Türkiye'nin geleceğine bakarken -benim için önemli- iki çizgiden sözedeceğim. Bunlardan biri, benim tercihim olabilecek çizgi, diğeri objektif gerçekler ışığında Türkiye'nin yönelebileceği (benim tercihime daha uzak ama) olası çizgi... >> #KonstantiniyeNotları
Türkiye Mozambik değil. Dünya'nın merkezinde, bütün önemli gelişmelerin ya yanıbaşında ya da ortasında bulunuyor ve bu haliyle yaşananlarla ve yaşanacaklarla hem uyumlu bir siyasi/toplumsal hayat sörmesi gerekiyor, hem de kendi tercihleri hakkında cidden kafa yorması gerekiyor...
Eski "Sol" dille konuşacak olursak şu anda saflaşmanın iki tarafı, bazılarının "gördüğü" gibi "Doğu (Rusya & Çin) ile Batı" değil, 'ESKİ ile YENİ' ve burada, "Eski" dediğimiz şeyin ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Eski, sadece belli siyasi gruplar/akımlar değil, bir mantalite..
"Eski" dediğimiz şeyi, "herşeyi ölçüp biçmeye meraklı, kalite yerine kantiteyi esas alan maddeci/maddiyatçı, eril, linear tarihle daima ilerleme" mantığının psikososyal ifadesi "Kapitalist Sistem" diye ifade ediyor idik, zira bu mantalite için hayatın merkezi "ökönomi" idi...
1980'lerden bu yana -hele Sovyet blokunun çökmesinden sonra- hayatın her alanının ekonomize edilmesini, kısacası "sineğin yağından bile kâr elde etme fikriyatı"nın hakimiyetini yaşadık. 2008 krizi sonrası 2020'ye uzanan süreçte sistemi artık bankerler bile tartışmaya başlamıştı..
Maddiyatçılık dibe vururken ve en "ilahiyatçı" tiplerin bile aslında maddiyatçılardan daha maddiyatçı olduğu görülüp kanıtlanırken, 2020'de -pandemi vesilesiyle- duran ekonomi, ilk kez bazı konuları zorladı, mesela birçok ülke halkına ödemeler yaptı, -ki ekonomi dönsün...
2020, sisteme ikiyüz yıldır "gaz" veren bazı ana kolonların -geriye dönüşü olmamak üzere- çatlayıp dökülmeye başladığını gösterdi. Bunlardan birincisi, sistemin asıl özü olan "Çalışma sistemi"dir. Diğeri de, sisteme insan formatlayan "milli" eğitim sistemleri...
YENİ'nin asıl 2024 sonrasında "pratik anlamda" devreye girmeye başlayabileceğinden söz ettim, fakat Türkiye'nin etrafında yaşanmakta olan Ukrayna ve Suriye savaşlarının ve bunların evrileceği yeni boyutların, YENİ'nin devreye girişi aşamasını hızlandırdıklarını söyleyebiliriz...
YENİ dönem, 'Özgürlük' temasını destekliyor ve bundan elbette Türkiye de nasibini alacaktır ama daha dikkatle bakacak olursak. "Bireysel özgürlük" teması mı yoksa (dünya genelindeki) "sosyal/siyasal özgürlük" teması mı öne çıkacak?
Bu dizide şimdilik bu soruya yoğunlaşalım...
Türkiye Cumhuriyeti Batı orijinli bir ülke olarak kurulduğu için "Bireysel Özgürlük" teması, 'Özgürlükler' tartışmasında daima ön planda gelir. Bu kolaydır da, zira hemen yanıbaşında Avrupa vardır, esasen daima oradan etkilenmektedir ve 'Özgürlükler' anlayışı da Batıya göredir...
Açıkçası benim için de 'Özgürlükler' esas olarak bireysel özgürlükler demektir, çünkü Türkiye'de seküler kesimler ve Avrupa'da yaşamış/yaşayan insanlar gibi benim 'Özgürlük' anlayışım da Batı'ya yakın bir yerde duruyor ama bu, YENİ'yi temsil etMİyor malesef...
Konu çok önemli olduğundan, şimdilik ana hatlarına değineceğim...
YENİ dönemin özelliği, yeni bir tür TOPLUMCULUK damarına sahip olması ve toplumu bireyin önüne koyması, Batı'daki gibi bireyi toplumun önüne koyması değil...
Burada yeni 'Birey'in eskisinden farkına değinmiştim...
