Öncelikle Altay Cem beyin twitimi alıntılayıp konuyu "hocasızlık" meselesine çekmesinin bir anlamı olmadığını, çünkü twitimin bununla hiçbir alakası olmadığını söyleyeyim. Akabinde ise flooda bakabiliriz:
İlk floodun kurgusu kısaca şu: İnsanlar seni ve görüşlerini sevmiyorsa görüşlerini İslam’a nispet etmen -İslam’ın senden (yani senin dediğinden) ibaret olduğuna karşı tarafı ikna etsen dahi- insanların İslam’dan uzaklaşmasına sebep olabilir.
Peki alternatif nedir? “Benim söylediğim İslam’ın ta kendisi” demeyip, bunu sadece bir “telakki” olarak görmek.
Arkadaşlar bu sunulan anlatı dinin din olmaklığına münafidir. İslam bir din olarak insanları hidayete erdirmeye gelmiştir.
Bunun anlamı ise şudur: İslam bana karşılaştığım olaylarda nasıl davranmam gerektiğini anlatıyor. Telakkilerin islam olarak addedilmemesinin sınırı nedir? İnsanların nefreti veyahut kabullenememesinin son noktası neresi olacak.
Mesela aylar önce Altay bey "nüşûz" ayeti (Nisâ, 4/34) için ne demişti? Bunu "darbetmek" şeklinde anlamayı kabullenemediğini, kimsenin “kendi kızının dövülebileceğine dair fetva verilemeyeceğini” söylemişti.
İslamın mazlumu korumak için geldiğini söylemiş ve böyle bir fetva vereni de düşman olarak göreceğini söylemişti.
Peki kardeşim, söz konusu ayetin bağlamı nedir? Nüşûz nedir? Nüşûz varsa dahi ayetteki emir ne ifade eder; ibaha mı vücûb mu?
Emir nerede vücup nerede ibaha ifade eder? Bu ve benzeri fıkıh usulü bilgisi gerektiren sorulara cevap vermeden konuyu kendi duygusal yaklaşımımızla çözümlemek ne kadar makul?
Burada şu hususu açıklıkla belirtmek şart: Kur'an olsun ya da olmasın, herhangi bir metni anlamanın temel ölçütü akıl ve dildir. Dolayısıyla metni anlarken insan fertlerinin şahsî duygularının nereye oturduğunun bir önemi yok.
Önümüzde bir metin var, yapılması gereken önümüzdeki metni akli, dilsel ve teorik olarak nasıl değerlendireceğimiz. Senin ya da X şahsının konuya dair duygusal yaklaşımının, bütün zamanların ve mekanların üzerinde olan din açısından bağlayıcı bir yönü yok.
Kaldı ki klasik literatürde "nüşûz" meselesinin nasıl ele alındığına baktığımızda, kadının burada mazlum konumunda olduğu iddiası da geçersiz olacaktır. Peki Bunu acıtasyon olarak sunmanın anlamı nedir?
Dolayısıyla Altay beyin bu telakkisinin hatta bu şekilde temellendirdiği telakkisinin anlamı nedir? Hiç.
Peki dinî akide ve pratiği uygularken ne yaparız veya nasıl yaparız? Öncelikle inanç konularında herhangi bir şüphe söz konusu olmamalıdır. Bu konu icma ile sabit.
Bir şeye tam olarak inanmıyorsan onu onaylamamış, tasdik etmemişsindir. Onaylamadıysan da inancının konusu olmamış olur. Halbuki din, ister temellendirmiş ol ister temellendirmemiş, şüphesiz bir onayı ister.
Mesela “Tanrı vardır” önermesinde varlığın Tanrı’ya yüklem olduğu hususunda şüphe duyuyorsan bunun anlamı bunu onaylamadığın, dolayısıyla da inancın ögesi yapamadığındır. Aynısı diğer inanç meseleleri için de geçerlidir. Aynısı diğer inanç meseleleri için de geçerlidir.
