Astrahan'da hanın eşlerinden birinin doğum yapmak için memleketi olan Konstantinopolis'e dönmesine izin verdi. Yolculukta İbn Battuta hanın eşine mihmandarlık yaptı. Bu sayede hem İstanbul'u gördü, hem de imparatorla tanıştı.
''Halk oraya Aya Sûfiya der. Rivayet ettiklerine göre bu yapıyı Süleyman peygamber, Asaf bin Barhiya adlı birine yaptırmış. Burası Hristiyanların en büyük kilisesidir.''
İbni Batuta dışından gördüğü Aya Sofya için kitabı Er Rıhle'de böyle söyler.
Battuta'nın 1332 yılında İstanbul'da dönemin Bizans hükümdarı İmparator III. Andronikos ile görüştü. 1204 - 1261 Latin işgalinin yağmaladığı şehir ihtişamından çok şey yitirmişti ama yine de baş döndürücü güzelliğiyle İbni Batuta'yı büyüledi.
İstanbul'da bir ay konakladıktan sonra tekrar Astrahan'a döndü ve buradan da Hindistan'a gitmek için yola çıktı. 1332 yılında Hazar Denizi ve Aral Gölü'nün çevresinden geçip Afganistan'a, buradan da zorlu dağ geçitlerini aşarak uzun zaman kalacağı Hindistan'a ulaştı.
Batuta Hindistan'a geldiğinde İslam dini bu topraklarda daha yeni kabul görmeye başlamıştı. Bu nedenle Delhi Sultanı Muhammed bin Tuğluk otoritesini güçlendirmek ve İslamı yaymak için mümkün olduğunca çok Müslüman bilgin ve memuru görevlendirmek istiyordu.
İbn Battuta Tanca ve Mekke'de görmüş olduğu İslam fıkhı öğrenimi nedeniyle hemen kadı olarak görevlendirildi. Ancak güzel başlayan gelişmeler böyle devam etmedi. Sultan Muhammed bin Tuğluk oldukça dengesiz ve ani tepkileri olan birisiydi.
İbn Battuta lüks içindeydi ama aynı zamanda sultanın fevri tavırlarından dolayı da ciddi bir endişe ve stresli bir hayat içinde bulmuştu kendisini. Bu durumdan uzaklaşabilmek için tekrar hacca gitmek isteyerek Delhi'den ayrılmak istedi.
Sultan Muhammed Batuta'nın uzaklaşma isteğini görüyordu. Bu durumu kendisi için de faydalı hale getirmek istedi ve Batuta'ya Çin'e elçi olarak gitmesini teklif etti. Battuta teklifi hemen kabul etti. Hem yeni ülkeler görecek hem de Sultanın stresli ortamından uzaklaşmış olacaktı.
Batuta'nun bu yolculukta başına gelmeyen kalmadı. Denize açılmak için sahile doğru giderken isyancıların saldırısına uğradı. Kendini kılıcıyla savunup hayatını kurtardı ama mallarını ve parasını kaybetti. Arkadaşlarını yitirdi, hayatta kalabilenlere bir süre sonra ulaşabildi.
Sonunda Kambay Limanı'ndan kalkan bir filoya ait gemilerden biriyle denize açıldı ve Kalküta'ya gitti. Burada devrin meşhur camilerinden birini ziyaret ederken çıkan tayfun filodaki gemilerin çoğunu batırdı. Kalan gemi Batuta'yı almayıp sahilde terketti. Ancak malları gemideydi!
Aldığı elçilik görevini yerine getirememiş, Hindistan'dan bile çıkamamıştı henüz. Onu sahilde bırakıp denize açılan gemiye Sumatra'da bir kral el koydu. Batuta çaresizdi. Kalküta'da Cemaleddin adlı bir dostuna sığındı. Bir süre sonra ise Çin ziyareti öncesinde Maldivlere gitti.
Maldivler'de 1 yıla yakın kaldı ve burada da kadılık yaptı. Çok fazla rüşvet teklifi alıyordu. Ada halkı rahat insanlardı ama o şeriat hükümlerini sertçe uyguladı. Batuta'nın bu tavizsiz tutumu rahatsızlık yarattı ve tepkilerin odağına yerleşti.