Çok değişken, yeni yapıların bile son derece esnek olmasını zorunlu kılacak bir dönem bu. İklimsel değişiklikler de bu esneklikleri zorunlu kılacak ve toplumun bütününün ASIL olacağı bir dönem. Ayrıca "sınırsız bireysel özgürlükler"in nasıl "ökönomi"ye tahvil edildiği malum...
Burada dikkat çekici olan, merkeziyetçi düşünce biçimlerinin de sekteye uğraması nedeniyle, buradan çıkacak sosyal/siyasal sonuçların da henüz konuşulmuyor olması. Bu zihniyetin insanların/toplumların iliğine kemiğine kadar nasıl işlediğini birkaç örnekle anlatmak mümkün... >
Mesela 20'inci yüzyıl siyasetine omurga olan "Jeostrateji" ve/veya "Jeopolitika" denen dalgametrelerin kökeninde Petrol (ve daha sonra Gaz) vardır. Enerjinin bir "merkez" teşkil ettiği yerleri almak satmak kontrol etmek de jeopolitikanın "iş" alanına girer. "Merkezî enerji"...
Merkezî özelliğe sahip olan enerjiler, yetaltı kaynaklarıdır.
Yeni dönemin "desentral" (merkezî olmayan) enerjileri ise belli bir yere yurda bağımlı olmayan enerjilerdir. (Güneş, rüzgar vs.)
YENİ mantalite, birbiriyle -kalite anlamında- aynı göz hizasında duranlar demektir...
Daha önce her konuda "merkezî" olan yapılar yerine, birbiriyle çeşitli bağlar oluşturan (ve bu bağları gereğinde koparan) bir AĞ mantalitesi. Ve burada kurulan ağlar, sadece kapitalizm devrine has "ulusdevletler" bazında kurulan/bozulan hızlı bağlar da değil...
O halde benim de önem verdiğim ve yaşadığım "Bireysel Özgürlükler" mantığından daha farklı bir yere evrilecek yeni bir özgürlük anlayışının daha baskın hale geleceği biz zaman dilimine girmiş bulunuyoruz...
Burada, "Toplumların daha özgür olması" ne anlama gelebilir? >
Türkiye de, Dünyada merkezî rol oynamış eski siyasi güçlerden biridir. Türklerin 15., 16. Yüzyıllarda bu bölgede merkezî bir rol oynadıklarını söylerken, ardından İspanyolların Hollandalıların yükselişini, Türklerin önem kaybedişini de görmek gerek ve 19. Yy.'da British Empire...
Tarihte önemli yer edinmiş güçler elbette asla tamamen ortadan kalkmıyorlar ve daha zayıf yapılar olarak yollarına devam ediyorlar. Büyük Britanya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yerini ABD'ye bırakması da böyledir.
Şimdi ABD yavaş yavaş merkezî güç olmaktan çıkıyor gibi...
Konunun "Toplumların özgürlüğü" anlayışıyla ilgisine geçmeden önce, ideal tercihlerin her zaman geleceği temsil etmediğini belirteyim. Mesela Yunanlılar Demokrasiyi uzunca bir süre yaşatmışlardır ama bir yerde terketmişlerdir. Sonra uzun bir Monarşiler çağı yaşandı...
Şimdi, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile ortaya çıkan, bazılarının "olayların özü" saydığı "Doğu-Batı Çatışması"na Asyalıların, -yani Çinlilerin ve Hintlilerin, hatta Afrikalıların- gözünden bakalım...
Rusya-Ukrayna savaşı, "Batılılar ile Batılılar" arasında bir savaştır...
2. Dünya Savaşı nasıl "Batılıların kendi arasında savaş" idiyse (burada "fırsat" değerlendirip Mançurya ve Filipinleri işgal eden "Batılılaşmış" Japonya'nın militarist faşizmini ayrı tutuyoruz), bugünkü Rus-Ukrayna savaşı da Batı'nın iç savaşıdır. Asyalı/Afrikalı böyle görüyor...
Asya ve Afrikalılar: "Batılıların kendi içlerindeki savaşlar, -ki bunlar esasen 1. Dünya Savaşı ile 2. Dünya Savaşı'dır- Batı hakimiyetindeki bölgelerin bağımsızlaşmalarını sağlamıştır. Bağımsızlık hareketleri 1. Savaş sonrası başladı, 1960'larda, 2. Savaş sonrası tamamlandı..."
