Siz Yaptınız!
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar hemen hemen tüm Avrupa başkentlerini Blitzkrieg (yıldırım harbi) ile kısa sürelerde işgal ettikleri gibi Fransa’nın incisi, göz bebeği Paris’i de çok zorlanmadan kısa sürede işgal etmeyi başarmışlardı.
(2) İşte o işgal günlerinin birinde nasıl olduysa Alman askerlerinin yolu o sıralarda Paris’te yaşayan ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso’nun atölyesine de düşmüştü. Dünyanın en önemli sanat eserlerinin doğumuna ev sahipliği yapan o müthiş atölyede, İspanya İç Savaşı sırasında
(3) Nazi Almanyası'na ait bombardıman uçaklarının İspanya’nın Guernica şehrinde sebep olduğu tarihi katliamı anlatan ünlü Guernica tablosunu görünce Almanlar; “Bunu kim yaptı?” diye sormuşlardı o sırada kendilerini müstehzi bir şeklide izleyen ünlü ressama. Picasso’nun yanıtı ise
(4) sadece tek bir kelimeden ancak milyonlarca anlamdan oluşmuştu; “Siz!”
Yıllar sonra İspanyollar efsane Guernica’yı evine, yani İspanya’ya geri getirmesi için kendi vatandaşları olan Picasso’ya adeta yalvarmışlardı. Ancak Picasso o yıllarda Franco faşizmi ile yönetilen
(5) İspanya’ya demokrasi gelmeden bu daveti asla kabul etmeyeceğini söylemişti onlara, ki bildiğim kadarıyla da bu sözüne sonuna kadar sadık kalmıştı.
Hani olmaz ya, gün gelir de bir gün o lanet yolunuz “kayyım işgali altındaki” güzel Diyarbakır’ımıza, Diyarbakır’ımızın o
(6) bereketli topraklarının tartışmasız en çok hak edilmiş “isyanlarına” ev sahipliği yapmış Demirtaş ailesinin o mütevazı dairesine düşerse eğer, babalarıyla beraber geçirecekleri uzun ve mutlu zamanlara iktidar eliyle zorla, hukuksuzca, insafsızca, arsızca el konulmasıyla
(7) birlikte “zamanları kendilerinden adeta çalınan” eskinin iki küçük kız çocuğunun, şimdilerin ise iki yetişkin insanın fotoğraf albümlerindeki o kahredici boşluğa bakarak; “Bunu kim yaptı?”, “Buna kim sebep oldu?” diye manasız bir soru sorarsanız eğer; size vereceğimiz cevap
(8) tek bir kelimeden ancak milyonlarca anlamdan oluşacaktır; SİZ!
Eşiyle, yoldaşıyla, tek sevdiğiyle ve tabii ki de tıpkı milyonlarca insanın olduğu gibi hayranı olduğu karizmatik lideriyle birlikte geçirecekleri uzun ve mutlu zamanlara “hukuku ve utanmayı” kötürüm bırakma
(9) pahasına zorla, insafsızca, utanmazca el konulmasıyla birlikte “zamanı kendisinden çalınan” eskinin öğretmeninin, şimdilerin ise ağır işçisinin, özgürlük elçisinin, haysiyet ve cesaret timsalinin bu memlekete dair yıllardır istihdam ettiği umutlarının yerinde açılan o
(10) kahredici boşluğa bakarak; “Bunu kim yaptı?”, “Buna kim sebep oldu?” diye manasız bir soru sorarsanız eğer; size vereceğimiz cevap tek bir kelimeden ancak milyonlarca anlamdan oluşacaktır; SİZ!
