TEK YOL MUSTAFA KEMAL ATATÜRK🇹🇷/İlkemdir/Atatürk'ü sevmeyeni sevmem/Hayvanları sever/ Kedi beslerim./Kuvâ-yi Milli Ruhu/
SİZ ÇOKSUNUZ BİZ TÜRK'ÜZ 🇹🇷🇹🇷
3 subscribers
Mar 29 • 7 tweets • 9 min read
Dinsel gericiliğin Amerikan güdümünde adım adım doruğa tırmandığı ve ABD’nin isterleri doğrultusunda Türkiye’nin din devletine dönüştürülerek Hilafeti kurmaya yönlendirildiği 1989-1995 arasında, Türkiye’de günlük gazetelerde laiklik karşıtı düşünceler yayan kimi Prof.’lar. Polis Akademilerinde ders veriyor; Polis Akademisi öğretmeni Prof. Dr. Aydın Taneri laikliğe veryansın eden köşeyazıları yayımlayarak şöyle diyordu:
Birkaç yıl önce, bir sabah, her zaman ders verdiğim Polis Akademisi’ne derse gidiyordum. Anıtkabir’in yanında çoluk-çocuk toplanmış köpek katl-i âmını seyrediyorlardı. Fenalaştım, çömeldim. İyiliksever bir zat, beni arabasına aldı, akademiye getirdi. Çok sevdiğim komiser öğrencilerim kalp krizi geçirdiğimi zannettiler, ambulans çağırmak istediler.(…) Vahşetin sebebi, katl-i âm emrini verenlerin manevi bakımlardan teçhiz edilmemelerinden ileri geliyor. Din nedir? İman nedir? Milliyet… İnsanlık… Merhamet nedir? Bilmiyorlar… [1]
“Laiklik” lafı kaldırılmalıdır.
(…) Bu sütunlarda laiklik üzerinde çok durduk ve dedik ki: Bu kavram Fransa’dan ithal edilen bir kavramdır. (…) Bildiğimiz kadarıyle laiklik sadece Fransız anayasasında ve onlardan takliden bizde bulunmaktadır. Yani bizim yaptığımız taklitçiliktir.(…) Bizim kanaatimize göre Anayasa’daki laiklik deyimi devletimizin de milletimizin de başına bela olmuştur. (…) “Laiktik lafı kaldırılmalıdır” tezimin ne kadar isabetli olduğu Mahçupyan’dan da anlaşılıyor… [2]
(…) 1937’den beri Atatürk’ten fasla Atatürkçülerin propaganda ettikleri laiklikten bu milletin çok çektiğini vurgulamalıyız [3]
Laiklik silahı geri tepiyor!
Laiklik, Latince asıllı Fransızca bir kelime olup “din dışı” demektir. (…) Kaldı ki “din” ile “devlet” zıt değildir. (…) ABD’de 4 yıl önce Başkan Bush Kongreyi (senato ve temsilciler meclisini) imama dua ettirerek açtırdı. Başkan ve memurlar göreve başlarken İncil’e el basıp yemin ederler, içte devlet hayatında din unsuru! En büyük askeri okul olan West Point’in diploma töreninde papaz dua eder. (…) Gelin şimdi bunları bizim laiklere anlatın. (…) Bizdeki laik geçinenler yürekli olarak “ben İslam ve din düşmanıyım” dememekte, Atatürkçülük kalkanı arkasında beyhude bir mücadele havası estirmektedirler. (…) Din ve devlet birbirlerine muhtaç kavramlardır.
Zira muhteşem devlet ahlak ve fazilet üzerine kuruludur. Bunu da dini kaideler sağlar… [4]
Polis Akademisi öğretmenlerinden Prof. Aydın Taneri “Bizden laik olmamızı isteyen Batılılar önce kendileri laik olsunlar” biçiminde konuşan Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in emekli olduktan sonra övdüğü dinsel renkli Türkiye gazetesinde yayımlanan bu gibi köşe yazılarında, özetle:
Laikliğin Fransa’dan taklit olarak alındığını,
Türk milletinin laiklikten çok çektiğini,
Laiktik lafının Anayasa’dan çıkartılması gerektiğini,
Laiklerin “İslam ve din düşmanı” olduklarını,
Devlet Başkanlarının Meclisi imamlara dua ettirerek açtırması gerektiğini,
Askeri okul öğrencilerinin diploma törenlerinde de imamların dua etmeleri gerektiğini,
Din ve Devlet’in birbirine muhtaç olduklarını,
Devlet’in ancak dinî kaidelerin sağlayabileceği ahlak ve fazilet üzerine kurulması halinde muhteşem olacağını öğretmekteydi.
Kitap Gazetesi’nin Ekim 1994 sayısında bu laiklik karşıtı köşeyazılarından alıntılar verdiğimizde, Prof. Aydın Taneri’nin yanıtı şöyle olmuştu:
Bir dergide şahsımıza hücum edildi. Bu konuda (laiklik konusunda-) yazdığımız yazılardan alıntılar yapılarak bir takım yakıştırmalar yapıldı.
Şahsımıza hücum eden yazar, fikirlerimizin tamamını almak yerine cümlelerden kesintiler yaparak hükme varmaktadır. Bu yazar şayet bilimsel bir inceleme peşindeyse, fikirlerimizin tamamından alıntılar yaparak madde madde cevaplandırması icap eder. [5]
Yazılarından alıntılar verilmesini “şahsımıza hücum edildi” diyerek bir suçmuş gibi duyuran Polis Akademisi öğretmenlerinden Prof. Dr. Aydın Taneri’nin köşe yazılarında yaydığı görüşlerin laiklik karşıtı nitelik taşıdığı apaçıktır.
Feb 20 • 4 tweets • 4 min read
ŞAŞIRDIK MI ???!!!...
*****
Mayıs 1993…
Pkk azmıştı.
Hergün pusu, hergün karakol baskını, kan gövdeyi götürüyordu.
150 kişilik ağır silahlı terörist grup, Elazığ-Bingöl karayolunda şehirlerarası otobüsü durdurdu, kimlik kontrolü yaptı.
Malatya'dan usta birliklerine giden sivil kıyafetli, silahsız 36 er indirildi.
Geceyarısı saat 03'tü.
Aslanlarımızı yol kenarında yan yana dizdiler, kolkola girin diye bağırdılar, Kalaşnikoflarla, Bixi tabir edilen ağır makineli tüfeklerle taradılar.
Dakikalarca, şarjörleri değiştirip değiştirip boşalttılar.
Delik deşik cansız bedenlerin yanına gelip, suratlarına sıkmaya devam ettiler.
33 askerimiz orada şehit oldu.
3'ü öldü sanılarak bırakıldı.
*
Olay yerinde 1570 mermi kovanı bulundu.
*
Her evladımıza 44'er mermi sıkmışlardı.
*
Memleket ayağa kalktı.
Birilerinin bir şey yapması gerekiyordu artık.
*
Bir şey yapılmalıydı ama, bir şey yapması gereken generallerin çoğu çeşitli bahaneler ileri sürerek, bölgeye tayinini engelliyordu.
Neredeyse Hakkari Dağ Komando Tugayı'na gönderecek komutan bulunamıyordu.
Terfi bekleyen 80 tuğgeneral vardı, isim isim vermek istemem ama, mazeretin bini bir paraydı, istifa ederim diyen bile vardı.
*
Haziran 1993…
Genelkurmay başkanının kapısından içeri bir tuğgeneral değil, bir kurmay albay girdi. Üstün sicilliydi. Kara kuvvetleri komutanı da odadaydı.
*
Genelkurmay başkanı 45 dakika alakasız konulardan bahsetti, muhtemelen gene bahaneler duyacağı endişesiyle mevzuya bir türlü giremiyordu, sonra lafı evirdi çevirdi, “seni Hakkari'ye gönderelim mi?” diye sordu. Hiç tereddütsüz “emredersiniz” cevabını aldı.
Mazeret duymayınca rahatlayan genelkurmay başkanı bu defa “ne zaman katılırsın?” diye sordu. “Hemen” cevabı geldi.
Kuvvet komutanı o güne kadar aldığı mazeret cevaplarından olsa gerek, albaya açık kapı bıraktı, “önce ailenle konuş istersen” dedi. Albay kararlıydı, “hemen gideyim” cevabını verdi.
*
Hemen gitti.
*
Terörle mücadele tarihinde görülmemiş başarı sağladı.