Rusya'nın Ukrayna'yı işgalini ve ABD ile Rusya'nın birbirlerini atom silahlarıyla tehditlerini seyreden Asyalı büyük ülkeler Çin ve Hindistan, savaşın dozunun ve/veya yoğunluğunun artması halinde, bunun, Çin'e ve Hindistan'a yarayacağını düşünüyorlar...
(Ama sadece onlara mı?!..)
Gelecekte, güç odaklarından birincisini değil, sadece birini temsil edecek gibi görünen Batı'nın savaşla hırpalanması, sadece ekonomik değil, Batı'nın kültürel dominansını da sarsacak gibi görünüyor ve onun yerini Çin'in veya Hint'in alması da söz konusu değil...
O halde, birbiriyle aynı göz hizasında konuşabilen çeşitli güç odaklarının ortaya çıkabileceğini, eskiden bir şekilde Batı ile birlikte olmak zorunluluğu hissetmiş ama kendi ambisyonlarını gerçekleştirememiş birçok yerin de çok daha bağımsız hareket edebileceğini söyleyebiliriz..
YENİ ile gelen 'Özgürlük' anlayışının henüz konuşulmayan 'Bireyselden ziyade toplumsal Özgürlük' (gibi abuk bir ad bulabildiğim) alan, bu alan. Elbette zaman içinde daha belirgin bir hal alacaktır...
Burada ben Batının 'Bireysel Özgürlükler' alanına daha yakınım...
YENİ döneme has -mesela- ikamet/ev/mimarî konularına, elbette eğitim/öğrenim konularına, ve mutlaka 'Anadolu/İstanbul kültürünün evrenselleşmesi' konusuna da değineceğim, ama onları başka Thread'lerde ele alacağım... <<
EK:
Afrika, YENİ'nin en hoş sürprizi. Bunun nedenleri hakkında ayrı bir dizi yazmak gerek. Fazla uzatmamak adına Afrika'yı sonraya bırakıyorum, onlar da sonradan yükselecekler zaten...
EK 2:
Burada benim kişisel tercihim Batı'nın bir parçası olmaya devam etmek ve "bireysel özgürlükler"i yüksek tutan Batılı Değerler'le uyumlu bir çizgide devam etmek. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş çizgisi de buna işaret eder, ama Türkiye'nin başka bir çizgi izlemesi nümkün...
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Uzun zamandır sözünü ediyorum, ama giderek daha çok insan tarafından söze dökülüp tarifi yapıldığından, şu konuların nedenlerine yeniden dikkat çekmek gerek: 1. Artık hiç bir partinin/politikacının oyu çantada keklik değil. 2. Sol kökenli yönetimler devrine giriliyor... >>
Çok yakın zaman kadar, hangi partinin ne dediğine bakmaktan ziyade eski temüllere ve kültürel kimliklere göre oy vermek esastı. Neoliberal dönemde böyleydi. Laik modernleri, milliyetçileri, Kürtleri, muhafazakarları, islamcıları, Solcuları "temsil eden" partiler vardı...
"Seçmenlik" bir tür alışkanlık haline gelmişti. Bu nedenle bir tür "mecburiyet" de işliyordu. Kendini temsil ettirmek için seçmenlerin kimliğine uygun partiye mahkum olduğu düşünülüyordu. Kültürcü paradigmanın bozulmakta olduğunu 2012 öncesinde uzun süre yazdım. Bu ne demekti? >
Yaşını başını almış ama ergen kalmış görüntüsü/duyuntusu arzeden Türk politikacılar kendilerini, önümüzdeki dönemi belirleyecek "birkaç alternatif"ten biri hissedebilirler ama önümüzdeki dönemde seçmenin kimselere "mecbur/mahkum" olmadığını fena halde anlayabilirler... >
Türkiye'nin yeni döneme geçişinin tek bir seçimden ziyade kısa süre içinde birkaç seçimle gerçekleşmesi mümkün. Şansın/tesadüflerin yardım ettiği, ama titrini taşımakta zorlananların karşısına, hiç ummadıkları alternatifler çıkabilir. Artık herşey meydanda, internet unutmuyor...
Türkiye'yi yakın gelecekte yönetme ihtimali olanlar, şimdinin "alternatifsiz politikacı"larını çok şaşırtabilir, zira "Şimdinin karşıtı" olmak dışında hiçbir özelliği olmayanların, "Şimdinin türevi" olmaktan başka bi yol izleyemeyeceklerini peşinen anlayan bir seçmen kuşağı var..