Bir diğer örnek olarak cennetin varlığını ele alalım. Cennet var mı yoksa yok mu? Eğer var olduğundan emin değilsen bunu bir inanç ögesi yapamazsın. Şüphe halinde tasdik etmiş olmazsın.
Dolayısıyla senin inancın, şeksiz şüphesiz, Allah’ın dininde böyle bir gerçeğin olduğu şeklinde olmalıdır.
Peki dinî bir pratiği İslam'a nispet etmekte şüphe edersek ne olur? Örnek verelim. Kişi abdestliyken parmağı kanasa, abdest alması gerekir mi gerekmez mi?
Eğer parmağın kanadığında abdest almayı dine nispet edemiyorsan bu durumda abdest almanın anlamı olmaz. Eğer parmağım kanadığında abdest alıyorsam bunun anlamı parmağım kanadığında abdest almam gerektiğini İslam dininin bir gereği olarak gördüğüm ve bunu dine nispet ettiğimdir.
Parmağım kanadığında abdest almam gerektiği şeklindeki telakkimi İslam’a kesin olarak nispet etmezsem, onun İslam dinin bir gereği olduğunu düşünmezsem bu durumda abdest almamın da anlamı kalmaz.
Hiçbir görüşün kesin bir şekilde dine nispet edilemediği durumda septik bir ortamın oluşacağı gayet açık. İslam’a nispet edilen görüşlerde hangi noktada “Hayır, bu İslam’a nispet edilemez!” diyebileceğiz? İslam’ın erişebileceğimiz bir gerçekliği muhakkak vardır.
Ayette "râsîhûn" diye bahsedilen, bilmeyenlerden ayrıştırılan bilenler ne anlam ifade ediyor? Bunlar İslam dininde insanlara pek de açık gelmeyen meseleleri yine dinin öğretilerinden hareketle ispatlayabilen, insanlara sunabilen bir zümrenin olması gerektiğini gösterir.
Bakın bu zümrenin nasıl yetişeceği ile ilgilenmiyorum, çünkü bu floodda konu kesinlikle bu değil.
Ayrıca bu kurguda İslam devletinde ahkamların uygulanmasının önü de kesilmiş olacaktır.
Dolayısıyla bu kurgu İslam fıkhının ibadât, muamelât, ukubât gibi bütün pratiklerini uygulanamaz hale getirmektedir. Bireysel pratiğin yanı sıra toplumsal pratikte de sorunlar yaşanır. Söz gelimi bir ukubat veya anlaşmazlığın mahkemeye taşınması durumu var sayalım.
Kâdı bir hükümde bulunsa ama karşı taraf “bunlar sizin telakkileriniz, bununla bizi yargılayamazsınız” derse ne olacak? Aynı şekilde adli sürecin takipçisi olan görevliler de “evet ya bu bizim telakkimiz, bunu dine nispet etmeyelim” dediğinde kişi...
...İslam’a nispet edemediği hükümlerle nasıl insanlara dünyevi ahkamı uygulayacak?
Bütün bunlar sabit olmakla birlikte, kimse dindeki bütün meselelerin apaçık ya da tartışmasız olduğunu söylemiyor.
Dolayısıyla tekfir dediğimiz mekanizma bütün anlaşmazlıklarda değil, bilakis delilin kesinliğine bakılarak "zarûrât-ı diniyye" dediğimiz çok cüz’i bir kısmın inkarı gibi durumunda işletiliyor.
Kullanılan delillerin kesinliğine bakılarak kişilerin İslam’a nispet ettikleri ya da etmedikleri meselelerde gösterilecek reaksiyon farklı olabilmekle birlikte, netice itibariyle inanç ise inanç, amelse amel boyutunda...
... inanılan/uygulanılan şeyin İslam’a nispetinde artık bir şüphe olmaz. Çünkü ne inanç ne de uygulama İslam’a nispette şek kabul etmez.
Zira dine kesin nispetinin olduğunu düşünmediğiniz meselede ona inanmamız şu anlama gelir: “Dinin buyruğu bu mudur bilemem ama ben inanıyorum.” Ya da, “Dinin buyruğu bu mudur bilemem ama ben yapıyorum”.
