Bu paylaşımım sanırım şimdiye kadar yaptığım tüm paylaşımların en özeli ve benim için en değerlisi.
Ahmet kardeşimle çocukluk arkadaşıyız biz.
Okuyacağınız hikaye tamamen gerçek. Bu onun benim tanık olduğum hikayesi, . ++
Yıllar içinde geçen zaman bir arkadaşlıktan çok daha fazlasını kazandırdı bize. Dost olduk, sırdaş olduk ve kardeş olduk. Doksanlı yıllar… Beyoğlu’nun hızlı zamanları. Ahmet o yıllarda Sıraselviler’de, caddenin en popüler mekânı Kemancı’nın önünde seyyar midye satıyor.
Diğer midyecilerden çok daha lezzetli geliyordu bana midyesi. Hele arada, böyle beş altı midyede bir denk gelen, hafif yanık, karamelize olmuş, içi yağlı ve biraz sulu olanlar denk geliyor ki gerçekten yok böyle bir tat. Tencerenin dibinden tam damak çatlatan bir aroma ve lezzet.
O zaman rahmetli annesi henüz sağ ve o yapıyor midyeleri.
Karabiberi, baharatı dengeli, temiz midyeler. Yedikçe yiyorsun.
Bazen gece 03.00 gibi gidip midyenin bittiğini görüp feci yıkılırdık çünkü o lezzeti bulamazdık başka yerlerde.
Alternatifi olmayan bir lezzetti bu.
24 saat bitmeyen bir trafiği olduğu için bazen zor olurdu Ahmet’e ulaşmak.
Fakat tezgâha yeni çıktığı zamanı yakalar ve henüz daha ılık olan midyelere denk gelirseniz 80-100 adet midyeyi nasıl yediğinizi anlamazdınız bile.
Yıllar böyle geçti. Ben üniversiteyi kazandım.
Son sınıfta bitirme projesi olarak Mardin belgeseli çekecektim. Ahmet’te tezgâha biraz ara vermiş ve Mardin’e gelmişti. Otobüse atladım, “yanağım otobüs camının garantisinde, bolca otlu peynir kokusu deneyimi yaşadığım uzun bir otobüs yolculuğu ile soluğu Kızıltepe’de aldım.
Herhalde hayatımın en güzel kahvaltılarından birini o yol yorgunluğu üzerine misafir olduğum Ahmet’te yaptım. Uzun bir mercimek tarlasının kenarında, buz gibi bir ayran ve bahçeden taze reyhan, harika bir omlet, zeytin, peynir, kaçak çay ve tandırdan çıkan sıcak taze ekmek.
Sahaya çıktık ve Mardin’in her yerine gittik. Dara, Dara’nın üstündeki köyler, Nusaybin, Mor Evgin Manastırı, Mor Yakup, Deyruzzaferan, Artuklu Ulu Camii, Kasım Bey Medresesi, Mardin Kalesi, Midyat, Mor Gabriel Manastırı, Kızıltepe Koçhisar Camii ve daha nice yerlerde çekimler.
Kızıltepe'de bir sabah namazını hiç unutamam. Gece evin damında yatıyoruz. Ezan okundu, kalktım. İpek yolu vızır vızır tır geçiyor Silopi'ye, Habur'a. Annem kanser, ölmek üzere. Onun için dua edeceğim. Hava karanlık. Bir baktım Ahmet yetişti arkamdan. İmam, oğlu ve ikimiz kıldık.
Mardin yemeklerini de çektik. Sonunda belgesel Cnntürk kanalında hocam Rıdvan Akar tarafından yayınlandı. Ahmet olmasaydı bu belgesel de asla olmazdı. Her an yanımdaydı ve tüm desteğini vermişti. Bir süre sonra tekrar döndü Ahmet İstanbul’a. Seyyarlığı bırakıp mekân açacaktı.
Beyoğlu Balık Pazarı’nda ortaklı bir yer açtı ama fazla yaşamadı mekân ve kapandı. O günlerde İstanbul’da iki üç yere eş zamanlı bombalı saldırı oldu. Birisi de Ahmet’in evine çok yakın olan İngiliz konsolosluğuna düzenlenmişti saldırının. Konsolos falan ölmüştü hatta.