Bin ila 5 bin askerin katılımıyla, 857 defa vurucu operasyon yönetti.
21 defa sınırötesi harekat yönetti.
Pkk'yı bekleyen değil, Pkk'yı kovalayan konuma geçti, örgütün dağ kadrosunu yarı yarıya imha etti.
Askerleriyle birlikte omuz omuza vuruştuğu için, çatışmalara bizzat katıldığı için, emrindeki askerler tarafından “efsane komutan” adı verildi.
Buzul Dağı'nda mesela, beklemedikleri anda baskın yapabilmek için 3500 askeriyle birlikte eksi 40 derecede buzda yattı, tipiye yakalandılar, çanak benzeri bir arazide beş gün mahsur kaldılar, üçüncü gün erzakları bitti, donuyorlardı, “çantalarınızı, hatta tüfeklerin dipçiklerini bile yakın” emri verdi, neticede ummadıkları anda mağaralarda saklanan yüzlerce teröristi basmayı başardılar.
Birinci Dereceden Altın Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası aldı, ayrıca iki defa Üstün Cesaret ve Feragat Nişanı aldı.
Beş defa Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı aldı, Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinde beş defa Üstün Birlik Yetiştirme Nişanı'na sahip tek kişi oldu.
Tümgeneral'ken önü kesildi, emekli edildi.
*
Osman Pamukoğlu.
*
günlerden bir gün…
Değerli eşi hanımefendi, kendisi gibi bazı komutan eşi arkadaşlarıyla birlikte Ankara'da bir askeri sosyal tesiste buluşacaklardı.
Osman Pamukoğlu “yolumun üstünde, ben götüreyim” dedi, aracıyla askeri sosyal tesisin nizamiyesine geldiler, eşinin girişi için kendi kimlik kartını çıkardı, bariyerde görevli astsubaya uzattı.
Osman Pamukoğlu girmeyecekti, sadece eşine kolaylık olsun diye aracından inmiş ve kendi kimlik kartını uzatmıştı.
Bariyer açılacak, hanımefendi geçecek, Osman Pamukoğlu aracına binerek, randevusuna gidecekti.
Ama bir tuhaflık vardı…
Kapıda görevli astsubaylar kartı makineye sokuyor, kendi aralarında mırıl mırıl konuşuyor, bariyer açılmıyordu.
Pamukoğlu “hayrola oğlum?” diye sordu. Astsubayların utançtan yüzü kızarmıştı, komutanın gözüne bakamıyor, cevap veremiyorlardı.
“Hayrola?” diye bastırınca, esas duruşta yere bakarak, utana sıkıla cevap vermek zorunda kaldılar.
*
“Bu kartın sahibi askeri sosyal tesislere giremez” ibaresi çıkıyordu!
*
Türk Silahlı Kuvvetleri tarihinin en gurur duyulan generallerinden, vatanını seven herkes tarafından efsane olarak anılan komutan Osman Pamukoğlu'nun askeri sosyal tesislere girmesi yasaklanmıştı!
*
Hulusi efendi tarafından yönetilen genelkurmay, aklınca, Osman Pamukoğlu'nu cezalandırmıştı.
Osman Pamukoğlu'nu kendileri gibi zannettikleri için “askeri sosyal tesislere sokmayalım, aklı başına gelsin” diye düşünmüşlerdi.
*
Gülümsedi Osman Pamukoğlu.
Her zamanki gibi gülümsedi.
Gitti.
*
Şimdi sıkı durun…
*
Osman Pamukoğlu 14 sene önce emekli oldu.
14 senedir bir defa bile, tekrar yazıyorum, bir defa bile, herhangi bir askeri sosyal tesise adım atmadı.
*
Askeri sosyal tesislere girişi yasaklanan, güya cezalandırılan Osman Pamukoğlu, zaten, 14 senedir bir defa olsun herhangi bir askeri sosyal tesise gitmedi, bir saniye bile oturmadı, bir çay bile içmedi.
*
Şimdi daha sıkı durun…
*
Osman Pamukoğlu henüz 11 yaşındayken askeri okula yazıldı, teğmenliğinden itibaren 35 sene subay üniforması taşıdı.
Bu 35 sene boyunca, bir defa bile, tekrar yazıyorum, bir defa bile herhangi bir askeri sosyal tesise, askeri tatil kampına filan, adım atmadı.
*
Hulusi efendi emir versin, açıp kayıtları incelesinler…
*
35 sene muvazzaf subaylık.
14 sene emeklilik.
Osman Pamukoğlu ömrü boyunca, bir defa olsun herhangi bir askeri sosyal tesise gitmedi, herhangi bir askeri tatil kampına adım atmadı, bir saniye bile girmedi, bir kahve bile içmedi.
*
Böyle bir prensibi var çünkü.
*
Askerliğin askerlik tarafıyla ilgileniyor.
Sosyal tesis tarafı, ömrü boyunca umurunda bile olmadı.
*
Tekrar yazıyorum.
35 sene muvazzaf subaylık.
14 sene emeklilik.
Bir defa olsun gitmedi kardeşim.
*
Ve, bu onurlu prensipten haberi bile olmayanlar...
Sosyal tesisleri yasaklayarak Osman Pamukoğlu'nu cezalandırdığını zannediyorlar!
*
Suriye sınırını, Irak sınırını, Ege'deki adalarımızı koruyacaklarına…
Osman Pamukoğlu girmesin diye sosyal tesis sınırını koruyorlar!
*
EFSANE ÖYLE KOLAY OLMUYOR.
BÖYLE OLUYOR.
BARİYERLE OLMUYOR.
KARİYERLE OLUYOR.
2020 yılında yazılan bu yazıyı tekrar tekrar okuyalım istedim.
Jan 8 • 4 tweets • 6 min read
SENUSİ TARİKATI ŞEYH SUNUSİ’NİN SARAY VE VAHDETTİN’E ÇOK YAKIN OLMASINA RAĞMEN ONUN VE SARAYIN İNGİLİZ YANLISI OLDUKLARI İÇİN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’Ü VE MİLLİ MÜCADELEYİ DESTEKLEDİĞİNİ BİLİYOR MUYDUNUZ❓
Tam künyesi, Seyyid Ahmed eş-Şerîf bin Muhammed eş-Şerîf bin Muhammed bin Alî es-Senûsî (1873-1933) olan Şeyh, 1873 yılında Senusi Tarikatı'nın merkez zaviyesinin bulunduğu Libya'nın Cağbub beldesinde doğdu ve tarikatın üçüncü şeyhi idi. Aile kökeni Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan’a ulaştığından Haseni, doğduğu bölgenin geçmişte Seyyid İdris’in kurucusu olduğu İdrisi Devleti’ne bağlı olması hasebiyle İdrisi ve dedelerinin memleketi olan Tilimsan şehri yakınlarındaki Esnus Dağı’ndan dolayı da Senusi künyesini kullandı.
Kardeşlik ve yardımlaşma Senusiyye’nin en temel ilkeleriydi. Çalışmak, öğrenmek ve bildiklerini kardeşlerine öğretmek nafile ibadetlerden daha önemli görülürdü. Müritler eğitim ve ibadet dışında düzenli ve sistemli olarak ziraat, hayvancılık, demircilik, marangozluk ve dokumacılık gibi el sanatları ile de uğraştıklarından, zaviyeler aynı zamanda da ciddi bir üretim ve ticaret merkezleriydi.
Klasik tarikatlardan çok farklı bir şekilde, Hz. Muhammed’in hayatı doğrultusunda ‘dünya hayatının tüm gereksinmeleri ile ahireti birleştiren’ bir yol izledi, ‘Derviş-Mücahid’ kişiliğini yerleştirdi, İngiliz, Fransız ve İtalyanlara boyun eğmedi. Tüm Kuzey Afrika ile birlikte Orta Afrika ve Büyük Sahra'yı kendi aralarında paylaşan işgalci İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı sürdürdükleri savaşta zayıflamalarına neden oldu.
Büyük Sahra ve Orta Afrika'da Fransızlara karşı savaşan Senusiler, Osmanlı Devleti ile ilişkilerini sıkılaştırdılar.
Sultan Abdülmecid, Senusiyye şeyhi Abdürrahîm el-Mahcûb’u,1856 yılında İstanbul’a davet etti ve Senusuleri destekleyen bir ferman çıkardı.
