveler arasında rekabet kabul etmez biçimde en iyi meyve olan “Kasaba kavunu”nu buraya yazmadan geçmemeliyim. Kasaba İzmir’in 5 mil ilerisinde bir köy” diye özellikle belirtiyor.
36 - Yazar zayıf noktayı bulmuş ve söylüyor;
"Türkler zayıflıyor, Yunanlılar güçleniyor. Türk kızlarının çalışmasına asla izin yok. Türk delikanlıları ise orduya gidiyor ve genelde de geri dönmüyor ve reaya her şeye hakim olmaya başlıyor...."
37 - “.... Buna rağmen reayaya güvenilmeye devam edilebilir mi? Bu da Osmanlı imparatorluğunun gelecekteki kaderini belirleyecek sorunlardan birisini doğuruyor."
38 - Konsolos Newton’un da konsolosluktaki görevinden çok antikalara yani arkeolojik eserlere meraklı olduğu için görev yaptığını söylüyor yazar. O merakın ne olduğunu hepimiz biliyoruz.
39 - Yazar Kestane suyunu da anılarına eklemiş. Etrafını saran ağaçlardan dolayı bu adın verildiğini yazmış.
40 - Birisi yazara “Yunanların” Türkleri sanayinin her dalında safdışı ettiklerini belirten bir şey gösteriyor. Küçük bir incir kutusu. Dönemde incirler küçük kutulara konup sevk ediliyor. Önceleri Türkler incirleri yuvarlak paketler içinde paketleyip büyük karlar sağlamışlar.
41 - Daha sonraları birisi incirleri kare kutular içinde paketlemenin yer açısından tasarruf sağladığını fark etmiş. Bunun üzerine “Yunanlılar” hemen kare kutu imalatına başlamışlar. Türkler ise incirleri hala yuvarlak kutulara paketlemeye devam ediyorlar.
42 - Birisi onlara neden böyle yaptıklarını sorduğunda o ana dek hep yuvarlak paketlediklerini ve bundan sonra da böyle devam etmeleri gerektiği şeklinde cevap veriyorlar. “Yunanlılar” bütün işleri kapmışlar. İşte bu; İki ırk arasındaki ilişkilerin özeti.
George William Frederick Howard seyahatnamesinden yemek, yiyecek ve ilgimi çeken kısımları paylaştım. İyi geceler dileklerimle
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
1)Evinizi herhangi bir konuda sigorta ettirmeden önce iki kere, "EUREKO Sigorta Anonim Şirketi"ne ettirecekseniz bir kaç kere daha düşünün
Çünkü sigorta şirketinin davranış şekli sizi, komşularınızla karşı karşıya getirebilecek durumlara sebep olabilir
Bizim apartmandaki gibi+
2) Olayın başlangıcı şöyle: Apartmanın su giderinde bir arıza oluyor ve alt kata su akmaya başlıyor.
Tesisatçı geliyor, onarım yapılıyor. Giderler, apartmana bölünüyor. Herkes kendine düşen kısmı ödüyor. Daire sahibi evini sigortalatmış olmanın rahatlığıyla hasar gören bölgeyi boyatmak için sigortaya haber veriyor. EUREKO Sigorta adam gönderip problemli yeri boyatıyor.
3)Haftalar sonra icra dairesinden "İlamsız takiplerde ödeme emri" geliyor. Su akan daire haricindeki herkese. Bütün apartman sinirleniyor, çok yıllık tanıdık ve samimi bir ev sahibi olmasa çoğun kişi o öfkeyle kapıya dayanacak. Ne olduğunu anlamak için telefon açılıyor. Komşu son derece samimi ve mahçup.
"Böyle bir şey olacağını bilsem asla sigortaya gitmezdim. Ben niye 3000 lira için bütün komşularımla kötü olayım? Ben onca zaman sigortaya neden prim ödedim o zaman" diyor +
Bizim bir lafımız vardır. "Ağzını büzüşünden Ömer diyeceği belliydi". Bu atağı daha önceden konuşmuştuk. Dünya et pazarı yıllık 1 trilyon dolar civarı. Şimdi bakalım böcekle beslenmeyi tavsiye edenlerden nasıl bir atak gelecek? Yani iş #CnnTürkHaddiniBil ile bitecek falan değil
Bu konu yakında çok daha sık gündeme gelecek. Asıl eğlence "böcek ile bütün protein ve mineral ihtiyacı alınır ve lezzetlidir. Böylece dünya kaynakları daha az kullanılır"cılar ile "yapay et en hijyeni, lezzetlisi ve yararlısıdır"cılar arasında geçecek
Böcekçilerin ortaya koyacağı savları bilmiyoruz ama yaratılan trendlerle suni etin destekçileri artıyor. Şu anda suni et tüketicileri arasında "fleksitaryen"ler olarak adlandırılan bir grup da var. Fleksitaryen "esnek" ve "vejetaryen" kelimelerinin bileşiminden oluşuyor.