Maldivler'de verdiği sert hükümlerden dolayı tehditler de alan Batuta buradan ayrıldı ve çok merak ettiği Seylan Adası'ndaki Sri Pada Tapınağı'nı görmek üzere yelken açtı. Seylan'dan ayrılmak için bindiği gemi bir fırtınada batmak üzereyken başka bir gemi tarafından kurtarıldı.
Fakat Seylan Denizi'nde de korsanların saldırısına uğradı ve sahile bırakıldı. Tekrar Kalküta'ya döndü. Buradan yine Maldiv Adaları'na gitti ve bu sefer bir Çin gemisine binerek sonunda amacına ulaştı. Çitatong, Sumatra ve Vietnam üzerinden Fujian'daki Quanzhou şehrine vardı.
Ardından kuzeye doğru giderek Şanghay yakınlarındaki Hangzhou'ya ulaştı. Seyahatnamesinde daha da kuzeye Pekin'e kadar gittiğini yazar. İbni Batuta Quanzhou'ya geri döndüğünde artık eve dönmek istediğine karar verdi. Aslında artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmiyordu.
Tanca'da ayrılmasının üzerinden çok uzun yıllar geçmişti. Bir ara Delhi'ye Sultan Muhammed bin Tuğluk'un yanına dönmeyi düşündü ama sonra bundan vazgeçti ve Mekke'ye, son hac yolculuğuna doğru yola çıktı. Hint ve Uzakdoğu coğrafyasında çok uzun süre kalmıştı Batuta.
Vietnam, Singapur, Malakka Boğazı, Endonezya, Çin, Hindistan ve buralardaki onlarca şehir, Doğu Afrika kıyıları, Zanzibar, Somali, Etiyopya... Bütün bu diyarları geride bırakıp İlhanlı toprakları üzerinden Mekke'ye, oradan da Şam'a ulaştı Batuta. 25 yıldır geziyordu.
Şam'da babasının ölüm haberini aldı. Deniz yoluyla İtalya'nın Sardinya Adası ve Cagliari şehrine gitti. Buradan da Tanca'ya döndü ve annesinin de öldüğünü öğrendi. Tanca'da bir süre dinlendi. Daha sonra Cebelitarık'ı geçip İspanya'ya, Endülüs'e gitti.
Gidiş sebebi Kastilya Kralı XI. Alfonso'nun Cebelitarık'ı ele geçirmek için sefere çıkmasıydı. İbn Batuta şehri korumak için gönüllü olan bir grup Müslümanla birlikte Hristiyanlara karşı savaşmak üzere Endülüs'e gitti. Fakat geldiğinde savaşmasına gerek kalmadığını öğrendi.
Çünkü XI. Alfonso vebadan ölmüş ve artık bir tehlike kalmamıştı. İbn Battuta yolculuğuna zevk için devam etti. Valensiya'dan geçip Granada'ya ve Endülüs'teki diğer İslam şehirlerine gitti. Ardından Fas'a dönüp kendi ülkesinin şehirlerini keşfe başladı. Marakeş ve Fez'e gitti.
Mali hükümdarı Mansa Musa hacca giderken Tanca'dan geçmiş ve zenginliği ile nam salmıştı. Bu sıralarda dünyada çıkarılan altının yarısı Batı Afrika'dan geliyordu. Merak duygusu yine galip geldi ve Sahra Çölü'nün öbür tarafındaki bu İslam ülkesini ziyaret etmek için yola çıktı.
1351 sonbaharında son Fas şehri olan Sicilmasa'ya vardı. Bir ay sonra Sahra'nın ortasındaki Taghaza şehrine geldi. Taghaza tuz üretiminin getirdiği zenginlikle ve Mali altınlarıyla dolu da olsa İbn Battuta'nın üzerinde pek iyi bir etki bırakmadı.
Çok zorlu ve tehlikelerle dolu çölün en zor 500 km'lik mesafesini geçerek Mali'deki Walata şehrine ulaştı. Burada da durmayıp daha da güneybatıya ilerledi ve Nijer nehri kıyılarından geçerek Mali'nin başkentine vardı.
Burada kral Mansa Musa tarafından ona gösterilen misafirperverlikle 8 ay kaldı. Daha sonra da Nijer nehri boyunca kuzeye çıkıp Timbuktu'ya geldi. Burada fazla kalmayıp Fas'a doğru eve dönüş yoluna geçti. Yarı yolda da zaten Mağrib Sultanı'nın onu saraya çağırdığı haberini aldı.