Ben o esnada Balmumcu’daydım ve Levent'te de saldırı olmuştu. Oturduğum koltuktan yerimden fırlamıştım patlamaların şiddetiyle. Olaylar anlaşılınca hava kararmıştı. Aklıma Ahmet geldi ve giriş olmamasına rağmen Beyoğlu’na, oradan da Ahmet’in evine gittim. Sarıldık birbirimize.
Evin tüm camları kırılmış, üzerine onlarca parçalanan güvercin düşmüştü. Sonra benim annem öldü. İlk koşup gelendi Ahmet. Sarılırken cebime bir tomar para sıkıştırdı, böyle günde lazım olur bulunsun dedi ve gitti. Birbirimizin zor günlerinde de hep beraberdik, dert ortağıydık.
Bir süre sonra küçük bir vespa aldı Ahmet ve yemek sepeti üzerinden siparişle satmaya başladı midyeyi. Zor, yorucu ve kazancı düşüktü.Önceki kapanan mekândan ciddi bir borç birikmiş ve yüklü bir mali yükü altına girmişti. Canlar sıkkın, moraller bozuk, yüzler asık ve endişeliydi.
Zorlaşan koşullar endişeyi daha da artırıyordu. Ay dediğin hemen geçiyor kira, maaşlar, toptancı alacakları hemen geliyordu.
Son bir gayretle bulup buluşturup Beşiktaş’ta, Ortaköy’e giden ana cadde üzerinde küçük bir yer açtı.
İşte asıl büyük hikâye tam da bu noktada başladı!
Burası büyük bir dönüm noktası, adeta içinde yaşadığım ve tanık olduğum müthiş bir filme, inanılmaz bir başarı hikayesine dönüştü.
Başlangıçta midye dolma vardı sadece. Açıkçası da pek gitmiyordu, günde 500, bazen 1000, hafta sonu 1500-2000 adet gibi bir satış oluyordu.
Bu da ancak günlük masrafı, kirayı zar zor çıkarıyordu. Yer güzeldi ama olan iş beklentiden çok uzaktı. Acaba yanına nohutlu pilav mı yapsam diye düşünmeye başladı Ahmet. Şartlar yine zorluyordu. Ben de o sırada Okmeydanı tarafında yayıncılık üzerine çalışıyordum maaşlı.
Hem dergi yayın yönetmeniydim hem de genel müdür. Yaklaşık 50-55 kişinin çalıştığı bir operasyonu yönetiyordum.
İş çıkışları gidiyordum. Çay içip oturup sohbet ediyorduk. Acaba kokoreç konulsa nasıl olurdu?
İşin uzmanı olarak gördüğümüz isimler ‘’sakın denemeyin kokoreç zordur, sizi aşar yapamazsınız” cevabını işitiyorduk. Fakat bu düşünmekten vaz geçirmiyordu Ahmet’i. Sonuçta yapan yapıyordu ve o da yapabilirdi. O günlerde İnstagram diye bir uygulama çıkmıştı. Merak edip baktık.
Oradan paylaşım yapılsa acaba yürür müydü? Başladık eşi dostu arayıp ya şu hesaba girip bir like atsana abicim demeye. İşte 10 like, 15 like geliyor, arada oradan görüp gelen müşteri oluyor ve mutlu oluyorduk. Vay be 40 like gelmiş çok iyi ya falan diyip moral depoluyorduk:)
Ben Ahmet’e sürekli “Kardeşim sana eve misafir geldiğimde sıcak midye dolma ikram ediyorsun, tadı çok farklı ve adeta çekirdek etkisi yapıyor, dükkânda da sıcak satsana” demeye başladım. Özellikle ılık olunca soğuğa göre çok daha fazla ve hızlı yeniyordu. Denemeye değerdi.
-Bu arada Ahmet midye çuvallarından çıkan için kırmızı büyük deniz salyangozundan (çağanoz) zencefil ve sarımsakla inanılmaz lezzetli bir yemek yapardı.-
Menü muhteşem: Mardin usulü sumaklı, kemikli etli sarma, sıcak midye dolma, Mardin bulgu pilavı ve salyangoz. Füzyonun kralı.
Olurdu olmazdı, denedi Ahmet ve sıcak midye tuttu. İnstagramda da hesap büyümeye, paylaşımlar arttıkça farklı yerlerden de çok sayıda müşteri gelmeye başladı. Bu noktada Ahmet gerçekten büyük bir inovasyona daha imza attı. Midye dolmayı kova içinde satacaktı. Müthiş bir fikirdi.
