Sırplar, 1389’da kaybettikleri Kosova Savaşı’nın intikamını Kumanovo galibiyetiyle almışlardı ve tüm Kosova ellerine düşmüştü. Bir hayır kurumu görevlisi Mary Edith Durham, o sıralar Karadağ’daydı. Çarpışmalar sona erince Prizren’e gitmek istedi,ancak Sırp yetkililer izin vermedi
Durham, savaş alanlarından dönen yaralı Karadağlılara gitmesine neden izin verilmediğini sorduğunda şu cevabı aldı: “Tek bir Arnavut’un suratında burun bırakmadık da ondan!” Durham, sonradan Arnavutluk’un kuzeyinde burunları ve üst dudakları kesilmiş esir Osmanlı askerleriyle
karşılaştığında derin bir infiale kapıldı.
Danimarkalı bir gazeteci de Priştine’de beş bin Arnavut’un öldürüldüğünü, “Sırp harekâtının, Arnavut halkına yönelik dehşet verici bir katliama dönüştüğünü” yazmıştı. Üsküp Katolik başpiskoposunun Vatikan’a verdiği rapora göreyse,
Ferizaj’da yaşı 15’in üstünde olan Müslüman Arnavutlardan yalnızca üçü sağ bırakılmış, Gjilan’daki Müslüman nüfus katledilmiş, Yakova ise tümüyle yağmalanmıştı.
Balkan Savaşları’nı bir gazeteci olarak izleyen Rus Devrimi’nin ikinci büyük önderi Troçki, işlenen insanlık suçlarını
günü gününe yazan nadir gazetecilerdendi: Prizren “ölüm krallığı gibi görünüyor. Arnavut evlerinin kapıları çalınıyor, erkekleri dışarı çıkarıp anında vuruyorlar. Yağma, talan ve tecavüzlerin ise haddi hesabı yok.” Troçki, Müslüman köylerini yağmalayıp, insanları katleden ve
komitacı denilen çeteciler arasında “entelektüeller, fikir adamları ve ateşli milliyetçilerin” de bulunduğunu öğrendiğinde şaşkına dönmüştü. Yaşananların nedenini de yazmıştı: “Sırplar etnografik istatistiklerde kendi işlerine gelmeyen verileri düzeltme yönünde ulusal bir çabayla
tamamen sistemli bir şekilde Müslüman nüfusu yok etmektedirler.”
Üsküp’e yamaçlarına Arnavut ve Boşnak köylerinin yayıldığı bir vadiden geçerek ulaştım. 1912 sürgünleri ve 1997’deki Sırp vahşetinden kaçan Kosovalı Arnavutlar da bu yolu izlemişti.
Şehirde ziyaret ettiğim yerlerden biri tren istasyonuydu. Bir fotoğraf belleğime kazınmıştı çünkü. Şehre giren Sırp askerleri tren istasyonundaki, Osmanlıca adının yazılı olduğu tabelayı kaldırıp, “Skopje” yazılı yenisini yerleştiriyorlardı. Bunun işgalcilerin törensel bir tavrı
olmadığı çabucak anlaşıldı.
Üsküp, sırf Türk kimliği nedeniyle, Balkan Savaşları’nda en çok acı çeken kentlerden biri olmuştu. Kumanovo yenilgisinin ardından Üsküp’teki Osmanlı askerleri kentten çekilmişlerdi. Türklerin bir kısmı, askerin arkasına takılıp gitmişti; bir kısmı da
çetelerin saldırısı üzerine yollara düştü. Ermeni gazeteci Aram Andonyan, “Kadınlar ve çok sayıda yalınayak çocuklar, hazin kervanlara katılıp Selanik’e doğru inmeye başladılar. Birçok göçmen katledildi, kadın ve kızlar kaçırıldı veya tecavüze uğradı,
hatta küçük çocuklar boğazlandı… Bütün Makedonya’da amansız katliamlara giriştiler.”
Troçki’nin anlattıklarına göre, şehirde gündüz askerler, gece komitacılar işbaşındaydı. “Türk ve Arnavut evlerine girip her seferinde aynı işi yapıyorlardı: Yağmalayıp öldürmek.”
Asıl büyük felaket şehir dışındaydı. Üsküp yolunda, her yer yanıyordu. Çamura bulanmış yollarda, aç ve sefil “kör yürüyüşünü” sürdüren muhacirler kurşunlara ya da süngülere kurban gitmiyorlarsa açlıktan ve salgın hastalıklardan telef oluyorlardı. “Korkunç bir durum… Radovişta
ile İştip arasında yaklaşık 2 bin Türk göçmen, çoğu kadın ve çocuk, açlıktan öldüler-sahiden yalnızca açlıktan.”
