Eşim mühendis olduğundan; sabah altı gibi kahvaltı eder, akşam yedi gibi gelir, akşam sofrası hazırdır, yemeğini yer; biraz oturur, saat 22 gibi yatardı...
Bu arada bana "sen ne iş yapıyorsun, hiç iş yaparken görmüyorum", derdi...
Ben görevime eşimden sonra gider; o gelmeden,
eve dönerdim...
Bu yüzden çalışan kadın gözüyle bakılmazdım... Hep evdeyim zannederdi; neredeyse...Ben de öğretmendim ve iki çocuğumu kreşe bırakıp, okuluma giderdim...
Dersim bitince de servisle gelecek olan çocuklarımı erkenden alır, evime getirirdim...
Tabi okula gitmeden, ev toparlanır, yemekler yapılır, evden çıkılırdı...
Akşam da yine gece 24'e kadar sessizce, yapılacak işler bitirilirdi...Muhakkak iki üç çeşit yemek pişirirdim...
Ütü, çamaşır, bulaşık, yemek; evde eş olmadan yapılırdı...
Hafta sonları ev işi kalmaz, bitirilirdi ve muhakkak ya yazlığa ya da piknik gibi, bir yerlere gidilirdi...Şimdi ben bu sözü duyunca; tüm işleri hafta sonu eşim evdeyken, yapmaya başladım...
Onu canından bezdirdim...Aslında kendisi evdeyken, hiçbir iş yapılsın istemezdi...
Böyle de bir tezatlık vardı...Bir de o zamanlar; Kıbrıs harekatının olduğu yıllardı...
Eşim biraz uzun yedek subaylık yapmış, teğmen olarak tezkeresini almıştı...Tabi ki asker yoklamaları yapılırdı...
Bu işi de ben iki çocuğumu alır, İzmir-Küçükyalı'daki evimizden,
Bunun dışında; Emekli Sandığına bağlı olduğumdan, sadece burada evin reisi! olabiliyordum; çocukların sağlık sigortalarını kendi üzerime yaptırttım, eşime tüm çalışma hayatında,
yarım saat bile izin aldırtmadan, tüm doktor kontrollerini yaptırttım...
Hatta şunu da unutmadan yazayım; eşim evlendiğimizde üniversite beşinci sınıftaydı ve tez yazması gerekiyordu, tezini de on parmak bana yazdırttı🤔😳😜🤔...
Bir de 40-50 kadar bayram vs tebrik kartını bana yazdırtırdı...
Bir de onun katibi olmuştum...
Demem o ki kadın arkadaşlarım; yaptığınız her işi, hatta en küçük bir işi bile, eşinizin gözüne sokarak yapınız...
Hatta çalışma hayatında bile, amirlerinize aynı taktiği uygulayın...
Göstere göstere, ballandıra ballandıra çalışın...
Sessiz, sakin çok iş yapmak; işe yaramaz; kimse sizi övmez; siz kendinizi abartın, övün...HER ŞEYDE OLDUĞU GİBİ; DEVİR GÖSTERİŞ DEVRİ........
Son halimi sorarsanız, nasıl alıştırırsanız; öyle gider...
Köle İzaura'lığa devam ediyorum...
AĞAÇLAR AYAKTA ÖLÜRMÜŞ.........
THE END olarak da işte, bu fotodaki kadın gibi bir hallerdeyim; artıkım...
#Alıntı okuduğunuz için teşekkür ederim huzurlu geceler diliyorum @PalaBiyikRak79 takip etmeyi unutmayın lütfen ‼️‼️‼️
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
“Siz O’na Atatürk dersiniz. Biz ise O’nu Ataşark diye anarız” – Osman Bahadır“Uluslararası Kadınlar Birliği’nin 1935’deki İstanbul Kongresi’ne katılan Mısır delegesi Sitti Şaravi, Atatürk için yukarıdaki sözleri söylüyordu.
1926 yılında Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle gerçekleşen hukuk devrimi, Cumhuriyetin büyük toplumsal sonuçlar yaratan devrimlerinden biridir. Bu kanunun yürürlüğe girmesiyle sadece insanlar eşit haklara ve devlet karşısında yasal güvencelere sahip yurttaşlara
dönüşmekle kalmamış, fakat aynı zamanda ve bunun kadar önemli olarak, daha önce erkek karşısında yasal olarak hemen hiçbir hakka sahip olmayan kadınlar, erkeklerle yasal bakımdan eşit statüye kavuşmuşlardır. (Medeni kanun, yönlendirici özelliği nedeniyle,
•Eşek bir defa gittiği yolu asla unutmaz,
Bu yüzden değerli ve makbul kurban sayılan *develere kılavuzluk* yaparlar...
