Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kemalizm’in, somut ve tarihsel gerekçelere dayalı çok tipik bir Osmanlı eleştirisi vardı. Bu eleştiri, özellikle imparatorluğun kurucu unsuru olan Türklerin, sultanların şahsi hırs ve kaprisleri uğruna Viyana kapılarından Yemen çöllerine kadar
kanlarının dökülmesi ve bu sırada anayurt olan Anadolu’nun asırlar boyunca ihmal edilmesi üzerinde toplanıyordu. Tarihsel geçerliliği hakkında ne söylenirse söylensin, etik ve politik temelleri halkçılığa ve yayılmacılık (fetihçilik) karşıtlığına dayanan bir eleştiriydi bu.
90’ların ikinci yarısından başlanarak, özellikle o dönem çok popüler olan “Padişah Anaları” kitabının etkisiyle, bu halkçı ve barışçı eleştiri biçimi, kısa zamanda ırkçı ve arınmacı bir şekil almaya başladı. Artık Osmanlı’nın “kötü” olmasının sebebi başkalarının topraklarına
el koyma hırsı değil, hanedan mensuplarının kanlarının “yabancı kadınların kanlarıyla zehirlenmesi”ydi. Aslında bu eskiden beri bilinen bir şey olduğu halde, 1940’lardan 70’lere kadar ırkçılık bayrağını en önde taşıyan Nihal Atsız dahil olmak üzere pek kimse bu durumdan şikayetçi
olmamıştı, çünkü zaten İslam öncesi Türk hükümdarlarının da zaten Çinli prenseslerle evlendiği biliniyordu. Ama 90’ların yarı eğitimli orta sınıfları arasında bu “Yabancılarla evlenip Türklüğünü unutan Osmanlı” imgesi adeta yeni bir formatta inşa edilmeye başlandı. Örneğin bu
“Osmanlı”, İslam öncesi Hunlar ve Göktürkler gibi erkeksi değil, aksine feminendi. Hakimiyeti altındaki “ırklara” (artık bu tabir kullanılıyordu) Türkçeyi benimsetememesinin sebebi “aşırı hoşgörülü” olmasıydı. Topraklarını aldığı gayrimüslimlerin, gavurdur diye ata binmelerine
bile 500 sene izin vermeyen padişahlarımız, şimdi kozmopolit ve hümanist olup çıkmıştı. Zaten Milli Eğitim, Tanzimat ve Islahat fermanlarının yabancılar tarafından dayatıldığını öğretirken, daha öncesinde azınlıkların “bazı haklardan” yoksun olsun olduğunu belirtme gereği bile
duymuyor, bizim “ulusalcı” nesiller ciddi ciddi Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerin ezildiğine inanabiliyorlardı. Eski Kemalistler ve Atatürkçüler (eski derken 30’lara değil, 90’lara kadarki ana akımı kastediyorum) Osmanlı yayılmacılığı gibi İslamcı siyaseti de cihatçılık
yüzünden eleştirirlerken, son 30 yılda İslamcılığın eleştirilme gerekçesi bile “İsrail ve batıyla asıl dost olmak isteyen sizsiniz!” noktasına indirgendi. 30 yıl boyunca İslamcılığa ve Neo-Osmanlıcılığa karşı kitleleri kazanmak isteyenler, neredeyse istisnasız biçimde, karşı
tarafın dışlayıcı ve saldırgan fikirlerine daha dışlayıcı ve saldırgan bir konum alarak cevap vermeye çalıştılar. “Padişahların kanı yabancı kanıyla karışmış”tan başlayan bu söylem, bir iki adım sonra “Osmanlı Ermeni’ye Rum’a bakanlık vermiş” şeklindeki korkunç (!) gerçeklerin
ifşasına dayandı. Laik Cumhuriyet’e giden yolu döşeyen Tanzimat ve Meşrutiyet reformlarının kazanımları, şeriatçılara bile parmak ısırtıcak bir dışlayıcılıkla “Osmanlı’nın gerçek yüzü” diye lanse edildi. Bugün aklı başında bütün Atatürkçü, sosyalist ve milliyetçilerin 90’lardan
kalan bu tortuyu, hiçbir mazerete başvurmadan, spatulayla kazımaları elzemdir. Çünkü bir monarşi rejiminde kafayı taka taka padişahın eşinin hangi ırktan geldiğine takan ve bunun üzerinden siyasi analiz yaptığını sanan bir zümreden daha gerizekalı bir kesim olamaz.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Zaman zaman Türkçülerin ve İslamcıların, işte Nihal Atsız olsun, Nurettin Topçu olsun, Necip Fazıl olsun, bazı büyük “fikir abideleri”ni okuyor ve bu gibi akımların içindeki rasyonel tarafı teşhis etmeye çalışıyorum.
Bu sürecin sonunda şu kanaate ulaştım ki bu kimselerin dil, tarih, devlet, gelenek gibi çeşitli konularda rasyonel denebilecek görüşleri, iddia ettiklerinin aksine Türklük ya da Müslümanlık gibi partiküler unsurlardan değil, genel muhafazakar (conservative) teorinin gücünden
kaynaklanıyor. Bu metinlerden Türklük ve Müslümanlık vurgularını çıkarıp yerlerine başka bir etni ya da dinin ismini koysak, güçlerinden ne bir şey kaybeder ne de kazanırlar. Bütün kariyerlerini “yabancı kökenli fikirlere” karşı çıkmakla inşa etmiş kimselerin, farkında olarak
Önemli bir ayrım, ancak 2. değil 3. Cumhuriyet demek daha doğru olur. 80 model Kemalizm nasıl otantik Kemalizm değilse 60 model Kemalizm de otantik değildi. 50’lerin muhalif aydınları tarafından inşa edilmiş bir Yeni Kemalizm’di.