Bulgar ve Yunan işgalinin yaşandığı bölgelerde olanlar da utanç vericiydi. Makedonya bir cehenneme dönmüştü. İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, “Kavala ve
Drama yörelerinde … çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza geçmeler ve talan etmeler olmuştur” diye yazılmıştı. Rainovo, Kilkis ve Plantza’da Türkler toplu halde yakma yoluyla infaz edilmişti.
Rodop Dağları’ndaki Pomak köyleri top ateşine tutularak yok edilmişti. Dimotike’de “silahsız Türkleri nehre atıp yabanördeklerine ateş eder” gibi avlamışlardı. Mustafapaşa’da hayat bir “şeytan oyununa” dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her yerde,
örneğin Tırnova’da, Kırcali’de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar “boğazları kesilmiş” olarak yatıyorlardı. Yunanlılar ise örneğin, Pravişta, Doyran, Gevgili ilçelerinde hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları öldürdüler. Gümülcine’de, Kavala’da, Serez’de,
Ustrumca’da öldürülenlerin sayısı hesapsızdı. Örneğin Kavala’da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin muhacir katledilmişti. Serez’de öldürülenler beş bin kadardı.
Kosova’dan itibaren göç yollarına düşenler Vardar Vadisi üzerinden Selanik’e yığılıyordu. O sıralar Selanik hâlâ
Osmanlı toprağıydı ve Balkanlar’da sığınılacak son noktaydı. Ancak Selanik’in kaderi de farklı olmadı. Yunanlılar Selanik’i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Selanik’teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve
yağmaya göz yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Bir Alman gazeteci, Selanik’in fethini şöyle duyurdu: “Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi.” Times muhabiri ise “Yunanistan’ın zaferini ne yazık ki
fazla takdir edemiyoruz” diyerek olanları özetledi. Tarihçi Mark Mazower, özellikle şehir dışındaki köylerde Türklerin nasıl sürüldüğünü ve katledildiğini ayrıntılarıyla anlatırken, çarpıcı bir ayrıntıya da yer verir: “Müslümanlar yakalarına haç takmaya zorunlu tutuluyorlardı.”
Yaşananlardan üç yıl sonra Selanik’e gelen Amerikalı gazeteci John Reed, Türk şehri olarak nitelediği Selanik’in ölümünü yazmıştı. “Türk şehir geriliyor. Camiler birbiri ardına yıkıntı haline geliyor ve her ay müezzinin yüzyıllardır ezan okuduğu bir minare daha susuyor ve
ıssızlaşıyor. Selanik Türkleri can çekişiyordu. Kentin kendisi de can çekişiyordu: Ülkesinden koparılmıştı.”
Savaşın başladığı 1912’den itibaren Türkiye’ye sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Balkanlar’da kalanların da sayısı belliydi ve
göç edenlerle kalanların sayısı toplandığında savaş öncesindeki nüfusun yaklaşık 650 bininin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Bunların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Balkan Savaşları’nda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile
devlet görevlileri ve aileleri bu sayılara dahil değildi.
Balkanlar’daki Müslüman nüfusunun yüzde 35’i sürülmüş, yüzde 27’si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı.
“Irklar savaşı” meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar’ın hayatından uzaklaştırılmıştı. Bu da yetmemiş olacak ki, Balkanlar’da kalan Türklerin, Arnavut ve Boşnakların Türkiye’ye sürgünü 2000’li yılların başına kadar devam etti.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti de, kurulduğu günden bu yana kesintisiz süren, kimi dönemlerde kitlesel nitelik kazanan göçleri karşılamak zorunda kaldı.
Bulgarlar, 3 Kasım’da Çorlu’yu, 6 Kasım’da Tekirdağ’ı işgal eder. Hedef Çatalca üstünden Çarigrad’dır (İstanbul). “Osmanlı ordusu kalıntıları, kovalanmadıkları için”, rastgele yönlere yayılırlar. “Kırlarda, ovalarda 100.000 kaçan asker
yürüyor, dolaşıyor, ‘Ekmek! Ekmek!’ diye bağırıyordu. Korkunç kâbus –açlık- kahrediyordu”. Yenilenler, “aç, tok yürümek zorundaydı. IV., I. ve II. Kolordular, sürü manzarasını taşıyordu. Ne amir vardı, ne emir. Askerler silahlarını atmışlardı. Çoğu, o müthiş soğukta, postallarını
bile çıkarmıştı, aralıksız sağanak altında yalınayak yürüyordu. Çünkü çamura bulanmış olan postallarının ağırlığını o batak yollarda çekmeye takatleri yoktu. Bütün çevre köy ve kasabaların sakinleri de arabaları, eşyaları, hayvanları ve çocuklarıyla İstanbul’a akın ediyorlardı..