•Eşek,
bir mühendis gibi yokuşları matematiksel bir eğimle katederek, kısa mesafeleri de virajlar alarak çıkar.
•Eşek,
bir kere düştüğü çukura ikinci kez
düşmediği gibi,
bir kere bastığı bataklığa bir daha basmaz...
•Eşek,
sıpasını doğururken kimseden yardım almaz, bakımını ve eğitimini kendisi verir...
•Eşek,
kendine iyilik yapanı da,
kötülük yapanı da asla unutmaz...
•Eşeğin gözleri harikadır,
yakından bakınca içinde kaybolursunuz...
•Bu yüzden bazı insanımsı yaratıklara eşek demek,
eşeklere yapılmış hakaret olur...
1950’li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye’ye.
Küçük Amerika olacağız diye ilk heveslendiğimiz günler.
✨Sunay AKIN'ın kaleminden Cemal Süreya anısına... ✍️
“Gömmeden önce biraz gezdirin beni…”
“Cemal Süreya’nın naaşının Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin morgunda olduğunu duyunca hemen soluğu orada aldım. Hatay Lokantası’nın sahibi Mehmet Ali Işık, ,
Cemal Süreya’nın amcasının iki çocuğu ve oğlu Memo’dan başka kimse yoktu.”
Cenaze arabası geldi. Cenaze arabasına Cemal Süreya’yı koyacağız. Çünkü cenaze bir gün sonra Şişli Camii’nden kaldırılacak. Cenaze arabasına bindik.
Ben önde, Cemal Süreya’nın oğlu Memo ve Mehmet Ali Işık arkada oturuyordu.
Yol güzergâhına girmeden önce, bir anda aklıma Cemal Süreya’nın bir dizesi geldi. O da şu; Gömmeden önce biraz gezdirin beni. Şoföre dedim ki…
AKILLICA 😄👌👌 #84Milyonİcin #HalkTvninYanındayız Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir okulun yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı başlar.
Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan
öğrenciler yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir.
Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve,
"Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve
PİÇ..!
_Ömer Seyfettin'in 'Piç' adlı kitabından güzel, bir o kadar da ilginç bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum..!
_Ömer Seyfettin, asker bir yazardır.
İstiklal Savaşı'nda bir çok cephede savaşmıştır.
Filistin Cephesinde olan bir hatırasında bakın neler söylüyor...
_"Almanların yenilmesiyle savaş bitmiş, mütareke imzalanmıştı.
Filistin'den çekiliyorduk.
Bir kaç arkadaş subayla, karşı tarafın da subaylarıyla, çekilme işlerini görüşmek için gittik.
Karşı tarafta, Fransız üniformalı biri sık sık bana bakıyor, gözünü benden ayırmıyordu.
Ben buna bir anlam veremiyordum...
_Fransız subay yerinden kalkıp bana doğru geldi ve;
'Nasılsın Ömer Seyfettin?' Dedi..!
_'Beni nerden tanıyorsun..?
Ben bir yüzbaşıyım.
Öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim.' Dedim..!
Hrant DİNK, yetimhanede çalıştığı dönemde, Ermeni Kilisesi'nin başpapazı kendisi yanına çağırarak Amerika'dan bir papazın geldiğini, köken olarak Malatyalı olduğunu söyleyip, O'nu memleketine götürmesi için, ricada bulunur.
Papazla birlikte yola koyulurlar.
Papazın doğduğu köyü ziyaret edip İstanbul'a dönüş hazırlığı yaparken, köyün imamı yanlarına yaklaşıp;
- Taa Amerikalardan buralara gelip köyümüze şeref vermişsiniz.
Muhakkak, bu gece, misafirimiz olacaksınız! diye diretmiş.
İmamın isteğini reddetmeyip evine gitmişler.
İmamın evi mütevazı küçücük bir evmiş.
Ocağı yanan evde, hemen, masaya oturmuşlar.
Yemekler yenmiş, sohbetler koyulaşmış.
Yatma vakti geldiğinde, Hrant'la papaz aynı odaya yatırmışlar.
Gecenin geç saatinde, Hrant bakmış ki,