İtalyanların, 1911'de fiilen Libya'yı işgal etmeleri üzerine Şeyh Ahmed Senusi, Fransızlardan sonra İtalyanlara karşıda cihat ilan etti.Aralarında Mustafa Kemal'in de bulunduğu Osmanlı subayları ile birlikte İtalyanlara karşı direniş başlattı. Mustafa Kemal’in orada ne kadar gözü kara, vatan ve millet sevgisine sahip olduğunu anladı.
Bir yıl sonra 1912’de, Balkan Savaşı'nda büyük bir yenilgi alan Osmanlı, Libya’yı resmen İtalyanlara devretmek zorunda kaldı.
Senusiler, Osmanlı Devleti’nin 18 Ekim 1912’de imzaladığı Uşi (Ouchy) Antlaşması’yla Trablusgarp ve çevresini İtalyanlara bırakmasına şiddetle itiraz ettiler, Osmanlı Subayı Süleyman Askeri’nin Osmanlı askerlerini geri çekmesine karşı çıkarak çatıştılar. 16 Mayıs 1913’te General Mombretti kumandasındaki İtalyan ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı.
İtalyanlar, Şeyh Ahmed Şerîf’e muhalif kabile reisi Ramazan eş-Şitâvî’ye para vererek direnişi kırmaya çalıştılar; ancak 29 Nisan 1915’teSirte yolunda ağır bir yenilgiye daha uğradılar.
Osmanlı Devleti, Sidi Ahmed Şerif Senusi’ye Trablusgarp ve Bingazi Valiliği unvanını verdi, bölgede halk arasında halife naibi olarak görülmeye başlandı. Osmanlı Devleti, Almanların yanında Birinci Dünya Savaşı'na girince, Osmanlı Devleti ve Almanya Şeyh'e, Mısır'daki İngilizlere saldırması yönünde baskı yapmaya başladı.
Böyle güçsüz bir zamanda bu saldırının İtalyanlara karşı vermekte olduğu mücadeleyi zayıflatacağını söylediyse de etkili olamadı.
Şeyh Ahmed Şerif, İngilizlere saldırı emrini vermek zorunda kaldı. 1915 Kasım'ında Sellûm ele geçirildi.
Ancak 24 Mart 1916’da, İngilizler Sellûm’u geri aldı ve Senusi kuvvetleri büyük kayıplar verdi. Şeyh, Trablusgarp bölgesine çekilerek direnişi orada sürdürmek amacıyla önce Cağbûb’a, oradan da Sirtika’ya gitti.
Fransız misyonerlerinin önde gelen isimlerinden papaz Charles de Foucauld, 1 Aralık 1916’da Tevârikler tarafından öldürüldü ve Nijer’in kuzeyindeki Agâdes Sultanlığı, 1 Aralık 1916-3 Mart 1917 tarihleri arasında Fransız işgalinden kurtarıldı.
Şeyh Ahmed Senusi, Osmanlı'nın en zayıf düştüğü dönemde bile Osmanlı ile ilişkisini kesmedi, ancak bir müddet sonra aile içinde görüş ayrılıkları ve farklı arayışlar başladı. Birinci Dünya Savaşı boyunca Şeyh Ahmed Senusi ile birlikte hareket eden kardeşi Muhammed Hilal İtalyanlarla, amcası büyük Şeyh Muhammed Mehdi'nin oğlu, Muhammed İdris ise hem İtalyanlarla, hem de İngilizlerle görüşmelere başladı.
Amcası oğlu Muhammed İdris, 1917 yılı Nisan ayında Tobruk yakınındaki Akrama’da; İtalyanlarla uzlaştı, 25 Ekim 1920’de er-Recîme, 11 Kasım 1921’de de Ebû Meryem anlaşmalarını imzaladı. Şeyh İdrîs’e, bu antlaşmalar doğrultusunda 64 bin İtalyan lireti, onunla birlikte hareket eden Senûsî ailesinin ileri gelenlerine de konumlarına göre maaşlar bağlandı.
Bu anlaşmalara göre İtalyanlar, Bingazi ve çevresinin (Merke Cidabiye olmak üzere, Cağbub, Ucle-Calu, Kufra) yöneticisi (Emiri) olarak Muhammed İdris'i kabul ediyor, o da İtalyan işgalini tanıyordu.İdrîs sömürge kanunlarının uygulanmasına yardım edecek, silahlı mücadeleye devam eden bütün Senûsîler’e silâhlarını bıraktıracaktı.
Trablusgarp bölgesinde ise, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Bey’in desteklediği Ramazan Şitavi ve Süleyman Baruni İtalyanlarla anlaşarak 18 Kasım 1918’de Trablusgarp bölgesinde Musallata’da bir yönetim oluşturdular. İtalyanlar, 1 Temmuz 1919’da başkenti Aziziye olan Trablusgarb Cumhuriyeti’ni tanıdılar.
4 Kişilik Başkanlık Konseyi’ne Süleyman Baruni, Ahmed bin Ali, Abdul Nabi Belker ve Ramazan Bey Suveyhli seçildi.
Bu son gelişmeler üzerine İtalyanlara karşı yalnız kalan Şeyh Ahmed Şerîf, 1918 yılı Ağustos ayında İstanbul’a gitmek üzere Libya'dan ayrıldı. Bir Alman denizaltısı ile Avusturya'nın Adriyatik'deki Pola Limanı’na, oradan da Balkan treni ile 30 Ağustos 1918’de İstanbul’a gitti. İstanbul’a gelişinin ikinci günü Eyüp Sultan’da, Sultan Vahdettin'in kılıç kuşatma merasiminde yeni padişaha kılıç kuşattı, kendisine paşa rütbesi verildi.
Saraya ve Vahdettin’e bu kadar yakın olmasına rağmen, İngiliz yanlısı politikalara karşı çıkınca, Vahdettin tarafından, Mondros Mütarekesi sonrasında maiyetiyle birlikte Bursa’da zorunlu ikamete zorlandı. Burada Milli Mücadeleyi sürdüren Kuvayı Milliye kumandanlarıyla görüşmüştü. Ülkenin işgal edilmesi ile ilgili rahatsızlığını içeren bir mektup yazarak Vahdettin’in verdiği zorunlu ikametten dolayı, Mustafa Kemal’in kendisini resmi olarak çağırmasını rica etti ve resmi çağırma işlemleri sonrası, Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal’le de buluşmuştu. Daha sonra her daim Milli Mücadeleyi başlattığı katkı sunduğu için Mustafa Kemal’e tebrik ve iyi niyet mesajları içeren telgraflar gönderdi. Şeyh aynı zaman da yakın zamana kadar İngiliz istihbaratınca takip edildi. Ankara Hükümeti’nin isteği üzerine 1921’de ırak Cephesi’ndeki Arap ve Kürt aşiretleriyle ile de buluşan şeyh, TBMM ile bölgedeki şeyhler arasında anlaşma zemini oluşturmak ve şeyhleri Milli Mücadeleyi desteklemeleri için çalıştı…
Dec 24, 2024 • 6 tweets • 4 min read
İngiliz basınından bulduğum bu fotoğraflar Erm2ni meselesiyle ilgili belge niteliği taşıyor. Bunları bugün Erm2niler bile bilmiyor. Arşivlerinizde bulunmalı.
İlk fotoğraf: Sphere dergisinden, 30 Ekim 1915. Başlıkta "Türklerin teşebbüs ettiği" yazılmış fakat içerikte?
İçerikte bakınız ne demişler... 250 bin Erm2ni'nin kurtarılıp gemilerle götürüldüğü açıkça ifade edilirken, kurtarılmaları da fotoğraflanmış. Sözde teşebbüse dair tek fotoğraf yok. İngilizler Dünya Savaşı'nı saniye saniye videoya çektiler ama bu meselede tek fotoğraf bile yok.Bu fotoğraf da yine aynı derginin aynı sayfasında bulunuyor. Muhtemelen aynı yerde çekilmiş. "Erm2nileri kurtardık," diye propaganda yapıyorlar. Ne zamana kadar? 1920'ye kadar. Neden 1920? Ne oldu 1920'de? Az sonra yazacağım...
