Diplomatik tarih dersinde öğrencilere Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girseydi ne olurdu, bugün ne farklı olurdu diye sordum. Çok iyi yanıtlar geldi. Aşağıda yazacağım. Ama önce bu soruyu genelleştirelim. Tarihte şu olsaydı / olmasaydı ne farklı olurdu diye sorular sormak caiz midir?
Bu soruları sorarken uyguladığımız metodun adı, karşıolgusal düşünme (counterfactual thinking). Yani tarihsel bir olgu olarak X’in aslında gerçekleştiğini biliyoruz, peki ya olmasaydı, bunun sonucunda neler değişirdi diye bir düşünce deneyi yapmış oluyoruz.
Aslında tüm nedensellik iddiaları karşıolgusal düşünceye içkin olarak dayanır. Düğmeye bastığım için lamba yanıyor demek, düğmeye basmasaydım lamba aynı şekilde yanmayacaktı demektir. (Yakan sebepler birden fazla mı, bunların etkileri olasılıksal mı, vb. işin ayrıntısı).
Tarihte gerçekleşmiş toplumsal, siyasi olaylarla ilgili karşıolgusal sorular sormak caiz midir? Pek çok kişi bu tarz düşünce deneyleri karşısında irkiliyor. Öyle soru sorulmaz diye akademik fetvalar gördüm. Öğrencilerimden de böyle kestirip atanlar oldu.
Tarihi yalnızca “şu oldu, ondan sonra da şu oldu” diye bir olgu dizilimi olarak gören bakış açısı için, karşıolgusal düşünce deneyleri rahatsız edicidir. Modern devlet tarihçiliğinin babası Ranke’nin tarihi “olduğu gibi” aktarma iddiası bu duruşun savunusu gibi görülebilir.
Oysa ki olgu dizilimlerini kurarken önce önemli olguları biz seçiyor sonra da örtük veya açık olarak nedensellik iddialarında bulunuyoruz. "Olduğu gibi" anlatmada karşıolgusal düşünme yok değildir; metodolojik olmayan, öz farkındalığı olmayan bir karşıolgusal düşünme vardır.
Karşıolgusallığın metodolojisi ile, tüm mesaileri nedensellik iddiaları etrafında dönmesine rağmen tarihçiler değil sosyal bilimciler daha çok meşgul oldu. Tarihçiler arasında galiba en çok, başlıca muhatabı yine sosyal bilimciler olan ekonomi tarihçileri bu tartışmalara aşina.
Karşıolgusal düşünmenin temelinde, diğer şeyler aynıyken sırf X değişseydi diye sormak yatar. Bu da karmaşık bir toplumsal sendromun birer veçhesi olan ("over-determined", üst-belirlenmiş) şeylerden ziyade kasıtlı yönetici tercihine daha açık X'lere uygulanabilir.
Yani 1871'de Osmanlı Müslümanları arasında okuma yazma oranı %80 olsaydı ne farklı olurdu diye düşünmek biraz yersiz, çünkü bunun olması için zaten çok fazla şeyin başka türlü gerçekleşmiş olması gerekiyordu. Oysa Darülfünun 1871'de kapatılmasaydı ne olurdu diye sormak mümkündür.
Zira Darülfünun'un kapatılması öyle çok da üst-belirlenmiş, yani başka türlüsü mümkün olamayacak bir olay değil, tartışmalı bir karardı. (Zaten birkaç kez açıldı kapandı, muhtemelen çok önemli de değil, örnek olsun diye veriyorum).
İkinci olarak dikkat etmek gereken: karşıolgusal düşünce deneyinde X'in yerine koyduğumuz varsayımlar gerçeklikten ne kadar uzaklaşırsa takip edecek senaryolar o kadar kesinlikten uzak (ve muhtemelen isabetsiz de) olacaktır. İstatistik dilinde ifadesi: cambridge.org/core/services/…
Demek ki Darülfünun hiç kapatılmasaydı diye sormak, 5 sene daha geç kapatılsaydı diye sormaktan, o da 2 sene daha geç kapatılsaydı diye sormaktan metodolojik olarak daha riskli, müteakip senaryolar daha kırılgan (ama tabi ki daha ilginç!) olacaktır.