"Knives Out" (2019) ya da "Bıçaklar Çekildi" ("Mord ist Familiensache") yıllardır seyrettiğim en iyi kriminal hikaye, -filmden önce, çok iyi bir hikaye. 4 kez gördüğüm film hakkında düştüğüm notlardan bazılarını buraya aktarıyorum... >>
Filmi Netflix'de keşfettim ve çok beğendim, çünkü Agatha Christie'nin yarattığı "Katil kim?" formatını severim ve Christie'nin romanlarının çoğunu okumuş bir olarak hikaye hakkında şunu söyleyebilirim:
İnsan DNA'sı gibi Christie hikayeleri 2 sarmallıysa, bu 4 sarmallı bi hikaye..
Filmin senaryosunu yazan, aynı zamanda rejisörü de olan Rian Johnson'un yarattığı hikaye neredeyse kusursuz, -neredeyse- çünkü aynı zamanda komediye özgü grotesk yanlara da sahip olduğundan,bazen inandırıcılığını zayıflatıyor ama detay zenginliği muazzam...
Dünya gibi Türkiye de, hızla yepyeni bir döneme doğru ilerliyor. Bu arada kimse yeni döneme hazırlıklı görünmüyor. Konuşulanlar hâlâ nicel farklılıklar, ama gelen dönem öncekinden nicel değil nitel anlamda oldukça farklı olacak ve bu özelliği zaman içinde ortaya çıkacak gibi.. >>
Çıkış eşiğinde bulunduğumuz ve hayatın merkezini maddiyatın teşkil ettiği devri, 1800'lerle başlatabiliriz. Napolyon Bonapart devri. Fransa'nın Luisiana'yı ABD'ya satıp Amerika'dan çekildiği, Mısır seferi ertesi Napolyon'un Avrupa'da laik imparator olarak ortaya çıktığı dönem...
Bugünkü anlamda Kapitalist sistemin işlemeye başladığı ve bugüne kadar bir çok şeyi belirleyen düşünme biçimlerinin de ortaya çıktığı, şekillendiği 1800'lerin başı. Çay ithalatıyla İngiltere'den Çin'e çuvalla altın ve Sterlin taşınıyor. Qing Çin'i hâlâ dünyanın en zengin ülkesi..
Son bir haftadır beni ilgilendiren konulardan bahsetmek istiyorum... 1. Bugünlerde, 2008'de başlayan "postkapitalist mental değişim"in son evresine girmiş bulunuyoruz. 2024'de bitecek ve konunun "pratik" aşaması başlayacağından konu gerçekten çok ilginç... >>
Bu tarihî dönüşümden bahsederken hafiften, "Postkapitalist" lafını da iptal etmeyi düşünüyorum (konuyu Avrupalı Postmarksist entelektüel dostlarımla tartışacağım, onlar da daha az kullanıyorlar).
Zira yeni başlayacak dönemde hayat, şimdiki gibi "ökönomi" üzerinden okunmayacak...
"2024 yılbaşısından itibaren böyle olcek" gibi bir saçmalıktan sözetmiyorum elbette, ama trendlerin eskisi gibi "biz paramıza bakalım" dandikizmindn ziyade 'Hayat' istikametinde işleyeceğini tonlamak istiyorum.
Önce, 30 yıllık bir "Sol kökenli yeni yönetimler" devri yolda...
Ukrayna'nın Rusya tarafından işgali Rusya için tam bir utanca dönüşmeye doğru gidiyor, zira sahada baştan beri -Ukrayna'nın direnmesi halinde- kesin bir şekilde görülmesi beklendiği üzere, Rus ordusunun değil Ukrayna'yı işgal etmesi, Kiev'i alması bile zor görünüyor... >>
Bugünün kesin gerçeği şu:
Halkları ikna etmeden tankla topla yenmek, hiç mümkün değildir. İş ciddiye binince, kaybeden mutlaka otokratlar olacaktır. Bunun bi tür askerî matematiği bile var: Bir ülkeyi/yeri işgal edip elinizde tutabilmek için her 25 kişiye 1 asker düşmelidir...
Mesela, (bu konularda hayal kuranlar varsa bilmeleri açısından) İstanbul'u işgal edip elinde tutmak isteyecek modern bir ordunun en az 650 bin kişi falan olması gerekir, -ki o da yetmeyecektir çünkü bunun jojistiği falanı filanı vardır ve bunu karşılayabilecek ülke yoktur...