Bakınız aynı dergiden bir başka fotoğraf. Altta Van şehrimizi Türklere karşı Ruslarla beraber savunan Erm2niler anlatılıyor. Fotoğraftakiler Erm2ni çeteler. Yüzyıllarca Türklerle beraber barış içinde yaşarken, savaş patlak verdiğinde Ruslara katılıp Türklere kurşun sıktılar.Bu fotoğraflar dünyanın en ünlü dergisi Illustrated London'dan. 7 Haziran 1919. Bakınız bu sefer de Bağdat'ta mülteci olarak çadırlarda kalan binlerce Erm2ni fotoğraflanmış. Açıklamalar altta. Peki başka ne yazmışlar bilmek ister misiniz?
Oct 26, 2024 • 34 tweets • 10 min read
Atatürk vefat ettikten sonra dünyanın pek çok yerinden Ankara'ya mektuplar geldiğini biliyor muydunuz?
Kırmızı ile gösterilen küçücük bir yerden mektup niye gelmiş?
Devlet başkanları veya resmi görevlilerden ve sıradan insanlardan gelen onlarca mektup. Öyle satırlar var ki...
Özellikle Kerkük mektubu ve gelen mektupları okumanızı istiyorum.
1-)Burma diye pek çoğumuzun duymadığı, duyanların da haritada yerini gösteremeyeceği bir ülkenin Rangoon şehrindeki Memon Gençlik Derneği, Atatürk'ün ölümü üzerine Ankara'ya mektup yazmış:
Atatürk, Türkiye'nin ünlü reformcusu ve İslam dünyasının eşsiz kahramanı idi.
Oct 10, 2024 • 30 tweets • 17 min read
CIA BELGELERİYLE 70'LERDE TÜRKİYE'DE TARIM ALANINDA OYNANAN OYUNLAR BAKIN NASIL DEŞİFRE EDİLDİ!
Fulbright bursuyla ABD'ye gidip Askeri Antropoloji alanında uzmanlaştıktan sonra Burdur'a yerleşip susuz tarım yapmaya başlayan Dr Ece Aynur Onur, CIA belgeleriyle Türkiye tarımı üzerinde oynanan oyunları deşifre etti. Bu makalede Onur tarafından yayınlanan belgelerin tamamını Türkçe olarak sizlere aktarıyoruz.
Türkiye ve Haşhaş Problemi başlığıyla yayınlanan ilk belgede; "Türkiye'de haşhaş ekiminin yeniden başlatılması için baskılar artıyor. Hükümet, devlet çiftliklerine haşhaş ekimi için tohum sağlanmasını ve sonbaharda ekim yapılmasına izin verilirse yeterli tohumun elde bulundurulmasını sağlamak amacıyla haşhaş ekimini yakın zamanda izin vermiştir. Yeni kurulan Bülent Ecevit başkanlığındaki hükümet, Washington'a daha önceki haşhaş ekim yasağını gözden geçirmeye başladığını bildirmiştir. Bu, Türk yetkililerinin soruna nasıl baktığını gösteriyor" ifadeleri yer alıyor.
Yayınlanan 2. belgede ise; "Başbakan Demirel hem güvenli hem de liderliğinde etkili olabilecek bir prestij ve popüler çekiciliğe sahiptir. Türk bürokrasisine, eğer baskı yapılması emredilirse bunu uygulamak için güçlü çaba göstermesi konusunda güvenilebilir. Türk hükümetinin kontrolleri uygulama kapasitesine dair bazı göstergeler, haşhaş ekim alanlarının hükümet tarafından düzenlenmesinde görülebilir. Bu düzenleme geleneksel olarak bireysel çiftlikler üzerinde yapılmış ve son zamanlarda haşhaş ekilen il sayısının azaltılmasıyla devam etmiştir. 1967'de 21 olan bu sayı, 1969'da 11'e düşürülmüştür. Bir devlet satın alma kuruluşu olan TMO, yasal afyon ticaretinde tekel konumundadır ve her çiftçinin devlete teslim etmesi gereken afyon miktarını belirleyen üretim kotalarını belirler. Türk tekelci kuruluşu genellikle yasal piyasalarda satabileceğini düşündüğü kadar afyon satın alır. Bu durum genellikle çiftçiyi hükümet fiyatından daha fazla, bazen de daha az bir fiyatla satmak zorunda kaldığı bir fazlalıkla baş başa bırakır." ifadeleri yer alıyor.
Jun 18, 2024 • 4 tweets • 3 min read
HADİS
Hz. Muhammed'in ölümünden yaklaşık 200 yıl sonra İbrahim el-Cu'fi el BUHARİ Özbekistan'dan Mekke'ye gelir.
Mekke'de sokak sokak dolaşarak halkın dilinde dolaşan hadisleri dinler, bunları defterine not eder. Sonra oturur topladığı hadislerle "Sahih-i Buhari" adlı kitabını yazar.
Güya bu kitap İslam dünyasında "en güvenilir" hadis kitabı olarak kabul edilir.
Buhari Mekke'de 600.000 (altı yüz bin) hadis toplamış, kendi ifadesine göre bunları tasnif etmiş, iki rekat namaz kılıp doğru olduğuna inandığı hadisleri, yani Peygamber sözlerini kitabına koymuş.
Böylece Buhari'nin kitabında 7225 hadis kalmış. Gerisinin doğru olmadığı kanaatine varmış.
Peygamberimizin ölümünden 200 yıl geçmiş, Peygamberimizin sahabelerinden de torunlarından da, torunlarının torunlarından da kimse kalmamış ve onları görmemiş iken, Peygamberimizin ne söyleyip söylemediğini kim hatırlayabilir?
Bu hadisler ne kadar doğru olabilir.?
Kaldı ki Buhari 600 bin Hadis topladım derken bu kadar bilgiyi yazacak defter, kağıt, deri nasıl bulunabilmiştir.
Buhari Mekke'ye 16 yaşında gelmiş topladığı 600 bin hadisten 592.775 tanesinin yalan ve uydurma olduğuna karar vermiştir.
Diğerlerinin doğru olduğunu kim söyleyebilir?
Tabiki bunlar da uydurmadır.
İmam Müslim(Müslim Bin Haccac) ise;
Hz. Muhammed'in ölümünden yaklaşık 189 yıl sonra Horasan'da doğmuştur.
Buhari'den sonraki en büyük hadisçi olarak bilinir.
"Sahih-i Müslim" adlı hadis kitabı vardır.
Müslim bizzat kendisi 300.000 bin hadis işittiğini, bunların içinden 3033 adedinin doğruluğuna inanıp kitabına aldığını belirtir.
Yani maalesef Buhari'de olduğu gibi, Müslim'de de kalan 3 bin Hadisin tam doğru olduğuna dair hiçbir garanti yoktur.
Bu kadar akıldışı, mantıkdışı din çalışmalarıyla oluşturulmuş uydurma hadislerle Müslüman dünyası fetvalar vermiş, hükümler vermiş, yargılamalar yapmış, cezalar vermiş maalesef asırlarca toplumlar yönetmiştir.
İnsanlar asmış, bazılarının derilerini yüzmüştür.
Bu hadisler Kuran'ın ve Peygamberinin anlatmak istediğini de sulandırmış, ciddiyetten uzaklaştırmıştır.
Ve Yaratıcının insan zihnindeki algısını küçültmüş, basitleştirmiştir.
Bu Hadis ciddiyetsizliği;
Yaratıcının büyüklüğünü ve yaratılanların varoluş ve yaşayış ilkelerini, amacını anlamamıza, araştırmamıza engel olmuştur.
İncil'i yazanların ise hiçbiri İsa'nın yüzünü görmemiş, sohbetinde bulunmamış, en az İsa'dan bir asır sonra 4 ayrı kişi tarafından yazılmaya başlanmış, MS. 325 İznik Konsülünde bu 4 kişinin hazırladığı Hz. İsa bilgileri birleştirilerek siyasi irade tarafından onanmış, İncil adı altında tek kitap yapılmıştır.
Bu kitap da Hristiyanlığın, Roma İmparatorluğunun resmi Kutsal kitabı kabul edilmiştir.
Tevrat ise Hz. Musa'dan yaklaşık 1000 yıl sonra oluşturulmuştur.
Yani kutsal denilen dinlerin insanlar üzerinde hiçbir olumlu etki yaratmaması, aksine çok fazla kavganın, savaşın, sahtekarlığın, hırsızlığın, bencilliğin, ahlaksızlığın, adaletsizliğin, sapıklığın besleyicisi, yaratıcısı haline gelmesi, temsilcilerinin dinleri yanlış anlaması, yanlış anlatması ve yanlış yolda kullanmalarındandır.
