Yav flood yazmak ne zevkli. Durun öyleyse size dünyanın en saçma gastronomik hadisesini anlatayım. Bursa’da Dört Köfte diye bir yer var. Ulu Cami civarında. Burası evet bir köfteci. İsimleri Dört Köfte, olayları dört köfte. Yani öyle meşhur olmuşlar.
Oturuyorsun, önüne dört köfte geliyor, doymazsan, dört köfte daha geliyor. Ruh hastası bir işletme. Ben gittim, önüme üç köfte geldi. Ben tabii bir şaşırdım, ve birkaç bir şey söyledim. Dedim ki, “burası” dedim “dört köfte değil miydi” dedim. “Ben” dedim “yanlış yere mi geldim?”
“Üç köfteye mi geldim?” Çünkü Bursa’da Üç Köfte de var. Bursa köfteyle aşk yaşayan bir işimiz. Üç Köfte, Dört Köfte, Kiloyla Köfte, Bursa’yı herkes iskender zanneder, evet öyledir, ama sanki içten içe de sanki biraz köftedir. “Ben” dedim “yanlış yere mi geldim?”
“Üç Köfte’ye mi geldim, yoksa” dedim “siz zaman içinde, olabilir, dört köftenin manasızlığına karar verip, Üç Köfte’ye öykünüp, Üç Köfte mi oldunuz, gerçekten” dedim “böyle bir şey olduysa, ben” dedim buna saygı duyarım.
“Ama” dedim “yok hayır, siz hala Dört Köfte’yseniz, ve benim önüme üç köfte getirdiyseniz, kusura bakmayın ama ben bunu sorgularım” dedim. “Çünkü insan Dört Köfte’de, dört köfte yemek istiyor, insan Dört Köfte’ye gelirken, dört köftenin hayalini kuruyor,
insan Dört Köfte’ye gelirken,..” ben de manyağım, uzatıyorum, yakalamışım bırakır mıyım, “…üç köfteyle karşılaşabileceğini, aklının ucundan bile geçiremiyor, haa” dedim, “yanlış anlaşılma olmasın, ben” dedim “burada, bir köftenin peşinde olan bir insan değilim, siz” dedim,
“benim önüme, beş köfte de getirseydiniz, benim” dedim “tepkim aynı olurdu, çünkü” dedim “burası Dört Köfte, Dört Köfte’ye dört köfte yenir” dedim, “üç köfte yemek isteseydim Üç Köfte’ye giderdim” diye de ekledim. Ben bu kadar şey söyledim. Karşılığında aldığım yanıt şu oldu,
“doymazsanız üç köfte daha getiririz.”
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Bundan birkaç sene önce akşam evde duş alacağım, baktım sular kesik. Dedim “ben hamama gidiyorum!” Taktı mı da takıyorum ya. Yıkanacam aga! Koşuyolu’nda oturuyoruz, hamam Bağlarbaşı’nda. Arası 4 kilometre. Eşim de dedi ki, “Alpay” dedi, “hamamın içmeleri meşhurdur” dedi.
Bizim evde de rakiya diye bir içki var. Sırbistan’dan bir arkadaşım getirmişti. Rengi sarımtırak, sırf rengi bile tehlike saçıyor. Eşim dedi ki, “ben” dedi “bu rakiyayı, meyve suyu şişesinin içine doldurayım, sen” dedi “bir yandan yıkanırsın, bir yandan da içersin güzelce” dedi.
Kadına gelin. Yolunu yapıyor, “içsin yeter ki benim kocacım, benim kocam bir hamam keyfi yaşayamayacak mı yani?” Bu arada hamamın içmeleri meşhur mu ben bilmiyorum. Hatta değil bence. Hamam çok sıcak çünkü. Ölürsün. Öldürmek istiyor bence beni. Ben gittim hamama.
Bundan böyle birkaç sene önce ben çalışma odamda çalışmaya çalışıyorum, eşim girdi odaya, “Alpay” dedi, “sen” dedi “çükübal’ı biliyor musun?” Dedim “ney?” “Çükübal’ı biliyor musun” dedi. Dedim “bilmiyorum, ilk kez de senden duydum şu anda çükübal’ı.”
“Bilmek istemez misin çükübal’ı” dedi. Dedim “istemem, yani ben şu anda çok başka bir kafadayım, başka zaman olsa bilmek isterdim belki çükübal’ı ama, şu anda gerçekten şu anda o kafada değilim, çükübal kafasında değilim” dedim. “Yok yok, anlatayım” dedi. Dedim “anlatma.”
“Emin misin” dedi. Dedim “çok eminim.” “Nasıl olur ya” dedi, “bir insan çükübal’ı nasıl bilmek istemez!” Dedim “ya zorla mı bileceğim ben çükübal’ı, been çükübal’ı bilmek istemiyoruum.” “E iyi, bilme öyleyse çükübal’ı” dedi, odadan çıktı gitti.
Hazar henüz iki aylıktı, Bodrum’dan bir arkadaşım aradı beni. “Alpaycım” dedi, “ben Hazar’ın çeyrek altınını aldım, en yakın zamanda geliyorum, çocuğun çeyrek altınını takıyorum.” “İyi” dedim, “tamam, teşekkür ederim, iyi bak kendine, görüşürüz.”
Bu birkaç ay sonra geldi gerçekten de. Şimdi bu çocuğa çeyrek altın takacak ya, her zamanki misafir ağırlamanın bir üst seviyesinde bir misafir ağırlama söz konusu. Çay var, kurabiye var, bunlar fiks, buna meyve de var. Çeyrek altın takacak çünkü.
Yedi içti, “hadi eyvallah” dedi gitti. Ben öyle kapıda kalakaldım. Dedim “yaa bu çocuğa çeyrek altın takmayacak mıydı, öyle söylemişti ama, hayır meyve de yedi çünkü, bayaa da yedi, takması lazım, neyse yeaa” dedim. “Neyse yeaa” dedim ama o gece benim gözüme uyku girmedi.
Geçenlerde ellili yaşlarında hiç tanımadığım bir ağabey, benden elimi onun cebine sokmamı istedi. Ellerinde poşetleri vardı, belli ki market alışverişi yapılmış, yağmur sonrası yerler çamur, arabasının anahtarını sol ön cebinden usul usul almamı rica etti.
Baktım ağabeye şöyle bir, sapığa da benzemiyor. Dedim “kesin sapık bu!” Çünkü sapıklara dikkat edin, sapıklara asla benzemezler. Sapıklar sapıklıklarını olanca ihtişamıyla, tüm görkemiyle, ışıltılı bir şekilde sürdürebilmek için, sapıklara asla benzememek durumundadırlar.
Size çok net söylüyorum, ülkemizde sapığa benzeyen tek bir sapık bile bulamazsınız. Dünyada tek tüktür sapığa benzeyen sapık. Sapıklık budur. Sapıklık özen ister. Sapıklık muazzam bir konsantrasyon, çelik gibi sinirler ister. Öyle herkes sapık olamaz.