Hani olmaz ya, gün gelir de bir gün o lanet yolunuz kıymetli bir akademisyenle,
(11) meşhur bir iş insanının seviyeli evliliklerine ev sahipliği yapan, içerisinde yüz binlerce kitabın olduğu ve okunduğu kendi halinde bir “Kavala” evine düşerse eğer, tıpkı memleketin diğer tuzu kuru zenginleri gibi devlet hazinesine sırtını yaslayarak tüm mesaisini parasıyla
(12) birlikte malını mülkünü sayarak geçirmek varken; sivil toplumun adeta emekçisi, gözü kara bir neferi olmayı seçerek kendisini bu toprakların insanına ve kültürüne adayan; ancak bu riskli tercihi sebebiyle de yıllardır saçma sapan sebeplerle demir parmaklıklar altında rehin
(13) tutulan sıra dışı bir burjuvayla evli olan cefakar bir kadının memleket yargısına dair istihdam ettiği umutlarının yerinde açılan o kahredici boşluğa bakarak; “Bunu kim yaptı?”, “Buna kim sebep oldu?” diye manasız bir soru sorarsanız eğer; size vereceğimiz cevap tek bir
(14) kelimeden ancak milyonlarca anlamdan oluşacaktır; SİZ!
Hani olmaz ya, gün gelir de bir gün o lanet yolunuz meslek onuru uğruna kalemini kıran; ama asla satmayan gerçek bir gazeteciyle ondan belki de yıllardır ayrı kalacağını bile bile evlenmesinin ağır bedeli olarak bu zor
(15) birlikteliği zamanla bir “direnme karargahına” çevrilen o soğuk mapushane hücresiyle paylaşmak zorunda kalan dirençli bir kadının, dinmeyen bir isyanın, görülmek istenmeyen haklı bir göz yaşının, kocası Mehmet Baransu’nun bu korkunç esaretine yıllardır insanı çileden
(16) çıkartan bir kifayetsizlikle seyirci kalan memleket insanına dair istihdam ettiği umutlarının yerinde açılan o kahredici boşluğa bakarak; “Bunu kim yaptı?”, “Buna kim sebep oldu?” diye
(17) manasız bir soru sorarsanız eğer; size vereceğimiz cevap tek bir kelimeden ancak milyonlarca anlamdan oluşacaktır; SİZ!, SİZ!, SİZ!
Uğur Güney Subaşı.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Damdaki Çocuk!
Şimdilerde mumla aradığımız o güzel, o insani dünlerimizde Adana’nın birçok semtinde olduğu gibi bizim emektar Namık Kemal Mahallesi civarında da bol miktarda bulunan yazlık sinemalardan birisinin bakımsız beyaz perdesinde birbiri ardına patlayan öfkeli yumruk
(2) darbelerine; yaşadığı müstakil ve mütevazı evinin damından o sinemada oynayan filmleri rahatlıkla izleyebildiği için en azından bu konuda aynı mahalleli arkadaşlarına göre kendisini son derece şanslı addeden 8 yaşındaki çelimsiz bir çocuğun ev halkının artık alıştığı o
(3) çılgınca bağrış çağrışlarıyla birlikte biraz da Çukurova’nın sıcak geçen yaz gecelerinin kendisine sunduğu hoşluktan da faydalanarak “dam karanlıklarında” özgürce savurduğu çocuksu yumrukları eşlik ederdi her defasında.
Kim bilir, belki de, doğuştan veya sonradan başına gelen
Bazen Bir Fotoğrafa Bakmak
Bazen bir fotoğrafa bakmak, bir ülkenin asla değişmeyen kanlı kaderine bakmaktır. Bazen “birinin” bir fotoğrafına bakmaksa aslında bir ülkenin tam kendisine bakmaktır.
Bazen birinin bir fotoğrafına bakmak, “kanın karşısında simit yemekten” nedense bir
(2) türlü bıkıp usanmamış malum ırkçıların tarih boyunca sırtladıkları kin ve nefretlerine karşı hem canını hem de özgürlüğünü “karşılıksız” olarak feda etmekten çekinmeyen kara yağız bir yiğidin üstelik genç yaşında olmasına rağmen vermiş olduğu bu sert kavganın izlerinin o
(3) yorgun ve dalgın bakışlarına bir gurur nişanesi olarak takılmasına bilerek, isteyerek şahitlik etmektir, arkasına haklılığını alarak ortaya koymuş olduğu bu şanlı direnişine gönül dolusu saygı duymaktır, ancak romanlarda rastlayabileceğiniz türden bu tarihi kararlılığın
Lale Sinemasına kadar dayanabiliyorlar!