Hadisler bir nevi dini ve siyasi temsilcilerin menfaatleri doğrultusunda Yaradan'nın kudretini eksilterek kendilerini yüceltme gayretleri olarak kullanıldı.
İmam Gazali(1058-1111)adlı bir diğer Din bilgini ise daha renkli bir yol izledi.
Gençliğinde aklın, bilimin ve batılı düşünürlerin etkisinde düşünceler oluşturup buna uygun kitaplar yazmıştı.
Dini doğru anlamaya, doğru anlatmaya özen göstermişti.
Ancak ileriki yıllarda bir bunalım geçirdi. Zihinsel rahatsızlık ve dengesizlikler içinde yeni bir kurtuluş yolu oluşturdu.
Tasavvufa girdi.
Ve o güne kadar ki tüm düşüncelerinin tersini düşünmeye başladı.
Önceki fikir ve kanaatlerinin hepsinin tamamen yanlış olduğuna inandı.
İnançta, dinde aklın, düşünmenin kullanılmamasına karar verdi.
Aklın, fikir üretmenin, mukayesenin, felsefenin zararlı olduğuna karar verdi ve buna uygun fetvalar verdi.
Bu kafayla sayısız konferanslar verdi.
Kitaplar yazdı.
Bu düşüncelerini -Filozofların Tutarsızlığı- adlı kitabında topladı.
Bu dönemde yazdığı tüm eserler, verdiği konferanslar, fetvalar, tesbitler ve kararlar maalesef aklın, mantığın, düşünmenin, fikir yürütmenin aleyhinde bir bakış açısıyla yapıldı.
Hadis yaklaşımı, dine, Yaradan'a ve Hz. Muhammed'in toplumsal amacına yaklaşımı mantıklı olmadı.
Bu düşünceyle anlattığı din, inanç ve hadisler de insanlar üzerinde dinin başlangıç amacına uygun hiçbir olumlu etki yapmadı.
Bu akıldışı din yaklaşımı mezhep ve tarikat taraftarlarını ve bugüne kadar gelen dini tarikatların bakışını çok olumsuz etkiledi.
Gazali'nin bu kitabının ve bu son düşüncelerinin zararı Müslümanları bin yıl geriletmeye yetti.
Halen tüm dini inanç, düşünce ve yaşayış değerlerini bunların tutarsız bilgilerinden alarak satan, makam, mevkii, rütbe ve servet sahibi olan dini cemaat önderleri insanlığa büyük zararlar vermeye devam etmektedir.
Bu yol Müslümanları ebediyen yenilmeye, ezilmeye, sürünmeye mahküm etmektedir.
Toplumlarınızı Hadislerle, Naslarla değil, Tabiat kanunlarıyla yönetin. Allah ve Peygamber oradadır.
KENAN ÖZEK
Feb 17, 2024 • 10 tweets • 2 min read
1930 yılında Karaman'ın Uğurlu köyünde bir kız çocuğu dünyaya geldi.
Adını Ayşe koydular.
Ayşe 15 yaşına kadar köyde eğitim aldı. Sonra Köy Enstitüsüne gitmek istedi. Köy Enstitüsü İvriz'deydi.
Bir çıkı hazırladılar Ayşe'ye
İçine çökelek, pekmez, yufka koydular.
4 Temmuz 1945'de yürüyerek yola çıktılar eniştesiyle. İki geceyi dağda geçirdiler. Karaman'a vardılar, oradan kağnı ile Ereğli'ye Oradan İvriz'e.
Ayşe öylesine okuma heveslisiydi ki.
1950 yılında İvriz köy Enstitüsünü
Birincilikle bitirdi. Ardından
Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu kazandı. Onu da birincilikle bitirdi.
Ankara Valisi Kemal Aygün Ayşe'yi takip ediyordu. Gel danışmanım ol dedi ama o "köylere gidip çocukları yetiştirmem gerek" deyip öğretmenliği seçti.
Trabzon-Vakfıkebir ilçesi Beşikdüzü’nde öğretmenliğe başladı.
Yetmiyordu, daha çok şey yapmalıydı çocuklar için. Burs bularak ABD’ye gitti. Wisconsin Üniversitesi’nde doktora yaptı.
Okulda hoca ol dediler ama o
"ülkemdeki çocuklara bakmam gerek" dedi, Ankara’ya döndü.
Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Yüksek Okulu’na bağlı Beslenme Bölümü’nde ders vermeye başladı.
Yetmedi; kişisel çabalarla
Ankara Üniversitesi Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’nu kurdu. Burada bir laboratuvar açtı. Laboratuvarda besin üzerine çalışmalar yaptı.
Köydeki çocukların hastalıklarına çare olmak için kimyasallar hazırladı.
Köydeki salgınlara karşı ishali engelleyen bir ilaç geliştirdi.
Türkiye’nin her köyüne ilaç yolladı.
Ve tüm bunları parasız yaptı.
Bir vakıf kurdu; Beslenme Eğitimi ve Araştırma Vakfı Besvak.
Burada burs beslenme uzmanları yetiştirdi, kurslar verdi.
Yetmedi,
Vakıf bünyesinde çocuklara burs sağladı ve okuttu.
Bilhassa kız çocuklarını,
Yani, kendi gibi köylü kız çocuklarını…
Prof. Dr. Ayşe Baysal
2016 yılında
86 yaşında
Ankara'da
Vefat etti
Köy Enstitülerinin neden gerekli olduğunun en CANLI örneklerinden birisidir Ayşe Baysal.
Mekanı Cennet Olsun İnşallah .🇹🇷🇹🇷
#AyşeBaysal
Feb 15, 2024 • 6 tweets • 15 min read
Bunlar bu ülkede daha çok 22 yılda palazlandı. Yalan, iftira üzerine tarih yazmaya çalışanlar bunların c2hil cesaretini güçlendirdi. Utanmadan hakaret edip yalan üzerine yorum yapıyorlar. Neymiş Filistin’i Atatürk yüzünden kaybetmişiz…
Ben sana anlatayım tarih konusunda bilgisiz bir o kadar yalancı olan @Blent95015951
FİLİSTİN'İ ATATÜRK YÜZÜNDEN KAYBETTİK YALANLARININ ÇEŞİTLERİ
Necip Fazıl bir yalan üretti, yıllardır onun bu uydurmasını tekrarlıyorlar.
YALAN 1
Neymiş Mustafa Kemal sağında ve solunda bulunan iki orduya haber vermeden komutasında ki 7.orduyu geri çekmişte, o nedenle yenilmişiz.
EL-CEVAP
Oysa olay tam tersi aslında! Filistin'de Arapların Osmanlı'yı nasıl sattığını, cepheleri nasıl bıraktıklarını, Türkleri nasıl arkadan vurduklarını,
İki yanındaki orduların dağılıp savaştan düşmesine rağmen, kuşatmayı yarıp, savaşarak oradan çıkan, ordusunu kurtaran bir Mustafa Kemal gerçekliği var. O kurtarılan ordudur ki Halep'in kuzeyinde Katma da İngiliz ordusunu durdurmuş, Anadolu'ya sokmamıştır. O silahlar ve kurtarılan o ordu ilerde Anadolu savunmasının çekirdeğini oluşmuştur.
Bu nedenle Hükümet kendisini Liman Von Sanders'in yerine bölge komutanı yapıp madalya vermiştir.
Hayatında mağlubiyet olmayan Mustafa Kemal'e , bir mağlubiyet yazıp yenilmezliğini lekelemek için uydurulmuş bu iftirayı attılar.
Fakat bu bizzat Liman Von Sanders'in raporlarıyla çürütülmüş aynı doğrultuda İstanbul'dan Vahdettin kendisine madalya yollamıştır...
YALAN 2
Filistin Cephesi'nde büyük hezimetin sebebi M. Kemal imiş. Çanakkale Cephesi'nde hiçbir rolü yokmuş, çünkü Cephenin komutanı Liman V. Sanders imiş. Mustafa Kemal'in 7. Ordusu kimseye haber vermeden cepheyi terk etmiş, Enver bunun üzerine M. Kemal'i kurşuna dizdirmeye karar vermiş ama Fevzi Paşa bunu önlemiş? Türk ordusu sayıca fazla iken İngilizlere yenilmişiz? İngilizlere tek kurşun atmamış?
EL-CEVAP 1 (BELGELİ)
Eee o zaman Filistin'deki hezimetin sebebi de Yıldırım Orduları grup kumandanı olan Liman V. Sanders olmuyor mu? hadi bu yalanın cevaplarına belgeler ile vereyim...
