Bir keresinde trafikte Maslak dolaylarında, mevki önemli, yol verme meselesinden ben bir minibüs şoförüyle kapıştım. İndim araçtan, o da indi. Kısa boylu bir adam. Bir elli. Takvim güzeli gibi adam. Net konuştum. “Seni” dedim “döverim!”
“Döverim” yani o gün öyle bir netlik var üzerimde. Bir de diyorum ki, “bunu da döverim artık yani” diye düşünüyorum. “Bunu da döveyim artık yani” diyorum. “O kadar da değil, şu hayatta hiç kimseyi dövemedim, öyle,” diyorum ki hani, “bunu döveyim!”
“Bunu döveyim ya bütün hıncımı ben bundan çıkarayım! Yerlerden yerlere çalayım ya ben bunu” diyorum. Adama bakıp bakıp ne hayaller kuruyorum. “Seni” dedim “döverim!” “Sen kimi dövüyosun” dedi. “Seni” dedim. Söylenileni de anlamıyor.
Bir şeyi iki kez üç kez tekrar etmek durumunda kalıyorum. “Azğını burnunu kırarım” senin diyorum, “sen kimin ağzını burnunu kırıyosun” diyor. Çok ilginç bir tip. “Bekle” dedi “adam çağıracağım!” Dedim “çağır, topunla tüfeğinle gel!” Bir telefon, ottuz kişi geldi. Ott-tuz kişi!
Çevresi çok geniş bir insana çatmışım ben. Dedim “bi saniye, ben de adam çağıracağım!” Bayaa böyle bekliyorlar. Benim de Cengiz adında bir arkadaşım var, boks eğitmeni kendisi. Aradım kendisini. Dedim “Cengiz, durumlar böyleyken böyle, gel baba!”
Cengiz beş dakika içinde geldi, şirket arabasıyla. Bayaa böyle arabanın üzerinde yazıyor işte, “Bilmem Ne Boks Okulları” diye. Her şey o kadar absürt ki. Küçücük bir araba. O küçücük arabadan bir adam çıktı inanamazsınız. Bayaa böyle arabayı üzerinden çıkarıp attı.
“Kaardeşim” dedi banaa, ilginç de bir tarzı var, “senin” dedii, “canını mı sıktılar?” Dedim “valla sıktılar, sıktılar yani, ben şu anda canımın bi sıkkın olduğunu düşünüyorum, canım şu anda benim sıkkın bence!” “Kim sıktı” dedi, dedim “önce bu sıktıı, bunu görüyon mu bunu!”
“Sonra hepsi sıktı!” Cengiz döndü bunlara, “siz” dedii, “benim kardeşimin canını sıkmışsınız” dedi. İçlerinden bir vırt-gel ağızlı, “sıktık lan nolucak” dedi. Bu arada muhabbet de öyle bir kabız ki. “Kim sıktı bu canı!” Yaa söylüyom işte, “önce bu sıktı, sonra hepsi sıktı!”
“Tam olarak nasıl sıkıldı bu can!” Bir noktada gerçekten Cengiz’i çağırdığıma çağıracağıma pişman oldum diyebilirim. “Sıktık lan nolucak” dedi. Cengiz buna kafayı bir koydu, vırt-gel ağızlı yerde. Daha sonra Cengiz bu ottuz kişiyi yumruktan geçirmeye başladı.
Bayaa böyle vurduğunu deviriyor. Tek yumruk, nock out, game over, ikinci bir jeton hakkın da yok! Cengiz sana öyle bir hak tanımıyor, bak, vurduğu devriliyor, yere devrilen, yerde kısa süreli bir baygınlık geçirdikten sonra ayılıyor, daha sonra ayıldığı yöne doğru,
böyle minicik, küçücük adımlarla, şuursuzca, olay mahalinden uzaklaşmaya çalışıyor. Yalnız biri bombayı patlattı. Böyle giderken giderken, döndü ve Cengiz’e aynen şunu sordu. “Sizin” dedi “kurss, kaç para?”
Kursa yazılan olmuş beş kişi kadar.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Eşimle ilk zamanlar, flört dönemimizdeyiz, ben dedim ki, “kendisine bir hediye tasarlayayım, el emeği göz nuru olsun, özel bir tınısı olsun.” Zaten öbür türlü param da yok. Zaten parası olmayanın hediyesidir, “elimle yaptım.” Eliyle yapmışmış. Pis. Elimle yaptım. Özendim.
Çıtalı uçurtma yaptım. Çok da güzel oldu. Masmavi kapladım, gelin gibi bir kuyruk, püsküller. Güzel bir şey yaptım. Ve çok da mutlu oldu. O minik kalbi sevindi. Tek damlalık ağladı. Düşünün yani, en gerçek ağlamadır. “Benim için mi yaptın, sen nasıl bir insansın!”
Kıra gittik bir de, her şey oldukça romantik. Bir de kır da para istemiyor ya, o da var. Çok mutlu, uçuruyor uçurtmasını. Ben dedim ki, “bir şey daha yapayım.” İşte bakın, hayatta nerede durmanız gerektiğini bileceksiniz. Bilemedim ben.