Son olarak, düşünce deneyinde daha eski tarihlere gittikçe, karşıolgusal varsayımlarımızın olası sonuçlarını tespit etmek zorlaşır. Çünkü ufak değişikliklerin bile bugün itibariyle çok fazla değişikliği beraberinde getireceği mümkündür.
Yani elbette ki karşıolgusal düşünmenin metodolojik sınırları, riskleri var. Bu da "öyle soru sorulmaz" diye bir formülü ortaya çıkarmış pedagojik düzeyde. Zira gerçekleşmiş olguları ve ilişkilerini bile iyi tespit ettiğimizden emin değilken farazi senaryoları denetlemek zor.
Buradaki denetleme hem akademik-pedagojik, hem de siyasi anlamda. Toplumun kurucu anlatılarını aktarırken nedensellik iddialarının üstünü "ne olduysa o" battaniyesiyle örtmek siyaseten esastır. Karşıolgusal düşünme o iddiaları açık edip sorgulanmalarına yol açabilir.
Bu bakımdan birey hayatında da toplumsal hayatta da huzurun sırrı başka türlü yapsaydık ne olurdu diye karşıolgusal düşünmeyi abartmamak, "çok da şeyetmemek" olabilir. Ama entelektüelin başlıca işi huzur aramak değil maalesef :)
Şimdi en baştaki soruya dönelim. Türkiye 2. Dünya Savaşı'na girse ne olurdu? Öncelikle bu çok da uçarı bir soru değil. Zira kesinlikle olamazdı diyeceğimiz bir şey değil. Kendisi üst-belirlenmiş olmayan ama kendisi pek çok şeyi belirleyebilecek bir kritik dönemeçte alınmış karar.
Ancak akabinde neler olabileceği konusunda çok çeşitli varsayımlar geliştirmek mümkün. Boğaziçi'ndeki öğrencilerimden biri şöyle yanıtlamış bu soruyu. Biraz iyimser buldum ama oldukça ilginç:
Bir diğer öğrenci de şöyle yanıtladı. Kritik dönemeçten bugüne çatallanabilecek çeşitli senaryoları değerlendiren ve bence çok iyi bir yanıt.
Kısacası, karşıolgusal düşünce deneyi, gerçek olgulara dair bilgisi kısıtlı olanlarca kullanıma çok müsait olmasa da, belli bir seviyede hep bizimle. Bunun üzerine daha çok, daha açık düşünmek lazım.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Ukr gibi savaşlar neden çıkar? Bunu tartışmak, sırf entelektüel bir merak işi değil. Anlayalım ki engelleyelim gibi temelinden insani ve ahlaki bir derdimiz var. Bütün uluslararası ilişkiler disiplini de bu dertle yakından ilişkili. Hitler, Putin, Keynes ve saire üzerine thread:
Hitler, Putin gibi figürler, hem yayılmacı dünya görüşleri, hem iktidarlarını koruma güdüsü nedeniyle savaş çıkarmaya teşne olabilir. Yani kısaca diyelim ki savaşları zalim deliler veya zalim oportünistler (ikisi farklı) çıkarır, tamam. Peki bunu engellemek için ne yapılabilir?
Yani bu zalimlerin zaman zaman savaş çıkarması engellenemez bir doğal felaket mi? Engellemenin nasıl yapılabileceğiyle ilgili çeşit çeşit uluslararası ilişkiler (IR) kuramı var. Ancak oraya takılmamız şart değil. Önce büyük iktisatçı Keynes'in bazı görüşlerinden bahsedeceğim.
ABD'de 5 yıl, başka beş ülkede 4'er 5'er aylık sürelerle yaşadım, 24-31 yaşlarımda. Gitmek, kalmak, dönmek vb üzerine bazı düşüncelerim var. Thread:
Şunu belirteyim, bu çok kişiye özgü bir olgu. Ailevi geçmişiniz, eğitiminiz / mesleğiniz, kişiliğinize göre siz bir gerçeklik kurarsınız, benimkinden farklıdır. Yargılamak için değil, paylaşmak için yazıyorum.