Masal değil gerçek! Bir adam düşünün ki 1300 yıl sonra doğacak torunları için bile "Çin bizi aldattı, bize ipek sattı, bizle tatlı konuştu, bizi kendisine alıştırdı, bizi böldü, tatlı söze aldanma Türk, yoksa ölürsün." demiş olsun.
Şaka gibi, 1300 sene önce mandacılığa karşı milletini uyaran bir kağan, bir ata.
Yıl oldu 1950, daha dünkü Amerika geldi, siz süt üretmeyin, biz size süt tozu getirdik bundan için dedi, içtik. Siz uçak üretmeyin, zahmet etmeyin biz size satarız dedi, uçak fabrikasını kapattık. Siz otomobil üretmeyin, biz üretir size satarız dedi, fabrika kapandı. Buna nasıl razı olduk?
Açın bakın 1919 Erzurum Kongresi kararlarında, manda ve himaye kabul edilemez diyorken, buna karşı 4 sene savaş verilmişken bir millet 1950'lerde bunu nasıl kabul etti? Kimse kalkıp da yok 1950'de olmadı şu tarihte oldu suçlu şudur deyip zevzeklik etmesin! Yeter! 1300 sene önce açıkça "Başkasına muhtaç olma, kendi ipeğini kendin üret, yoksa ölürsün Türk!" diye atasından öğüt almış millete ne oldu bana bunu yazın.
"Hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle yükselebilsin?" diyen Atatürk'ün izinden hangi akıl ve vicdanla ayrıldık? 1300 sene önce kendi ihtiyacını kendin karşıla diye torunlarına öğüt veren bir hükümdarın milleti, bugün hastalandığında gavur dediği insanın ilacını içiyor ve dini gereği aynı insanın cehennemlik olduğunu söylüyor. Yahu bu nasıl bir içsel kargaşadır? Hem üretme, hem üretenden nefret et, hem de onun ürettiğini kullanmaktan hiç yüzün kızarmasın.
Komünizm, sosyalizm, liberalizm, yok başkanlık, yok şeriat, yok osmanlıcılık diye diye bittik mahvolduk kaybolduk! Zihinlerimiz param parça edildi. 1300 sene önce bütün Asya'ya hükmeden bir Kağan, bölünme demiş, kendini muhtaç etme demişken, bir millet Atatürkçüler/Enverciler/Abdülhamitçiler/Müslümanlar/Tengriciler/Sağcı/Solcu diye ayrılır mı yahu? Bu nasıl bir kokuşmuşluktur?
Bunun bir komplo olduğunu, bankamatik memurlarının bölücülüğünü, bir milleti içten çökertmek için, dışa bağımlı hale yani o gavur dediklerine bağımlı hale getirmek için fabrikalarımızın kapatıldığını anlamıyor musun?
Bugün Selçuklu atalardan kalma camilerin üzerinde Göktanrı sembolleri var, hayat ağacı var. Yaşatmışlar inançlarını. İşlemişler hem de camiye! Hepsi bizim atamız...
Avrupa birliği var, Birleşik Arap Emirliği var, Amerika Birleşik Devletleri var, Rusya Federasyonu var ama Türk birliği yok. Niye? Çünkü Müslüman olmayan Türk, Türk değilmiş. Yerin dibine girsin bu saçma fikirleriniz. Dün ipek satan Çin, bugün yapay güneş üretiyor, bunlar Müslüman değilsen Türk değilsin diyor. Uğraştığı şeye bak… Millet düşmanları! 1300 sene önce ataları tarafından öğütlenen öğütleri unuttun da güzel kardeşim yakın tarihte var olan adamı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN öğütlerini de unuttun… İşte bu yüzden Ataları tarafından öğütlenen fakat yine aynı hatayı yapan Millet olarak tarihe geçtik.
BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ ŞEYHİNİN OĞLU SEKS PARTİSİNDE ÖLMÜŞTÜ...
Alınan bir ihbar üzerine Birleşik Arap Emirlikleri Şeyhi'nin oğlu Kasimi'nin Knightsbridge'de bulunan evine giden ekipler evde çok sayıda uy*şt*rucu madde bulunduğunu ve s*ks partisi yapıldığını tespit ettiler. The
Sun'a konuşan bir tanık evde insanların uy*şt*rucu alarak ilişkiye girdikleri bir tür parti olduğunu
doğruladı.
Polisin soruşturma başlattığı olayla ilgili olarak bir diğer ihtimal ise Şeyh Halid'in aldığı yüksek doz
uy*şt*rucan dolayı ölmüş olabileceğiydi. Konuyu araştıran polis, teşkilata sessiz kalmaları emrini verirken
yaşanan bu olay sonrası Birleşik Arap Emirliklerinde Şeyh Halid'in doğduğu Şarika'da bayraklar 3 gün
boyunca yarıya indirildi, ulusal yas ilan edildi ve Sultan bin Muhammed El-Kasimi'ye sosyal medyadan çok
sayıda başsağlığı mesajı yazıldı.
Fiyatları 90 milyon pound olan evlerin bulunduğu bölgedeki bir evde gerçekleşen bu olay sonrası ölen
şeyhin arkadaşı Elliot Frieze açıklama yaparak "çalışkan ve yetenekliydi, harika bir insandı" dedi.
Ölümünün ardından fotoğrafçı arkadaşı Peru'lu Mariano Vivanco da instagram hesabından Şeyh Halid'in
fotoğrafını paylaşarak "Sen her zaman benim meleğim olacaksın. Huzur içinde yat" yazdı.
ŞEYH HALİD BİN SULTAN EL-KASİMİ KİMDİR?
Şeyh Halid'in babası Birleşik Arap Emirliklerindeki üçüncü büyük şehir olan ve petrol zengini Şarika'nın
yöneticisidir. Şarika'da dünyaya gelen Halid bin Sultan El-Kasimi dokuz yaşında İngiltereye taşınarak Tonbridge kolejinde eğitim gördü. Eğitiminin ardından moda ve mimarlık okuyan Halid, 2008 yılında kendi erkek giyim markası olan Qasimi Homme'yi kurmuştu.
ABİSİ UYUŞTURUCUDAN ÖLMÜŞTÜ...
Şeyh Halid'in ağabeyi 1999'da aşırı dozda er*inden öldüğünde 24 yaşındaydı. Onun ölümünden sonra
babasının tek varisi durumuna gelen Halid'in de ölümü sonrası babasının bir varisi kalmamış oldu.
Okumayı, yazmayı öğrendikten sonra belki de en sık duyduğumuz cümlelerden bazıları şunlar olmuştur:
“Türklerin ana vatanı Orta Asya’dır. Biz Anadolu’ya Orta Asya’dan geldik.” Peki, hiç düşündünüz mü? “Orta Asya’ya nereden geldik? Orta Asya’da kurduğumuz büyük uygarlıklardan önce atalarımız nerelerde yaşıyordu?”
Belki bizler sormadık, düşünmedik ya da eğitim sistemimiz düşünmememiz için kurgulandı. Ancak Ulu Önder Atatürk bu konuyu yıllar öncesinde düşünmüş ve araştırmıştır. Biz sevgili Atamızın sadece belli özelliklerini biliyoruz. Bize anlatılmayan, bizim de araştırıp öğrenmediğimiz birçok özelliğinin bulunduğunu yeni yeni anlıyoruz.
Kısacık ömründe tabir-i caizse mucizeler yaratan, yok olma noktasına gelmiş bir milleti ayağa kaldıran, küllerinden yeni bir devlet kuran ve yaptığı olağanüstü devrimlerle hem kendi milletinin hem de dünya milletlerinin gönlünde taht kuran Atatürk, yukarıda bahsettiğimiz “Türklerin Kökeni” konusuna da el atmış ve çok ciddi bulgulara ulaşmıştır. Bunların içinde en dikkat çekeni ise şudur: “Türkler Orta Asya’ya kayıp Mu kıtasından gelmiştir.”
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1930’lu yıllarda öne sürdüğü “Türk Tarih Tezi” özetle şu şekildeydi:
1-Dünyanın en eski ulusu Türk ulusudur.
2-Türklerin bilinen ilk yurdu ( özellikle söylüyorum ‘bilinen’) Orta Asya’dır.
3-Türkler Orta Asya’da ilk ileri uygarlıkları kurmuştur.