30’ların solda Şevket Süreyya ve Vedat Nedim, sağda Recep Peker ve Saffet Engin tarafından geliştirilen 1. kuşak Kemalizm’inin tipik özelliği kuvvetler ayrılığını tanımamasıydı. Bu durum bir ölçüde iki savaş arası dönemin kendi özgü karakterinden kaynaklanıyordu ama asıl sebep
bu dönemde laik cumhuriyetçilerin henüz muhalefet deneyimini yaşamamış olmalarıydı. Bu yüzden cumhuriyeti halkın ya da ulusun egemenliği olarak anlıyor, ancak yine cumhuriyetçi teori içinde yer alan ve iktidarın denetlenmesi anlamına gelen “hukukun egemenliği” (rule of law)
Eski Sağ ile 1970’lerden sonra ortaya çıkan Yeni Sağ’ı ayıran en bariz unsur, ikincisinin ekonomizmi ve teknolojizmidir.
Eski Sağ’a göre sol ve özellikle komünizm, her şeyden önce materyalist ve iktisadi determinist oldukları için hatalıydılar. “İnsanın özü” olan ahlaki ve manevi değerlerin yerine basit bir “midde ve madde ihtiyacını” ikame ediyorlardı. İnsan aç yaşayabilir ama maneviyatsız
yaşayamazdı. Bu söylem, 60’ların sosyal hareketleri sırasında zirveye ulaştıktan sonra 70’lerden itibaren etkisini yitirmeye başladı ve derken sahneye, elinde kılıç ve kitap yerine dolma kalem ve hesap makinesiyle ekonomi ve teknoloji uzmanı olan Yeni Sağ çıktı.
Comte, 1830’larda insanlık tarihini bizde “üç hal kanunu” olarak bilinen aşamalara ayırmıştı: Teolojik, metafizik ve pozitif hal. İlk dönemin dinsel, son dönemin bilimsel aşamayı ifade ettiğini herkes bilir, fakat pozitivist gelenekte metafizik tabirinin din ve bilim arasında
konumlandırılan felsefeyi (yani kavramsal düşünceyi) hedef aldığı gözden kaçırılır. Kendisinden birkaç yıl önce Ren’in öbür tarafında mutlak tin’i sanat, din ve felsefeden oluşan bir üçleme içinde ele alan, yani felsefeyi en sona (dolaylı olarak da en başa) koyan Hegel’e bir
itirazdır bu; izleyen yüzyılda akademide bıraktığı etkileri çok bariz olan bir itiraz. Bu tarihten itibaren “bilimsel yöntem” oklarını, bir önceki yüzyılda zaten yenilmiş bulunan dinden çok felsefeye çevirecek, ayrıca deney ve olguyla desteklenmeyen her felsefi fikir,
İstanbul’dan İzmir’e, Eskişehir’den Antalya’ya, Kocaeli’den Muğla’ya kadar Türkiye’nin dört bir yanında mutlaka bir Alkan Kırtasiye ya da Kitabevi’ne rastlanıyor. Yalnız bu Alkan adı bayrağımıza rengini veren al kandan değil de Fransız yayıncı Felix Alcan’dan geliyor zannedersem.
Abdülhamid döneminde sansür yüzünden okunacak Türkçe yayın bulmak zordu. Kendilerini ve çocuklarını asrın icaplarına uygun şekilde yetiştirmek isteyenler, bir şekilde Beyoğlu ya da Moda tarafında Fransızca dersi veren bir matmazel buluyor, bu lisanı sökmeye başladıktan sonra da
kapitülasyonlar sayesinde yasak yayınları da satan Hachette kitabevine koşturuyor, buradan “Librairie Felix Alcan” (ya’ni Mösyö Feliks Alcan Kitabhanesi) ibaresi taşıyan muasır felsefi, ilmi, edebi ve estetik eserleri satın alıyor, tabii kimseye pek görünmeden konaklarına
Türkiye’deki siyaset bilimciler genelde diktatörlüklerin, zamanını müzik, moda ya da futbol gibi şeylere harcayan, siyasi gündeme duyarsız insanlar yüzünden kurulacağına inanırlar. Kitlelerin politize olduğunda mutlaka doğru tercihlerde bulunacağına yönelik naif bir inançtır bu.
Bahsedilen türdeki “halkı uyutan” diktatörlükler, siyasi alanı tek bir kişi ya da grubun domine ettiği, ancak sivil hayatın kendi haline bırakıldığı, geleneksel- otoriter rejimlerdir. Bugünün dünyasındaki tehlike ise zihni uyuşturulan değil, aşırı uyarılan kitlelerden geliyor.
Geniş kitleler gerçekten güç şartlar altında yaşarlar ve öfke içindedirler. Ama bu öfke, asla içinde yaşadıkları şartların gerçek sorumlularına yönelmez. Çünkü insan toplulukları adeta içgüdüsel olarak, bedeli ağır olacak işlere girişmeyecek, hatta bunları düşünmeyecek şekilde