Paket yapılan kese kağıdına yağı çıkan ve itici bir görünüm arz eden durum da bitecekti böylece. Üç farklı ebatta kova düşündük. Ben hemen kovanın dış yüzüne bir İstanbul silueti tasarımı yaptım böyle Kız Kulesi, Galata Kulesi, martılar, boğaz, tarihi yarımada vs. Yanıyordu kutu!
Instagram, sıcak satış ve kutu, Ahmet’in güven veren, hijyeni, temizliği çok önemseyen tutumu ile birleşince satış patladı, koptu gitti. 5.000, 10.000, 30.000, 80.000, 100.000 ve uzayıp giden midye dolma kuyrukları başladı. Midye dayanmıyordu. İşler düzeliyordu artık.
Dükkân midye kalmadığı için bazen gece 11.00’de kapanıyor, sosyal medyadan “lütfen gelmeyin, midye bitti” duyuruları yapmak zorunda kalıyordu Ahmet. Ahmet aslen Kürt fakat mükemmel diksiyona sahip. Pırıl pırıl bir İstanbul Türkçesi konuşuyor. Seslendirme yapsa gider yani.
Gerçekten hiçbir iş yapmasa sadece seslendirme yapsa o Türkçe ve ses tonuyla yine ekmeğini çıkarır, o derece yani. Midye dolma cephesinde tüm bunlar yaşanırken, Ahmet diğer taraftan kokoreçe odaklandı. Harika bir kokoreç tezgâhı yaptırdı. Meşe kömüründe saf, temiz kuzu kokoreç.
İşi bilen iyi ustalarla, iyi ve profesyonel tedarikçilerle çalışmaya başladı. Gerçek kuzu kokoreçi bulmak çok zordu, buldu. Tadında, meşe kömüründe pişirmek daha zordu, başardı. Farklı porsiyon birimleri oluşturdu, sevildi ve müşteri tarafından tutuldu. Bunlar daha başlangıçtı.
8 Nisan Ahmet’in doğum günüydü. O günü “Dünya Midye Dolma Yeme Günü” ilan etti Ahmet ve tüm gün bedava dolma dağıttı. Midye dolma ve kokoreç yeme yarışmaları, telefon, araba, çeyrek altın ödüllü etkinlikler birbirini izledi. Marka giderek daha çok tanınıyor, daha çok seviliyordu.
Instagramda 1.3 milyon takipçisi olan, paylaşımları 70-80-150 bin beğeni alan bir Midyeci Ahmet vardı. Ahmet’in doğallığı, tüm paylaşımlarını kendisinin yapması, içtenliği, cömertliği, ürünlerin mükemmel lezzeti ve baştan sona içten, temiz ve hijyenik oluşuydu bunun nedeni.
Tarım Bakanlığı denetiminde, arındırılmış, ruhsatlı ve sertifikalı çiftlik midyeleri kullanılıyordu dolmada. Pirincin, yağın, baharatın en iyisi tercih ediliyordu. Tüm bunlarla Ahmet midye dolmayı geceleri mekân çıkışı ayak üstü yenen bir atıştırmalık olmaktan çıkardı.
İnsanların ailece geldikleri nezih bir ortamda sunulan keyifli bir lezzete dönüştürmüştü midye dolmayı. Karne hediyesi olarak getirilen çocuklar, düğün sonrası gelen yeni evli çiftler, torunu ile gelen dede ve nine, muhafazakarı, seküleri, hasılı toplumun her kesimi sahiplendi.
O artık Midyelerin Efendisi, Lord of Mussels olmuştu. Bu sırada yoğun bir bayilik talebi gelmeye başladı Ahmet’e. İnsanlar İstanbul’un uzak yerlerinden geliyor, sıra bekliyor, bazen gelse de yetişemiyor hele İstanbul dışındaki sosyal medya kullanıcıları çıldırıyordu.
Çoğu kişi ekmeği telefon ekranına banarak yutkuna yutkuna uzaktan izlemekten şikayet ediyordu:) Tabi Ahmet artık maddi sıkıntıları geride bırakmış, boğaz manzaralı güzel bir ev ve iyi arabalar almıştı. Görüp görebileceğiniz en cömert ve imkanlarını paylaşan biri Ahmet.