4-Orta Asya’dan çeşitli nedenlerle göç etmek zorunda kalan Türkler, gittikleri yerlere de uygarlıklarını götürmüşlerdir: Anadolu’ya gelen Türkler Hititleri, Frigleri, Lidyalıları; Mezopotamya’ya gidenler Sümerleri, Asurluları, Babilleri; Avrupa’ya gidenler de Etrüskleri kurmuşlardır. Ege’ye gelenler ise “Yunanlılardan çok daha önce” Ege’de ileri uygarlıklar kurmuşlardır.
Atatürk, bu tezde bir eksiklik olduğunu, parçaların tam yerine oturması için şu soruya cevap bulunması gerektiğini düşünüyordu:
“Türkler Orta Asya’ya nereden, nasıl ve ne zaman gelmişlerdir?”
Atatürk’ün bu sorunun cevabını yani Türklerin kökeninin bulunması için yaptığı araştırmalar bizi geçmişe, günümüzden yaklaşık on iki bin sene önceye götürmektedir.
Mu, yani Güneş İmparatorluğu; eski çağlardan günümüze ulaşan tabletlere göre ilk insanların anavatanı olan bir kıtadır. Pasifik Okyanusu’nda Asya ve Amerika kıtalarının arasında yer alır ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğündedir.
Günümüzden yaklaşık on iki bin yıl önce şiddetli yer sarsıntıları sonucu üzerinde yaşayan 64 milyon insanla beraber sulara gömülerek yok olmuştur. (Bu yok oluşun bir anda olmadığı ve yaklaşık 40 yıl sürdüğü sanılmaktadır.)
Günümüzde bu bölgede yer alan ada ve adacıklar (Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adaları) bu kıtadan arta kalanlardır. İşin ilginç tarafı, on iki bin yıl önceki tarih, bu medeniyetin batış tarihidir ve bu da medeniyetin başlangıcının çok daha eskilere dayandığını göstermektedir.
Geçmişte, Pasifik okyanusunda yer alan Mu kıtasının, günümüz uygarlığından pek çok alanda daha ileri aşamalara ulaştığı söylenir. Demokrasiyle yöneltildiği, güneş enerjisinden faydalanıldığı, yaratıcının insan aklıyla algılanamayacağı ve çok gelişmiş bir Mu dili olduğu bunlardan birkaçıdır. Bu konuda en yetkili kişi olarak tanınan ve ilk defa kapsamlı araştırmalar yapan kişi ise İngiliz Albay James Churchward’dır.
Albay James Churchward Hindistan’da İngiliz ordusunda görev yaparken 1833’te Batı Tibet’te konuk olduğu bir tapınakta bulduğu arşivlerden bilgi edinmiş ve yaklaşık iki yıl boyunca tapınaktaki rahiplerden aldığı eğitimle tabletleri çözmüştür. Daha sonra Meksika, Madrid Ulusal Müzesi ve Tibet’te bulunan diğer bulgular da geçmişte böyle bir kıtanın var olduğunu kanıtlamıştır.
Tüm insanların büyük bir uyum içerisinde ve tek Tanrı inancı ile yaşamakta olduğu öne sürülen bu kıtadaki inanca göre Tanrı tekti, güneş ile sembolize ediliyordu ve bu Tanrı’nın adı “Ra” idi. Onun için Mu uygarlığına Güneş İmparatorluğu da denmekteydi.
ATATÜRK VE MU KITASI
“Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında, tarih alanında da bir derinliği vardır.
Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh’un oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir.”
Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu ve ilk Türk’ün Nuh’un torunu olduğunu söylüyordu. Bu, tesadüfî bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti.
Türklerin kökenini ortaya çıkarmak Gazi’nin en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve Osmanlıların son dönemlerinde Türklük akımları üzerine yapılan araştırmaları derledi.
Onun isteğiyle birçok bilim adamı ve araştırmacı bu alanda araştırmalar yaptı. Yabancı bilim adamları Türkiye’ye davet edildi. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kuruldu.
Atatürk’ün Türklerin kökeni konusunda yaptığı çalışmalarda bulduğu Mu kıtasına ilgisi büyüktü. Türklerin kökeninin oradan geldiği düşüncesi kafasında iyiden iyiye yer etmişti ve neyi nerede arayacağını çok iyi bilen Atatürk, bu konuda araştırma yapması için 1882 Edirne doğumlu Tahsin MAYATEPEK’i Meksika’ya elçi olarak gönderdi.
Meksika’da Tahsin MAYATEPEK’e Amerikalı Arkeolog William Niven’in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökeni de bu tabletlerde idi.
Yaptığı araştırmalarda Türkçe ile Maya dili arasındaki benzerlikleri gören Tahsin Bey şaşkına döndü. Çünkü tabletler Atatürk’ün kendisine söylediği gibi MÖ 200.000 ile MÖ 70.000 yılları arasında Pasifikte yer almış bir kıtadan bahsediyordu.
Kıtanın adı da Mu idi. Avustralya’dan birkaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarlığa ulaştıktan sonra deprem veya tufan sonucu battığı sanılıyordu.
Tahsin Bey burada Maya ve Kızılderili kültürlerini inceledi ve Türk kültürü ile aralarındaki şaşırtıcı benzerlikleri tespit etti. Örneğin; 130’dan fazla yer isminin ve birçok kelimenin Maya, Kızılderili ve Türk dillerinde aynı veya çok benzer olması:
Tepek = Tepe
Yatkı = Ev, yatılan yer
T-sün = uzun
Yu = Su (yumak= yıkamak, Anadolu’da çamaşır yıkamak diye geçer)
Tete = Dede
Aş veya Köz= Yemek, aş
Tamazkal = Hamam, temiz kal
Kuşa = Kuş
Missigi = Mısır
Türe = Töre
Yanunda = Yanında
Hu Hu= Hu hu! (Selam. “Hu hu! Komşu…” şeklindeki hitabı bilmeyenimiz yoktur.)
İldiş = Dişleme
Atışka = Ateş
Küniş= Güneş
Yaşıl= Yeşil
Kün= Gün
Köç= Göç
Atağ= Ata
Çak (Şimşek Tanrısı)= Şimşek çakması
Ayrıca Fransız dil bilimcisi Dumesnil, Kızılderili dilinde 320 Türkçe kelime tespit etmiştir.
Tahsin MAYATEPEK, Meksika’daki araştırmalarında çok daha fazlasını da bulmuştu. Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının Türklerin kullandığı eşyalara benzer eşyalar kullandıklarını Atatürk’e iletmişti. Bu uygarlıkların kullandıkları davullar ve kalkanlar, üzerlerindeki ay ve yıldız sembollerine kadar bizimkilere benziyordu.
Tahsin MAYATEPEK, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak Atatürk’e gönderdi.
1937 yılının sonlarında hasta olmasına rağmen Atatürk 3 ciltlik bu belgeleri incelemiş ve altlarını çizerek notlar almıştır. Bunların ikisi 1970′lere kadar TDK kütüphanesinde idi. (No:7-No:56) Üçüncü defter ise –ki çok manidar- kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınakların bile şaşılacak kadar benzerlik gösterdiklerinden bahsediliyordu.
Sonuç olarak; Atatürk’ün olağanüstü dehası, araştırmacı kişiliği ve üstün gayretleri ile bulduğu “Türklerin Kökeni” konusu onun tarih tezinde yer almış ama ömrü vefa etmediği için yarıda kalmıştır.
Nov 6, 2023 • 5 tweets • 4 min read
MEVLANA’nın karanlık yüzü!!!!
Trt’nin yeni dizisi Mevlânâ'nın ilk bölümü yayınlandı. Sahne, dekor, oyuncular on numara...
Lakin!‼️
Moğollardan tedrisat aldığı Prof. Dr. Halil İnancık'ın da altını çizdiği Mevlânâ, dizide Moğolların Anadolu'ya gelişinden manevi rahatsızlık duyuyormuş havası verilmiş. Tarihi uyarlama filmlerde senaryo gereği değişiklikler yapılır da bir tarihi karakter; ak iken kara yapılmaz, Selçukluyu arkadan hançerleyen biri Selçuklu dostu gösterilmez, pes!
1243 yılında Moğollar Anadolu'yu işgal edip halkı ezmeye, soymaya başladılar. Türkmenler direnişe geçti. Türkmen sözcüğü, Anadolu'daki tüm Ahileri ve Alevileri kapsamaktadır.