Salah Birsel'in "Bülbül Şakaşukaları"nda alkol ve bülbül hakkında şöyle bir bölüm var;
Bülbüller bir de içkiye düşkündür. Buldular mı bir dolu içerler. Ama bu gerçeği bilginler değil, tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun annesi Hacı Fatma Hanım saptamıştır.
Bunun için de bülbülleri günlerce, Göztepe’deki evinin bahçesinde, dürbünüyle gözetlemiştir. Fatma Hanım gözlemlerini şöyle dile getirir:
— Bir bülbül ala sabah, sözgelişi bir vişne ağacına gelip konar. Yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyle deştikten sonra çekip gider.
Akşam, yine gelir. Vişnenin kuş gagasıyle deşilen yerinde meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap oluşmuştur. Kuş, akşamın “garipler sersemliği” denilen bu son saatinde bir iki vişneden kendi elceğiziyle hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir, .....+
Dün "Alkol hakkındaki Gerçekler" belgeselini izledim. Yanılıyor olabilirim ama İngiliz Devletinin kişi başı alkol tüketimini azaltmak için desteklemiş olduğu hissi doğdu içime. Programın “zokası” yani insanları yakaladığı nokta ise “Fransız paradoksu”ydu. Nedir Fransız paradoksu?
Fransızlar doymuş yağı çok tüketmelerine rağmen Fransız halkında koroner kalp hastalığının görülme sıklığının nispeten düşük olması.
1990’ların başlarında 2 bilim adamı Fransızların içtiği şarabın beslenmelerinin sağlıksız yönlerini ortadan kaldırdığına dair bir tez sunmuş.
Kırmızı şarabın damarlarını genişlettiği ve kan basıncını düşürdüğünü ileri sürmüşler. Sebebi ise polifenol denilen maddeler. Şaraba rengini ve tadını veren üzümün tomurcuklarından ve kabuğundan gelen doğal kimyasallar. Sonuçta büyük bir kadeh kırmızı şarap dediklerini onaylıyor.
Bu hafta da kaçak içkiden ölenlere dair haberler çıktı. İçki fiyatının, konulan vergiler nedeniyle çok yüksek olması, bir takım kişilerin bundan ciddi kazanç sağlayabileceklerini düşünmesine neden oluyor. Bu da seri ölümlere. Peki Osmanlıda da benzer şeyler yaşanıyor muydu?+
2)İmparatorlukta içkiden alınan vergi ne miktardaydı? Kaçak içki yapımı var mıydı? Evlerde alkol üretimi yapılıyor muydu? Hatta daha da ileri gidelim, 2. Abdülhamid döneminde, basılan yemek kitaplarında, sansüre rağmen içki yapımının öğretildiği yemek kitapları basılıyor muydu? +
Cevabımız: Evet. Devlet alkol yüzünden insan kaybındansa alkol ve içki yapımını öğreten yemek kitabı baskısına izin vermişti. Ayşe Fahriye'nin "Ev Kadını" kitabında şaraptan şampanyaya, rakıdan mastikaya bir çok içkinin tarifi bulunmaktadır
Matbah-ı Amire yani saray mutfağı. Türk yemek kültürüne büyük katkı yapan Osmanlı saray mutfağının ilk örneğinin kalıntıları 19. yüzyıla kadar var olan Bursa Bey Sarayında olduğu anlaşılmaktadır
"ilk örneğinin"den sonra olması gereken virgül yok, kusura bakılmasın
Osmanlı sarayında en çok tüketilen et, koyun etidir. Bunu tavuk eti takip eder. Tavukların alımından mutfaklara dağılmasına kadar olan süreçle tavukçular (mâkiyâniyân) ilgilenirdi. Hasbahçe’de kurulmuş olan mâkiyân kârhânesinin idarecisi "sermâkiyân" yani tavukçubaşıydı.