Birçok vakfa düzenli bağışlar yapan, gelip imkânı olmayandan asla hesap almayan, dükkânın etrafındaki sokakları temizlemek için özel ekip kuran, sokak hayvanlarına sahip çıkan son derece bonkör ve iyiliksever biri. Aynı zamanda son derece keskin bir zekâ ve anlayışa sahip.
Yeni tanıdığı bir insanı çözmesi 20-30 saniye sürer ve ben şimdiye kadar tespitlerinde yanıldığını görmedim. İşler böyle giderken Ahmet şubeleşmeye karar verdi ve ben daha geniş zamanlı şubeleşme çalışmasına dahil oldum. Heyecanlıydık ve dikkatli olmalıydık.
Benim Okmeydanı’ndaki işin zaten keyfi iyice kaçmıştı. Ahmet ise hem kardeşimdi hem son derece cömert bir teklifi vardı ve hepsinden önemlisi önümüzde büyük bir challenge vardı. Önce dükkân konsepti belirledik. Midye dolma ve kokoreç günün sonunda bir sokak lezzetiydi.
Buradan hareketle tüm şubeleri sokak konsepti ile oluşturmaya karar verdik. Sokak lambaları, telefon kulübesi, otobüs durağı, yerde yaya geçidi ve ortası boş, içinde battal çöp poşeti olan, dışı Midyeci Ahmet markasıyla giydirilmiş özel yapım varil masalar tasarladık.
Kuru gıda deposu, ek dolma imalathanesi, soğuk zincir sevkiyat araçları, zorunlu sağlık testleri düzenli olarak yapılan personel, personel eğitim günleri, gider yönetimi için toptan gıdada ilk ellere ulaşma, midye çiftliklerini ziyaretlerle detay detay geçti hazırlık aşaması.
Bununla birlikte ciddi bir franchising sözleşmesi hazırladık. Tüm dünyada marka tescili, fiyatlar, bayi aylık cirosundan alınacak komisyon yüzdeliği, isim hakkı bedeli, ödeme koşulları, bayi personelinin temin ve eğitimi başlıklarını detay detay günlerce, gecelerce çalıştık.
Ardından “bayilik verilecektir, başvuru: hasanmertkaya@...com“ duyurusunu yaptı Ahmet. Ertesi sabah mailimde 5.830 başvuru maili vardı! Her gün 10-15 randevu verip gelenlerle hem koşulları görüşüyor hem de bayi olup olamayacakları belirleyip düzenli olarak Ahmet’e raporluyordum.
Sonunda 1 Ankara’da, 2 İstanbul’da toplam 3 şube ve bayileri belirledik. Sözleşmeler imzalandı, şubeler düzenlendi ve açılışlar yapıldı. Ankara açılışını unutamam. Öğlen saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar Ahmet ile fotoğraf çektirmek isteyen binlerce insan koştu geldi.
İnsanların oluşturduğu yüzlerce metrelik kuyruklar uzadı gitti. Ankara bizi adeta bağrına bastı.
Kurduğumuz sistem başta ufak tefek sorunlar dışında da tıkır tıkır çalıştı çok şükür.
Bayileşme sürecinin böylece ilk halkasını Ahmet’le birlikte gerçekleştirmiş olduk. 💪
Bu esnada Türkiye’nin en iyi üniversiteleri Ahmet’i konuşmacı olarak çağırmaya başladı. Boğaziçi, Odtü, Koç, Sabancı, İtü, Bilgi, Marmara, Çukurova Üniversiteleri aklımda kalan birkaçı. Mesaimizin ciddi bir kısmını almaya başladı üniversite konuşmaları.
Tabi yurtdışından da ciddi bir bayilik talebi vardı. Hem bayilik talep eden yerleri görmek hem yurtdışındaki midye çiftliklerini görmek hem de günün sonunda biraz stres atmak için yurtdışında gitmeye karar verdik. İlk durak Paris oldu. Uzun bir gezi olacaktı.
