Yetkilerin kısıtlanması denen şey odur zaten: Ya bir kişinin kulu kölesi olursun ya ona denk güçte olan başka aktörler sahneye çıkar ve iktidar bölüşülür. Ya Magna Carta ya mutlakıyet. Üçüncü bir alternatif yok.
İktidar sarayın tekelindeyse, rejim kontrolsüz monarşidir. Louis XIV’un krallığı gibi. İktidar oradan alınıp meclisin tekeline geçerse, bu sefer rejim kontrolsüz cumhuriyet olur. Cromwell’in Commonwealth’i gibi. Magna Carta ise iktidarı kimsenin tekeline vermemek, parlamento
oluşturmak, çıkarılacak vergileri denetlemek demektir. “Magna Carta sadece soyluların çıkarındaydı” demek, tek kelime tarih ve sosyoloji bilmiyorum demektir. Bir ülkede soylular konuşma hakkı kazandı mı onların açtığı yoldan burjuvazi de gelir işçiler de. Ama o yol açılmadığı
sürece tekelci iktidar oradan oraya savrulur ve kaş yapayım derken göz çıkaran kitleler altında çiğnenip durur.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Türkiye’de liberalizm, “pasif ve beceriksiz” memurlara yönelik bir düşmanlık, “bitirim ve girişken” tüccarlara yönelik bir hayranlık gibi algılanır. Besim Tibuk tv programlarında bakkalları över, Atilla Yayla çocukluğundan beri pazar yerlerini ne kadar sevdiğini anlatır. Ve +
her ikisi de aydınları, özellikle de maaşlı çalışan akademisyenleri küçümserler. Bu yüzden yıllarca memur maaşıyla kıt kanaat geçinmiş CHP’li ailelerde liberaller, İslamcılardan ve ülkücülerden bile daha antipatik görülür. Oysa iktisadi liberalizmin babası olan Adam Smith,
ders anlatırken kendini kaptırıp fakülte koridorlarında kaybolan tipik bir alçakgönüllü memurdur. Hayatı boyunca evlenmeyen, annesi ve teyzesiyle bir arada yaşayan, akşam yemeklerinde bir bardak suyun yanında kesme şeker tüketen Smith “cevval ve iş bitirici” tüccar tipinin tam
“Ekonomi darboğazda” haberleri yayılmaya başlayınca, Türkiye’nin her köşesindeki orta yaş üzeri kesimden, bu habere adeta mutlu olan insanlara rastlanır. Kaşlarını hınzırca çatar ve ezberlemiş gibi şunları söylerler: “Öyle yeyip içmenin, gezip tozmanın sonu bu. Biraz da kuru
ekmek-soğan yiyin bakalım, biraz zoru da görün.” Bu muhabbet bir sonraki adımda Kurtuluş Savaşı’nda çekilen zorluklara bağlanır, sağ ve sol görüşlü gençler de hiçbir anlamı olmayan bu yoksulluk övgüsünü, sanki yoksulluğu övmek yoksulları sevmek demekmiş gibi ihtiramla dinlerler.
Bu bakış açısı, antik Sparta’ya kadar dayanan askeri toplumların klasik zihniyetini gösterir. İktisadi faaliyeti, üretmek ve satmak yerine, başkalarının ürettiğine el koymak (fetih ve vergilendirme) olarak gören bir toplulukta tabii ki en büyük erdem, azla yetinmek ve
Birine yumurta yemesini tavsiye ederken “Ama önce pişirmen ve kabuğunu atman gerekir” diye eklemezsiniz, çünkü içinde yaşadığınız kültürde yumurta zaten diğer iki işlemden sonra tüketilen bir gıdadır.
İşte dil böyle bir şeydir. Biz birer kültür varlığı olarak onun içine doğduğumuz ve onunla var olduğumuz için, denizin içinde yaşayıp denizi bilmeyen balıklar kadar doğal görürüz ondaki anlamı. Oysa başka bir çağa ve dünyaya ait kimseler için şu basit “yumurta ye” tavsiyesi bile
bir an durup düşünmeyi gerektirir. Mesela Türkçede insanlara “pirinç ye” dediğimizde bunu yadırgarlar, çünkü pirinç doğal olarak tüketilebilecek değildir ve onun pişmiş şekli olan pilavdan farklıdır. Ama Türkçe aynı ayrımı yumurta veya et için yapmamıştır. Yani doğal olan ve
Şah dönemindeki İran, 1971’de düzenlediği aşırı debdebeli “Pers monarşisinin 2500. yıldönümü” gösterilerinde iki Türk saltanatını kendi hanedanları arasında saymıştır. Aralarındaki temel fark mezhep farkıdır.
Youtube’da bu törenin Ahamanişlerden Pehlevilere kadar bütün hanedanların kendi ordu ve bandolarıyla yaptıkları geçidi gösteren bir video vardı ama bulamadım. Bizdeki 16 Türk devleti fikriyle benzer bir amaçla, aynı yıllarda geliştirilmiş bir ulusal tarih anlatısı.
1040’tan itibaren İran’da hüküm süren hanedanlara bakın, Genel Türk Tarihi dersi üniteleri gibi:
Selçuklular
(1040-1194)
Harezmşahlar
(1153-1220)
Moğollar
(1220-1256)
İlhanlılar
(1256-1357)
Celayirliler
(1357-1432)
Timurlular
(1370-1467)
Kara Koyunlu/
Ak Koyunlular
(1375-1497)
5. Yüzyıl’dan itibaren eski Roma coğrafyasında nasıl Frank, Sakson, Got, Lombard krallıkları kurulduysa, 11. Yüzyıl’dan itibaren eski İran coğrafyasında da Selçuklu, Harezmşah ve İlhanlı gibi Türk-Moğol krallıkları kuruluyor.
Germen boylarından Frank kralı Şarlman’ın Papa tarafından Kutsal Roma İmparatoru ilan edilişi (800)=
Türklerin Selçuklu hükümdarı Tuğrul’un Abbasi halifesi tarafından Doğunun ve Batının Sultanı ilan edilişi (1055)
“Türkler neden Müslüman oldu?” sorusunun, şimdiye kadar verilen olumlu-olumsuz karmaşık cevaplar yerine, çok daha açık ve basit bir cevabı olabilir.
Öncelikle şunu kabul etmemiz gerekir: Ortaçağ’da din seçimi, bireysel değil toplumsal bir karardır. Bu toplumsal kararları siyasal otoriter alır. Siyasal otoritelerin kararları ise tahmin edilebileceği gibi teolojik değil pratik gerekçelere dayanır.
Bu yüzden Türklerin (yani ileride Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuracak olan Oğuz Türklerinin) İslam’ı kabul etme sürecini tek başına, bağımsız bir fenomen olarak incelemek, bu inceleme ne kadar derin olursa olsun, yeterli değildir. Bu sorunun cevabı, Batı toplumları nasıl