Yıl 1353'tü ve 27 yılın ardından İbni Batuta Fas'a kesin olarak dönmüştü. Dönemin hükümdarı Sultan Ebu İnan Faris'in isteği ile şair Muhammed İbn Cüzac'a anılarını dikte ettirmeye başladı. Böylece ortaya Er-Rıhle çıktı.
Er Rıhle (Yolculuk) dünyanın 14. yüzyıldaki halini en doğru ve açık şekilde anlatan elimize kalmış en önemli kitap. Rıhle'nin tamamlanmasından sonra İbn Battuta Fas'ta halktan ve idarecilerden büyük saygı görerek 22 yıl daha yaşadı.
Bu muhteşem eser yüzyıllar boyunca İslam dünyasında bile maalesef pek tanınmadı. Ancak 19. yy'da birçok batı diline çevrildikten sonra önem kazanmış ve İbn Battuta doğunun en bilinen isimlerinden biri oldu!
Bugün aydaki bir meteor krateri ve Dubai'nin gösterişli bir AVM'si onun adını taşıyor. İspanyol müzisyen Jordi Savall İbni Batuta adına 2019'da bir albüm çıkardı. Hindistan'ın milli kahramanlarından. Arap dünyasında ders kitaplarında okutuluyor, pullara adı yazılıp basılıyor.
Fas'ın Tanca şehrine her gidişimde İbni Batuta'nın bu şehirdeki kabrini ziyaret ettim. Çocukken seyahatnamesi hep başucu kitabım oldu ve ben de onun gibi seyahat etmeyi arzuladım. Gün geldi, bu hayalim işim gereği gerçek oldu ve 83 ülke gezen bir seyyah oldum:)
Bilgiye, insanları ve kültürleri tanımaya meraklı, dönemine göre oldukça açık fikirli ve toleranslı, neşeli, cesur, gayretli bir maceracıydı İbni Batuta. Er Rıhle'nin tamamı ama en azından Anadolu bölümü mutlaka okunmalı. Kabri nur olsun.
V'esselam
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
19.Yüzyıl'da Amerikalı yerleşimcilere, kıtanın doğu kıyısından batı kıyısına kadar genişlemeyi hedef gösteren Manifest Destiny çağrısıyla katliamlar tekrar başladı.
İnanılır gibi değil ama Kızılderili nüfusu hızla 12 milyondan 237 bine geriledi.++
Yuki Kızılderilileri kapatıldıkları rezervasyon çiftliğinde zorlama ile çalıştırıldılar. Yukilere yalnızca kişi başına günde altı buğday başağı olarak açlık diyeti (starvation diet) uygulandı ve yetersiz beslenme ile hastalıklardan çok sayıda ölümler görüldü.
Kaliforniya'da kendini human (insan) olarak tanımlayan beyaz yerleşimciler Yukileri ''Subhuman'' (insan-altı, alt-insan, insanımsı, insan olmayan, insanla aynı kategoride bulunmayan, insandan daha aşağıda bulunan) olarak tanımlıyordu.
Az önce İsviçre'de yaşayan ama aslen Kuveytli olan çok sevdiğim bir dostumla görüştüm. Bana göre müthiş bir hayat hikâyesi var. Bir ara söz etmiştim. Şimdi konuşunca tekrar paylaşmak istedim:
Hikâye 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlıyor. ++
Dostum o tarihte henüz 20'li yaşlarının başlarında. İşgal ile hemen herkes kaçıp ülkeyi boşaltırken, o ve kendisi gibi bir grup genç kalıp ülkelerini işgalcilere karşı savunuyor. Savaşanların çoğu öldürülüyor. Kendisinin de aralarında olduğu az sayıda direnişçi ise esir düşüyor.
Esirler Irak'ta Basra yakınlarında bir yer altı zindanına atılıyor. Burada gördükleri kötü muamele ve berbat koşullar nedeniyle esirlerin çoğu kolera ve tüberküloz nedeniyle ölüyor. Bir buçuk yıl sonra halem hayatta olan dostum esir takası ile serbest kalıp ülkesine dönüyor.
Fatih, ilk altın Osmanlı parasını #İstanbul ’da bastırmıştı.