Öncelikle, Tr dışındaki ülkeleri görmek, harika bir şey. Gençseniz, yapabiliyorsanız, elbette çıkın görün. İçiniz zenginleşir. Daha açık fikirli olursunuz. Oralarda bir yere yerleşip kalmak ise daha farklı bir karar.
Bu yıl Türkiye siyaseti dersinde öğrencilerimden memleketlerindeki 1950-2018 seçim sonuçlarını incelemelerini istedim. Harika işler çıkardılar. Bunlara baktıkça Türkiye’de seçmenin oy davranışındaki tarihsel bir dönüşümü kendi adıma daha net fark ettim ++
Bugün CHP’nin/‘solun’ kalesi bilinen pek çok sahil ilinde 1970’lere kadar oylar (ülke genelinin bile üstünde) merkez sağa gidiyordu. Kapitalist ekonomik kalkınma vizyonuyla ve ılımlı laiklikle sorunu olmayan merkez seçmeniydi bu oyu verenler. Çiftçi veya şehirliydiler.
Bu illerin bir kısmı Ecevit rüzgarının estiği 1973 ve 77 seçimlerinde, çoğunluğu ise 1990’lardan itibaren merkez sola döndü. Bunun kök sebebi, sanırım, sağ siyasetin Sünni muhafazakarlıkla özdeşleşmeye başlaması. Bu özdeşlik 2002’den sonra sağda AKP hegemonyasıyla mühürlendi.
Sınıflı toplumdaki her şey gibi merkezi sınav sistemindeki başarınız da sınıfsaldır elbette ama alternatif sistemlere göre daha az sınıfsal olsa gerek--eğer amaç eğitim çıktılarında ortalama standardı çok düşürmeden eşitsizliği azaltmaksa. Öyle değil mi?Alternatifleri düşünelim:
Tr'de merkezi sınav sistemine dayanan kamu eğitimi ve sonrasında gelen KPSS vb olmasa kariyer ve statüye erişim neye göre belirlenir? Bugün olduğundan daha da büyük ölçüde ailevi tanışıklara göre belirlenir, değil mi? Bu bağlantıların temeli çok büyük oranda sınıfsal değil mi?
Bu belki 'kültürel kapital' birikimi daha düşük grupların yüksek olan gruplarla *arasındaki* eşitsizliğini azaltır ama 1) her grubun kendi *içindeki* statü dağılımını servet lehine bireysel liyakat aleyhine bozar 2) toplumun genel liyakat standardını düşürür, gibime geliyor.
Bu thread ilginç etkileşimler aldı. Birkaç noktayı biraz açayım. Selçuklu'dan sonra kültürel olarak çoraklaşan kentlerden bahsettim. Peki Osmanlı mimarisini yok mu sayacağız? +++
Osmanlı mimarisi, hem karakter hem miktar olarak en çok İstanbul, Rumeli & Kuzeybatı Anadolu'ya ait (ve gayrimüslim zanaatkarlara çok şey borçlu). Benim yazdığım ise Anadolu'nun geri kalanındaki kültürel mirasın şehirlerimizin bugünkü çehresini nasıl şekillendirdiğiyle ilgili.+++
Bugün batı kentlerinin nüfusunun büyük çoğunluğu son elli yılda bu kentlerden göç etmiş aileler. Çifte Minareli Medrese'den, Gök Medrese'den, Yivli Minare'den, Akhan kervansaraydan sonraki asırlarda maalesef mimari üretimini canlandıramamış kentlerden.++
Türkiye’yi baştan başa kaplayan apartmanlar neden bu kadar çirkin? Sivil mimari neden bu kadar sakil? Geleneksel mimariyle ve kırla ilişkisi neden bu kadar kopuk? Yoksulluktan deyip çıkamayız, daha yoksul pek çok toplum daha iyi durumda. Göçebelikten de değil. Çünkü:
Selçuklu ve Moğol dönemlerinde henüz göçebelik geçmişi tazeyken, Anadolu bozkırındaki kentlerde mimari harikalar yaratıldı. Bu kentlerin çoğu Osmanlı’nın geç yüzyıllarında silikleşti, cumhuriyet döneminde çirkinleşti.
Çünkü, galiba, 16. yüzyıldan sonra üç büyük şey oldu...