Yanımızda yasal limitin oldukça üzerinde nakit götürdüğümüz için Paris Havaalanı’nda deklare etmek üzere kısa süre alıkonmamız, o esnada benim pasaportumu düşürmüş olmam ve bunun farkına St.Germain’de otele giriş yaparken varmış olmam başta bir kriz yarattı tabi:)
Ortalığı ayağa kaldırdım:) Tüm filmi geri sarıp alana gidip sonunda pasaportumu getiren yaşlı Fransız teyzeye bir Recep İvedik sarılışı yapmam dışında Paris’te her şey gayet keyifliydi. Uzun yıllardır orada yaşayan bir abimi ziyarete gittik beraber.
Gıda işini, Fransa’daki midye tedariğini ve tüketim alışkanlıklarını konuştuk. Gezdik dolaştık, Eyfel’i, Louvre’u, Michelin Starlı en baba mekanları. Oradan Düsseldorf’a uçtuk. Orayı gezdik, bayilik talep edenlerle oturduk. Aynı şekilde Köln’e, Antwerp’e, Brüksel’e devam ettik.
Ardından ver elini Hollanda. Kuzeydeki Yerseke sahil şehrine gittik, oradaki çiftliklere girip çıktık, görüşmeler yaptık. Sonra döndük Amsterdam’a, sigarası da güzel, bir mola verdik:) Burada da şehrin en iyi ve en beğenilen balık lokantalarını denedik.
Amsterdam’da keyifli birkaç günün ardından rotamız Dubai oldu. Çünkü körfez Arap ülkelerinden de ciddi talepler alıyordu Ahmet.
Bunları da bir sıraya koyduk, randevuları düzenledik ve Dubai’den başladık. Abu Dhabi ve Sharja’da da görüşmelerimiz oldu. Ardından Bahreyn’e geçtik.
Manama’da iki toplantı gerçekleştirdik. Sonrasında Kuveyt’e geçtik. Kuveyt’ten hala arkadaşlığımızın sürdüğü güzel bağlantılarımız oldu. Son olarak da Katar’a geçtik. O zaman Katar’a ambargo vardı ve o nedenle uçuş olan tek ülke olan Kuveyt üzerinden gittik.
Doha’da da potansiyel bayilerle -detayını vermeyeyim- ama ilginç mekanlarda görüşmelerimiz oldu. Bugün Doha'da 4 şube var:)
Doha’daki görüşmelerin ardından hayatımın en uzun uçuşunu yine Ahmet’le birlikte gerçekleştirdim:
Doha – Los Angeles. 15,5-16 saat sürdü bu uçuş.
Ancak Allah var, Ahmet’le gerçekleştirdiğim tüm uçuşlar eğer First Class varsa First Class, yoksa Business oldu. LA’a da Qatar Airways ile First Class uçtuk. Büyük keyifti. Los Angeles’ta benim Türkiye’den o dönem staja gelen kardeşlerim vardı. Sağolsunlar çok ilgilendiler.
Mangalına, nargilesine kadar yaptık beraber. Tabii ki Santa Monica’da, Route 66’nın final noktası olan iskelemizi de gezdik. Otelimiz Beverly Hills’teydi. Rodeo Drive’ın gözde mekanlarında yine deneyim yemekleri ile günlerce gezdik. Holywood, Los Angeles'ı baştan aşağı keşfettik.
Amerika'nın Batı Yakası'nı çok ciddi araştırdık. California’nın en büyük midye ve deniz ürünü toptancılarının firmalarını da bol bol ziyaret ettik. Midye tedariğinin nereden ve nasıl gerçekleştiğini, Meksika Baha Körfezi’nden gelen midye örneklerini deneyerek öğrendik.
Oradan San Diego ve Meksika sınırına kadar arabayla indik. San Diego tarafında bir midye çiftliğini ziyaret ettik. Los Angeles’ta yeteri kadar kaldıktan sonra beş saatlik bir uçuşla New York’a geçtik. New York tabi ticari anlamda dünyanın en zor ama şehri.Hiç bir şey kolay değil.
New York kurtlar sofrası, devlerin şehri. Burada da Manhattan tarafında, 5.Cadde’de ve Times Square’e 50 metre mesafede oldukça tarz bir otele yerleştik. Ardından buradaki deniz ürünleri toptancılarıyla görüşmeler başladı. Çok profesyonel pazarlama satışçılar. Hiç açık vermezler.
Time Square’de dükkân aramalar, emlakçılara kira sormalar başladı. British Columbia ve Prince Edward Adaları’ndaki midye potansiyelini araştırmaya ve buraları ziyaret başladık. Tüm bu uzun yolcukların ve toplantıların ardından yorulmuştuk. Birkaç gün de New York’un tadına vardık.