1939'un Almanyası'nda puslu bir ekim sabahında camları içerisi görülmeyecek şekilde karartılmış olan dört büyük otobüs, içerisinde zihinsel engelli çocukların bulunduğu bakımevinin bahçesine usulca yaklaşır. Çocuklar gruplar halinde bahçeye
(2) çıkarılırlar. İçlerinden biri merak içinde bakıcısına doğru koşarak "Nereye gidiyoruz?" diye sorar. Gözündeki yaşları saklayarak "Cennete" der bakıcı,”Cennete!..”
Bakıcının okuduğu mutlu sonla biten masalları anımsayan çocuğun gözleri parlar. Arkadaşlarına bu mutlu haberi
(3) hemen vermelidir. "Cennete gidiyoruz!.." Aldıkları bu haber sonrası otobüsün içinde neşe içinde şarkılar söylemeye başlar çocuklar..Otobüs Hadamar Enstitüsü'ne vardığında engelli çocuklar araçlardan indirilirler. Binaya girdikleri anda görevli "duşlara" diye bağırır.
Biz İngiltere değiliz. Biz BBC’yiz!
2004 yılındaki MGK kararlarını yıllar sonra haber yaparak devletin güvenliğini veya iç veya dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgilerini basın ve yayın yoluyla ifşa ettiği suçlamasıyla ve tabii kendisini ömür boyu içeride
(2) tutmayı sağlayacak diğer birçok ciddi suçlamalarla içeride “siyasi rehin+düşman” olarak tutulmaya hala devam ediliyor gazeteci Mehmet Baransu. Oysa devletin güvenliğini düşünmek ya da savunmak gerçek bir gazetecinin görev ve sorumluluğunda değildir, zaten hiçbir zaman da
(3) olmamıştır. Gazeteci sadece “kamu yararına” ve “gerçeklere” karşı sorumlu olduğu için kendisine ulaşan veya kendisinin ulaştığı haberleri “devletin iç veya dış güvenliğine” bakmaksızın yayınlamakla mükelleftir, o kadar. Fazlası değil.
BARINAK!
O son maç öncesinde şampiyonluk umudumuz yok denecek kadar az olduğu için hani normal şartlar altında şanlı Galatasaray’ımızın şampiyonluğunu ilan edeceği her “şampiyonluk maçı” öncesinde sadece oturduğumuz mütevazı dairemizi değil, o dairemizin bulunduğu katı ve o katın
(2) dahil olduğu emektar apartmanımızı bile “ailece” sarı kırmızıya boğduğumuz eski ve güzel günlerimizin aksine bu defa son derece renksiz, sade bir ortamda ve yine son derece umutsuz bir bekleyişle ekran karşısına geçmiştik.
Ki nitekim de Galatarasay’ın Kayserispor önünde İliç
(3) ve Sabri ile işini çabucak bitirmiş olması bile bizim gibi doğuştan fanatikleri heyecanlandırmaya zinhar yetmemişti. Zira o gece bizim şampiyon olmamızı sağlayarak “Mayısların Galatasaray’ın olduğu” gerçeğini tüm ülkeye ve tabii rakiplerimize bir kez daha hatırlatacak olan
İLİKLİ CÜBBELİLER!
Sanıyorum 2015 yılıydı. Dönemin Amerikan Başkanı Barack Obama, Amerikan Kongresi’nde geleneksel "Birliğin Durumu" konuşmasını yaparken o sırada salonun her tarafını hınca hınç doldurmuş olan kongre üyelerinin hemen hemen hepsi konuşmanın en hararetli yerinde
(2) bir anda ayağa kalkarak başkanları Obama’nın konuşmasını gösterişli bir alkış sağanağı ile yarıda kesmişlerdi.
O coşkulu alkış tufanı salonun her yanına bir zamanlar futbol stadyumlarında sıklıkla gördüğümüz Meksika dalgası hızında dalga dalga yayılırken, bu tufana o esnada
(3) salonun en önünde “asık suratlarıyla” oturan bir grup kadın ve erkek nedense hiçbir şekilde dahil olmamış; dahil olmadıkları gibi de olan biteni yerlerinden kalkmayarak şaşırtıcı bir sükunetle izlemeyi tercih etmişlerdi.