On sene önce Koşuyolu’nda dubleks müstakil kelepir bir ev tuttum. Ev biraz bakımsız ama uğraşıyorum. Bir elektrik ustası çağırdım. Evin işlerini güzelce yaptı, tam çıkarken dedim ki, “ustacım” dedim, “bir de sokak lambası taktırmak istiyorum bahçeye ama” dedim.
İşte onu dememeliymişim. “Hımm” dedi. Durdu bir. Mutlu oldu.
“Sokak lambasını alır almaz ben sizi arayayım, gelin bir onu da takın he mi” dedim. “Takarım tabii” dedi, “takmaz mıyım” dedi, “hemen takayım” dedi. Dedim “hemen değil de yani, ben” dedim, “sokak lambasını alınca sizi arayayım öyleyse” dedim. “Yalnız çok yakışır” dedi.
Bir keresinde trafikte, Maslak dolaylarında, mevki önemli, yol verme meselesinden, ben bir minibüs şoförü arkadaşımızla kapıştım. İndim araçtan, o da indi. Kısa da boylu bir adam. Bir elli. Takvim güzeli gibi adam. Net konuştum. “Seni” dedim “döverim!”
“Döverim” yani, o gün öyle bir netlik var üzerimde. Bir de diyorum ki, “bunu da döverim artık yani” diye düşünüyorum. “O kadar da değil, bunu da döveyim artık yani” diyorum. “Şu hayatta hiç kimseyi dövemedim, öyle, bunu döveyim, bütün hıncımı ben bundan çıkarayım” diyorum.
“Yerlerden yerlere çalayım ya ben bunu” diyorum. Adama bakıp bakıp ne hayaller kuruyorum. “Seni” dedim “döverim!” “Sen kimi dövüyorsun” dedi. “Seni” dedim. Söylenileni de anlamıyor. Bir şeyi iki kez üç kez, tekrar etmek durumunda kalıyorum.
Eşimle ilk zamanlar, flört dönemimiz, ben dedim ki, “şuna” dedim “bir hediye, bir şey yapayım, el emeği göz nuru olsun, özel bir tınısı olsun.” Zaten öbür türlü param da yok. Parası olmayanın hediyesidir. “Elimle yaptım.” Eliyle yapmışmış. Pis. Elimle yaptım. Bayaa da özendim.
Çıtalı uçurtma yaptım. Çok da güzel oldu. Masmavi kapladım, gelin gibi bir kuyruk, püsküller. Muhteşem bir şey yaptım. Ve çok da mutlu oldu. O minik kalbinin derinliklerinde bir yerlere seslendi. Tek damlalık ağladı. Düşünün yani en gerçek ağlamadır.
“Benim için mi yaptın, sen nasıl bir insansın.” Bir de kıra gittik, romantizmin doruklarındayız, çok mutlu, uçurtmayı uçuruyor. Ben dedim ki, “bir şey daha yapayım.” İşte bak, hayatta nerede durman gerektiğini bileceksin. Bilemedim.
Bundan yine yıllar önce, Çengelköy’de öyle yürüyorum, amaçsızca, eser ya hani, “dur şu arkadaşı bir arayayım.” Esti. Benim de Semih diye bir arkadaşım var. “Dur” dedim “şu Semih’i ben bir arayayım.” Aradım Semih’i. Çaaldı çaldı çaldı, açmadı, kapattım telefonu.
Kapatırken de “göt yeaa” dedim. Telefonum çalmaya başladı. Semih arıyor. “Oo” dedim “Semihçim nasılsın?” “Göt mü dedin lan sen bana” dedi. Duymuş. İlk başta bir inkar etme yolunu seçtim. “Onu da nereden çıkardın” dedim. “Duydum oğlum duydum” dedi.
“Kapatırken göt dedin, son anda açtığımı fark edemedin!” “Yokkboolum” dedim, (samimiyet yapıyorum), “ben öyle bir şey demedim, hem dışarıdayım ya ben, (savunmam da çok saçma), belki başka bir şeye demişimdir, dediysem bile, ki, demedim diye biliyorum ben” dedim.
Bizim evde don satın alma işlerine eşim bakar. Benim kendime don almam yasak. Ve hiç şaşmaz, dünyanın en kötü donlarını alır hep bana. Bu bir taktik tabii aslında. Erkeğini eve bağlamak istiyorsan, onu kötü donlandır. Onu kötü donla. Adım atamaz. Bazı kötü donlar da sinsi ha.
Sen onu güzel don zannediyorsun, böyle bir giyiniyorsun, böyle bir yaşamak istememeeek, ben zaten sokağa niye çıkıyorumculuuuk, aylar sonra fark ediyorsun, “bu don kötü, bunun yüzünden” diyorsun. Geçenlerde de bana yine süper kötü donlar almış. Bir parti. O kadar kötü donlar ki.
Şimdi tamam, erkekler donlarını donları ölene kadar giyerler. Bu evrensel bir gerçek. Ve atamazsın biliyor musun. Attırmayız. Sen evin hanımı olarak “ya bu don artık giyilmez, atalım bu donu” dediğin noktadan itibaren o don en az, elli kez daha çamaşır makinesine girecek çıkacak.