108 yıl önce bugün 2 Kasım 1912 #Uzunköprünün işgali
“Dört balkan ülkesinin birleşerek, osmanlı devletine karşı 1912 Ekim ayı başlarında seferberlik ilan ettiklerini gazetelerden öğrendik. yöremiz halkında büyük bir telaş görünüyordu. halk otuz üç yıl önceki rusların yaptıkları
işkence ve kötülüklerini unutmamıştı. bulgarların bunlardan daha acımasız olduklarını çok iyi biliyorlardı. özellikle bulgaristan’dan gelen göçmenler bunların kötülüklerini daha abartılı bir şekilde anlatıyorlardı. halk büyük bir moral çöküntüsü içinde idi. ben de edirne’de annem
ve babamla görüşmek için 18 ekim 1912’de trenle edirne’ye gittim. iki gece kaldım. uzunköprü’ye döndüğümde, tüm uzunköprü halkının anadolu’ya geçmek üzere hazırlandıklarını gördüm. 20 ekim 1912’den itibaren de edirne ile tren bağlantısı kesildi.
uzunköprü-keşan yolu anababa günü
Yahya Kemâl’in Üsküp’te iken 5 farklı evde kaldığını biliyor musunuz?
1. Şairin validesi merhume Nakıye Hanım’ın annesi olan Âdile Hanım’a ait olan ve İshakiye Mahallesinde “karaağaçlar altında” bulunan, Ahmet Âgah’ın doğduğu ev.
2. Nakıye Hanım’ın genç yaşta vefatının ardından, İbrahim Naci Bey’in yeni bir evlilik yapmasından dolayı ailenin taşındığı Vardar’ın karşı yakasındaki Muhacir (Macir) Mahallesi’nde yer alan kiralık ev.
“Sayın Generalim, Edirne’nin yakında ele geçeceğini göz önünde bulundurarak, İslam mimarisinin en önemli anıtları arasında yer alan Sultan Selim Camisi’nin korunması için gereken her şeyin yapılması için emirlerinizi rica ederim."
Bogdan Filov, Türklerin çekildiği “kurtarılmış topraklarda” değerli ne var ne yoksa toplamak ve Bulgaristan’daki müzeye götürmekle görevli Bulgar Ulusal Arkeoloji Müzesi Müdürü’dür.
Türkçeye ilk kez çevrilen bu günlükler ve hiçbir yerde yayımlanmamış fotoğraflar sayesinde sahipsiz Balkan topraklarında neler yaşandığını, kültürel mirasımızın nasıl yok edilerek muazzam bir medeniyetin izlerinin silinmeye çalışıldığını
Fransız "Matin" gazetesi muhabiri Sephane Lausanne, "Hastanın Baş Ucunda" adlı eserinde,108 yil once bugunlerdeki #Lüleburgaz muharebe günleri için şöyle yazar:
"#Lüleburgaz Savaşı dört günden beri devam ediyordu. Çarpışmaların devam ettiği bu dört gün zarfında
Türk Ordusu Komutanı Abdullah Paşa, karargahı olan Sakız Köyü'nde küçük bir evde kapanmış kalmıştı..."
“..Abdullah Paşa’nın zabitleri mısır köklerini tırnaklarıyla kazıyarak, biraz unla kaynatıp kumandanlarına veriyorlardı...” diye yazar.
”..175.000 kişilik
bir kuvvet kumandanının yiyecek ekmeği yoktu….Bu bir hastalar yaralılar kafilesi değildi….can çekişenler kortejinin arkasında , çamur deryası boyunca bağırsaklarını toprağa boşaltan iki büklüm gölgeler seçiliyordu...”
Yazar, ayrıca Abdullah Paşa'nın açlık çektiğini,
Tarihçi William St. Clair ;, "#Mora'daki soykırım ancak öldürecek başka Türk kalmadığında sona erdi".
199 yıl önce bugün..23 Eylül 1821'de
Tripoliçe Katliamı - Mora İsyanı'nda Tripoliçe şehrini ele geçiren Yunanlar 30.000 bin üzerinde Türk-Arnavut ve Yahudi'yi öldürdü
Paralarını gizledikleri sanılan Müslümanlara işkence yapılıyor ve St. Clair’la Howarth, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı raporlarına göre, “kollarıyla ayakları kesilerek ateşte yavaşça yakılıyorlardı”
Mora’da Rus-Grek Düzenleri
“Peloponez (Peloponisos)” adıyla da anılan Mora Yarımadası, ilkin Sultan Beyazıt I tarafından 1397’de Bizanslılardan alınarak kısmen Osmanlı İmparatorluğu’na bağlanıyor; Yunanistan’ın her yanında, Katolik Lâtinlerin zulmü altında inleyen