Madison Square Garden’ın oralardan İtalyan ve Çin Mahalleleri’ne uzanan, şehrin her yerini, gecesini, gündüzünü keşfettiğimiz zamanlar geçirdik. Ardından ben Türkiye’ye döndüm. Ahmet ise Amsterdam’dan aktarmalı Uzakdoğu’ya devam etti. Çünkü orada da bizim kullandığımız siyah… twitter.com/i/web/status/1…
Günler geçti, Beşiktaş’ta bir araya geldik. Çanakkale tarafında bir midye çiftliği bulmuştum. Oraya bakmaya gittik. Oradaki görüşmelerimizin ardından burnumuzun dibinde, Yunanistan’ın Selanik şehri yakınlarında büyük, çok büyük midye çiftlikleri olduğunu öğrendik. Hızla arabayla… twitter.com/i/web/status/1…
Yunanistan burnumuzun dibinde ama yeme içme kültürü, zevki bize açık ara fark atar. Her şey zeytinyağı ile yapılıyor. Denize dostlar. Kendimizi cennette bulmuştuk. Hollanda'dan Meksika Körfezi'ne, Prince Edward Adaları'ndan British Columbia'ya aradığımız midyeyi İstanbul'da 4-5… twitter.com/i/web/status/1…
Ahmet ise bugün Yunanistan’da tüm dünyaya midye dolma üreten, çalışanların Yunanlı olduğu, Avrupa Birliği standartlarının da üzerinde gurur verici bir tesis kurdu. Benzeri dünya standartlarında bir tesis de Türkiye'de tamamlanıyor. Bugün hem oradaki hem de İstanbul’daki imalat… twitter.com/i/web/status/1…
Ahmet’le yaptığımız bu dünya turunun ardından hem yurtiçinde hem de yurtdışında özellikle Körfez ülkelerinde birçok şubeler açtı Ahmet. Halen de hızla büyümeye devam ediyor. Bugün Suudi Arabistan'da 5, BAE'de 5, Bahreyn'de 1, Katar'da 4, Irak, Filistin, yakında Hollanda ve… twitter.com/i/web/status/1…
Tabi burada bir cümlede geçtiğim hikayelerin içinde öyle detaylar, öyle alt hikayeler var ki, anlatmakla, yazmakla bitmez.
Midyeci Ahmet, sıfırdan çok büyük emeklerle, çok ciddi çaba ve çalışmalarla ortaya çıkan, her zerresi hak edilmiş bir başarının sonucu.
Haftasonunda keyifli bir yürüyüş ve lezzet molaları için sevdiğim bazı mekanları paylaşıyorum.
İlk durak, kuruluşu 1777 yılına dayanan Ali Muhiddin Hacı Bekir. Çifte kavrulmuş, kaymaklı ve güllü lokum ile akide şekeri favorim.++
Sirkeci yönünden Mısır Çarşısı’na girince solda Galeri Set. Birbirinden güzel ve göz alıcı kahve fincanlarının İstanbul’da açık ara en güzel mekanı. Her biri koleksiyonluk fincanlar, şekerlikler ve lokumluklar burada sizi bekliyor.
Mısır Çarşısı Tahtakale çıkışında hemen sağda küçücük bir manav göreceksiniz. Uzun yıllardır orada. Fiyatları yüksektir ama meyvaları müthiş göz alıcıdır. Tadımlık alıp yenebilir.
Bursa'yı Kuşatan Karamanoğlu Mehmet Bey, Yıldırım Bayezid'in mezarını açıp kemiklerini etrafa saçıp çiğnetmiş ve ardından da yaktırmıştı.
Peki, 14.yy'da Anadolu'da yaşanan bu sıra dışı kin ve intikam duygusunun altında neler yatıyordu?
++
Türklerin İslam öncesi ve sonrası inançlarında kemikler inanç ve tutumlarda belirgin bir önem taşıyordu. Anadolu İslam inancında ölünün kuyruk sokumu kemiğinin çürümediğine ve diriliş gününde tekrar bu kemikten ete, bedene kavuşulacağına inanılır.