Fetihten 23 yıl sonra, 1476 (Hicri 882) yılında basılan ve 'Sikke-i Sultani’ adı verilen Fatih Sultan Mehmet'in bu ilk altın parasının işçiliği de kusursuzdu.++
Sadece 129 adet basılan bu ilk altın sikkeden günümüze çok az sayıda örnek ulaşabilmiş.
Hicri 882 / Miladi 1476 tarihli bu altın Osmanlı sikkesi ilklerin sikkesidir:
-İlk Osmanlı altını, -Fatih’in ilk altın parası, -İstanbul’da basılan ilk Osmanlı parası işte bu paraydı.
Fatih, az sayıda basılan bu ilk altının ardından bir yıl sonra, Hicri 883 / Miladi 1477’de bir altın sikke daha bastırdı ve bu defa bolca basılan bu altın para hızla tüm Avrupa, Afrika ve diğer Akdeniz ticaret havzalarına yayıldı.
Tarihçi Heredot’un ‘Arabia Felix’, ‘Mutlu Arabistan’ olarak nitelendirdiği Arap Yarımadası, güneybatı Asya ile kuzeydoğu Afrika arasında uzanan dünyanın en büyük yarımadalarından biri.
Yarımadanın en büyük ve bence en güzel ülkesi ise burası++
Dünyanın bu özel coğrafyası gerçekten şaşırtıcı sürprizlerle dolu.
Üç tarafı denizler ve okyanus ile çevrili olan Arap Yarımadası'nın kültürel mirası ve doğal zenginliklerini en iyi görebileceğiniz yer Suudi Arabistan'dır.
Çöller, masmavi ve cam gibi denizler, vadiler ve dağlar.
Suudi Arabistan Arap Yarımadası'nın en büyük ülkesi. Ülkenin batısı Kızıldeniz kıyıları, doğusu ise Arap Körfezi'nin sahilleriyle çevrili.Kinde Krallığı, Himyeriler ve Nebatiler bu olağanüstü toprakların kadim medeniyetleri.Mimarisi, müziği ve sanatlarıyla büyük bir dünya burası.
Mekke'den - Semerkant'a
Orta Asya gezileri sırasında en etkilenilen şehirlerin başında Semerkand gelir.
Burada özellikle Şah-ı Zinde olarak bilinen ve Hz.Muhammed'eﷺ son dokunan kişi olan Kusem bin Abbas'ın hikâyesi ilginçtir.+
📷@orhandurgut hocamdan
Hz.Muhammed'eﷺ dokunan son kişi: Kusem bin Abbas'ın kabri Semerkant'ta. Siması peygambere çok benziyordu.
Babası peygamberin amcası Abbas, annesi Ümmü Lübabe, Hz.Hatice'den sonra Müslüman olan 2.kadındı.
Hz.Hüseyin'in süt kardeşiydi. Hz.Ali onu Mekke ve Medine valisi yapmıştı.
Hz.Muhammedﷺ vefat ettiğinde amcası Abbas ve onun oğulları Fadl ve Kusem, Hz.Ali(ra) ile birlikte peygamberi yıkayıp, kefenleyen ve kabre indiren isimlerdi.
Peygamberi kabre Kusem indirmişti ve çıkmadan ona dünyada dokunan son kişi de o olmuştu.
2022'de Suudi Arabistan'da Hacer'ül Esved'in şimdiye kadar çekilen en net fotoğrafı yayınlanmıştı.
Bu fotoğrafta taştan geriye kalan parçalar oldukça net biçimde görülüyor.
İşte Hacer'ül Esved'in öyküsü ve bilgiselin sonunda bir de soru.++
İslam öncesi cahiliye döneminden İslamiyet ile birlikte günümüze kadar gelen Kabe'ye ait tek parça Hacer'ül Esved.
Onun haricinde Kabe defalarca yıkılıp yeniden yapıldı.
Örtüsü yüzlerce yıldır her sene değişir. Zaman zaman kapısı ve yağmur oluğu da değiştirilir. Taş ise sabittir.
İslam inancında cennetten indirildiğine inanılan,
Nuh Tufanı'nda Mekke'deki Ebu Kubeys Dağı'nda saklanan, Hz.İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi temellerinden yükselterek tekrar inşa ettikleri sırada yerine konulan Hacer'ül Esved, tarih boyunca ilginç müdahalelere maruz kaldı.