Böyle bir şey olmaz arkadaşlar. İnandığınız ve uyguladığınız pratiklerin dine nispeti şeksiz şüphesiz, gayet net bir şekilde kurulmalıdır. Aksi takdirde din ile kuracağınız ilişki de o nispetle zayıflıyacaktır.
İnsanlar dinden soğuyor diye dinin hükümlerinin din ile kurduğu ilişkiyi zayıflatmak hem inanç hem de amel hususunda büyük sıkıntılar doğurur. Bu denilen hangi kasıtla deniliyor, belki Altay bey çok daha farklı bir açıklama yapar, bilemem.
Ancak lafızların delalet ettiği anlamlar nereye gidiyor görmek gerek.
Bu noktada bir soru/sorun daha ortaya çıkabilir: Peki kimin görüşlerini “İslam’ın telakkisi olarak nitelendireceğiz?”. Kişinin İslam’a nispet ettiği görüşü kendisi temellendirmek zorunda değildir.
Nitekim "mukallid" diye bir statü de var. Yani nasslar arasında tercih edebilecek salahiyete sahip olmayan insanların, söz konusu salahiyete sahip kimselerce ispatı sunulan meselelerde onlara tabi olması durumu.
Mesela Hanefîler olarak, Hanefî mezhebi imamlarının telakkilerinin doğru olduklarını düşünerek dine nispet ediyoruz. Şafii, Maliki ve Hanbeliler de yine aynı şekilde kendi salahiyetli imamlarının tespit ettikleri görüşü din olarak telakki ederler. Bu ise gayet tabii bir durumdur.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Arkadaşlar mantık kitaplarının lafızlar bahsini mütalaa edelim. Din bu oyuncak değil. Dinde inandığınız veya uyguladığınız herhangi bir pratikte şek/şüpheniz olmasın.
Bu ilimleri tahsil gibi bir niyetiniz yoksa alın Ömer Nasuhi Bilmen ilmihalini aksi kabul edilemez şekilde onaylayın. Eğer ilgileneceğim diyorsanız da tahsil yolu bellidir.
Twitter'da yaptığım en faydalı flood olabilir.
Burada bir şeyleri tartışmak, binlerce kişinin önüne düşebilecek şekilde tartışmalar yürütmek, sohbet odalarında anlayan-anlamayan herkesin önünde tartışmalar yürütmek fazlasıyla anlamsız.
Kimle neyi tartışacağız? Neden tartışacağız? 50-60 kişiye kendimizi ispatlamak için, bakın dediklerim doğruymuş demek için tartışmaya girmemiz caiz midir? Tartışmadan kaçınmak cehalet demek değildir. Tartışmaya gelmeyen kişi yanıt veremiyor da değildir.
Mesele gerçekten tartışmaya gerek var mı? Veyahut bu tartışma velev ki haklı gelin karşı tarafı küçük düşürme hakkı dışında ne kazandıracak? Tartışmak birilerini kırmak veyahut birilerinin sizin sebebinizle birbirlerini kırmaları anlamına gelecekse hiç tartışmayın.
Gazzali’ye göre münazara veya kendi ifadesi ile “hak talebi üzere yardımlaşma” dindendir. Ancak böyle bir yardımlaşma için münazara öncesinde ve esnasında gözetilmesi gereken sekiz şart vardır.
1) Dine dair bir meselesinin aydınlatılması farz-ı kifayedir. Kişinin farz-ı kifayeye yönelebilmesi için öncelikle farz-ı aynları bitirmiş olması gerekir. Zira farz-ı ayn yerine farz-ı kifaye ile uğraşıp aynı zamanda gayesinin de hakka ulaşmak olduğunu söyleyen yalan söylüyordur.
2) Kişinin o esnada münazaradan daha ehemmiyetli bir farz-ı kifayet olmadığını düşünmesidir. Eğer bir diğer farz-ı kifayenin münazaradan önemli olduğunu düşünüyorsa o farz-ı kifayeye yönelmelidir, aksi takdirde günahkâr olacaktır.