Sünni, Alevi-Bektaşi menkıbelerinde kemikler üzerinden anlatılan hikayeler, kıssalar vardır. Kemiklerin bir şekilde az, çok korunması, mezarında kalması önemsenen bir durumdu. Kemiklerin yakılıp yok edilmesi ise ruhun tekrar beden bulmasının önüne geçilmesini amaçlıyordu.
Müthiş bir zeka, mükemmel bir eğitim, devlet kademelerinde hızla edinilen güçlü mevkiler ve Endülüs'ün tarihini belirleyen muazzam askeri başarılar. 56 askeri sefer ve hepsini kazanması... Hacib el Mansur'un sıra dışı hayatı +
''Hacib''baş vezir demek. El Mansur Muhammed bin Amir Endülüs Emevi halifelerinin veziriydi.
O kadar başarılıydı ki kadılıktan, darphane müdürlüğüne kadar birçok makamın yöneticisi oldu.Türkiye'de nedense pek bilinmiyor.
Bu konuda en değerli isim kuşkusuz @lutfiseyban hocamız.
El-Mansur'u uzun zamandır yazmak istiyordum. Ancak böyle bir ismin, yaşadığı inanılmaz hayatın öyküsünü bir bilgisele sığdırmak olanaksız. Hristiyan Avrupalılar onu Al-Manzor olarak tanıyıp bildiler. Dedesinin dedesi Endülüs'ün ilk fatihi Tarık bin Ziyad'la aynı gemiyle gelmişti.
1884 yılında İspanya, Endülüs'te küçük bir köy evinin tamiri sırasında asma tavan içine gizlenip saklanan ve Arap harfleri ile kaleme alınmış bir el yazması bulunur. ++
El yazmasının tarihi 17. Yüzyıl'a uzanmakta ve zorla Hristiyanlığa döndürülen Moriskolar'ın, yani İspanya Müslümanlarının dilinde yazılmış. Özellikle Granada'da halen aralarında benim de dostlarım olan ciddi bir Morisko topluluğu var.
Evin ilk sahibi olan Müslüman Morisko büyük sürgünle Endülüs'ten ayrılmaya zorlanmadan önce muhtemelen yazmayı asva tavan arasına saklamış. Yazma kurtlar tarafından yenilmeden, bulunduğu yerde çürümeden kalmış. (buradaki yazma görselleri temsili)
Pazar günü herkes tercihi doğrultusunda oyunu kullanacak ve bu oyların sonucunda Cumhurbaşkanı ve Milletvekilleri belirlenmiş olacak.
Peki, vereceğini oy matematiksel olarak nasıl bir değerlendirmeye tabi tutuluyor? ++
Dünyada birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de verilen oylarla milletvekillerinin belirlenmesinde 1961 yılından bu yana Belçikalı hukukçu ve matematikçi Victor D'Hondt tarafından 1878'de tasarlanmış olan nispi temsil hesaplama yöntemi kullanılıyor.
Yürürlükte olan bu yöntem 1965 Millet Meclisi genel seçimi ile 1966 Millet Meclisi ara seçimi dışında tüm ara ve genel seçimlerde uygulandı.
Dont Yöntemi en kaba ifadesiyle bölme işlemi yapmaya dayanıyor.
Belçika'dan İsviçre'ye, Hollanda'dan Japonya'ya bu yöntem uygulanıyor.
1212 yılında Fransa ve Almanya'da yaşları 6 ile 16 arasında değişen on binlerce çocuk, kutsal toprakları Müslümanlardan almak üzere toplanıp bir Haçlı seferi düzenlemek istediler. Sonuç büyük bir hüsran oldu.
Çok azı hariç, tamamına yakını yolda öldü.++
Yetişkinlerin günahlarından dolayı kutsal toprakları alamadıklarını, kendilerinin ise günahsız çocuklar oldukları için Allah'ın zaferi ve Kudüs'ü geri vereceğine ve Müslümanları yok edeceklerine inanıyorlardı.
Yaklaşık 50.000 çocuktan 300 kadarı ulaşabildi doğuya: Köle olarak...
1212 yılında yaşanan Çocuk Haçlı Seferi'nde çocuk kitlelerine ve sefere yön veren iki lider çocuk var:
Fransa'daki hareketin başındaki Stephen of Cloyes, diğeri ise Almanya'daki seferin başındaki Kölnlü Nicholas'tı.
Her ikisi de kitleleri etkileyebilen ateşli konuşmacılardı.