Direnişçilerin başını, halk adamı, Alevi Türk Ahi Evren çekmekteydi.
Mevlânâ, Ahi Evren'in baş düşmanıydı. Mevlânâ, Ahi Evren'e o denli düşmandı ki, Ahi Evren hakkında ahlaksız dedikodular uydurmaktan, iftiralar atmaktan sakınmamıştı.
Ahi Evren'in çocuğunun olmadığı diline dolayıp, onun hadım ve eşcinsel olduğu yalanını uydurmuştur. Ahi Evren'in karısı, Fatma Bacı, Ahi Evren'in ölümünden sonra kimsesiz kalır. Kimsesiz kalan Fatma Bacı, Ahi Evren'in yakın dostu Hacı Bektaş'a sığınır. Hacı Bektaş da onu kendisine bacı edinerek korumasına alır.
Mevlânâ, bu durumu da kötü yönde yorumlayarak Hacı Bektaş'a "Bacısı kahpe" diyerek hakaret eder. Hedefinde Ahi Evren'in karısı Fatma Bacı bulunmaktadır.
Başlarında Ahi Evren, Türkmenler işgalci Moğollara karşı direnişe geçerken Mevlânâ ve yandaşları işgalci düşmanlarla iş birliği yaptılar.
Moğollar katlettiği Türk esnafın mallarını, dükkanlarını Mevlânâ'nın adamlarına verdi.
Ünlü tarihçi Prof. Halil İnalcık, bu tarihi gerçekleri yazdığı kitapta onun Moğollarla işbirliği yapan ve Fars kültürüne ait olan birisi olduğunu açıkça yazar...
Dileyenler için Kaynak: Prof. Halil İnalcık, "Devlet-i Aliye", İş Bankası Yayınlan, 1. Cilt, sayfa 33 ya da 39, İstanbul, 2009
Bir diğer Selçuklu tarihi otoritesi sayılan ve Fars el yazmalarını yüzünden okuyabilen tek adam olarak kalmış Prof. Dr. Mikail Bayram, "Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren - Mevlânâ Mücadelesi", NKM, 3. Baskı, Konya, Mart 2012 baskılı eserinde şöyle anlatıyor Mevlânâ'yı;
Selçuklu seçkin sınıfına hitap eden Celaleddin Rumi ile halk adamı Ahi Evren arasında düşmanlık vardı. Tokat, Sivas Kayseri gibi büyük şehirlerde Moğollara karşı çıkan esnafı katlettiler. Ahilere ait zaviyeler Mevlevilere verildi.
Mevlevilik, Mevlânâ geleneğinin sürdürüldüğü tekkenin takipçilerine verilen ve bu dünya görüşüne sahip olan kişilere verilen addır.
Ahiler, Türkmenlerin şehirlerinde örgütlenen esnaf koluydu. Bunların başı olan Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli'nin yakın arkadaşıydı. Prof. Mikail Bayram, kitabında belgeleriyle kanıtlamıştır ki; Ahi Evren'i Moğollara öldürten doğrudan Mevlânâ Celaleddin olmuştur.
Böylece Anadolu esnafının, yani Ahilerin elindeki dükkanlar, imalathaneler; dergahlar, mal, mülk Mevleviler tarafından gasp edilmiştir.
Moğol işbirlikçisi Mevlânâ, 1261'de Kırşehir'de Türkmenleri katleden Şaman inançlı Moğol Baycu Noyan için; "O, Allah'ın evliyalarından birisidir" demiştir. Önce Konya'daki sultanlara sonra Moğollara hizmet eden Mevlânâ; sömürücü sınıfların halkı kandırmak için kullandığı ve bu yüzden de çok sevdiği bir isim olmuştur. Osmanlı Devleti zamanında da Mevlânâ tarikatının sürdürücüsü olan Mevleviler, halkın değil, halkı kullan olarak gören padişahların yanında yer alarak şeriatçı düzenin nimetlerinden bol bol yararlanmışlardır...
Mevlânâ'nın temel öğretisi şudur:
"Kim olursa olsun, gücü yani iktidarı elinde bulundurana biat et, itaat et!
İster Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, sadece ve sadece gücü elinde tutanın vesayeti altına gir, güçlünün önünde eğil, diz çök, el-etek öp!"
Halkın özgürlüğünden ve bağımsızlığından yana olan, üreten ve ürettiğini kardeşçe paylaşan, kadın-erkek eşitliğinden asla ödün vermeyen, üzerinde yaşadığı toprakları kutsal sayıp gözü gibi koruyan başı dik Anadolu Türklerine Mevlânâ'nın düşman olması çok doğaldır.
İşbirlikçi Mevlânâ, işgalci Moğollara karşı savaşan Türklere, ölümüne düşman olmuştur.
Mevlânâ'nın İslam diye yutturmaya çalıştığı öğretinin de özellikle Mesnevi adlı eserinde biraz İslam'a bulandırılmış ama tüm dinlerin ve inançların mistik, ezoterik, heretik ve bazı bazı da erotik unsurlarla anlatımlarıdır. Bu kitabın yazılış gayesi de o dönem mücadele ettiği Ahi Evran'ı (fıkracı Nasreddin Hoca olarak bilinir.) bu hikayelerle halkın gözünden düşürmek, onu karalamak, onu itibarsızlaştırmaktır. Mesnevi dönemin hikmetli ve faydalı bir kitabı değil magazin dergisidir.
Bu amaçla kullandığı hikayelerin birkaçı;
CARİYENİN YOLDA KÖLEYLE EVDE SULTANLA MACERALARI… (Cilt 5 3831-4025. Beyitler s.312-326)
Mevlânâ'nın mücadele ettiği Ahi Evran'ın ise fıkracı olarak Anadolu'da nam salmasının belki de esprisi budur. Çünkü Mevlânâ döneminin egemen gücünden beslenen medyasıyla tüm muhalif sesleri susturuyordu. Ahi Evran Nasreddin Hoca'nın da sesini bu fıkralarla duyurmaya çalışması çok manidar. O çok bilenen fıkraların ve adlarının Mevlânâ ile mücadeleye izafiyeti tam da taşı gediğine koyar;
YA YUTARSA: Celaleddin'in Anadolu'yu Tasavvuf ve Mesnevi aracılığı ile mayalamaya çalışması
PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR: Celaleddin'in Moğol Ajanlığı ve Moğolların her ay kendisine yüklü miktarda altın göndermesi.
EŞEĞE TERS BİNMEK: Celaleddin, özellikle "bir eğitim metodu olarak Hocanın öğrencilere sırtını dönmemesi adabını" aşağılayarak alay konusu etmiştir.
PAPAĞAN Konuşuyor benim Hindi Düşünüyor: Celaleddin'i Boş boş düşünmekle suçluyor.
ve daha bir çok FIKRA, dönemin SİYASAL ve TOPLUMSAL bir vizyonu olması hasebiyle tekrar gözden geçirilmeli.
ACABA HOCA, BU FIKRALARIN İÇİNE SÖYLEYEMEDİĞİ KİM BİLİR DAHA NE HAKİKATLER GİZLEDİ?!
Kısaca özetlemek gerekirse Celaleddin, dönemin FETÖ'süydü!
Dersaneler sorunu ortaya çıkmasa, Bugün FETÖ de bu milletin başına yeni bir Mevlânâ olarak bela olacaktı!
Kerametleri, tebaasının zenginliği, dört kıtayı aşan okulları ve sözüm ona eğitim gayretkeşliği konuşulacak kim bilir doğum yeri Erzurum kutsanacaktı.
Oct 5, 2023 • 5 tweets • 3 min read
Kanada'da mercimek yoktu, 1972 yılında üniversitelerinde mahsül üretim merkezi kurdular, mercimek araştırmalarına başladılar, hatta ürün çeşitliliği için Türkiye'den mercimek örneği aldılar.
Bizim çok da umrumuzda olmadığı için, bugün Kanada'dan mercimek ithal ediyoruz, mercimek ithalatımızın yüzde 80'i Kanada'dan.
Yoğurt… Biz icat ettik, adını biz koyduk, dünyanın hangi lisan konuşulan ülkesine giderseniz gidin, yoğurdun üzerinde Türkçe “yoğurt” yazar, gurbet ellerde marketleri dolaşırken, rafta akrabanı görmüş gibi olursun, sarılasın gelir.
Ama bizim çok da umrumuzda olmadığı için, durup dururken yoğurdumuzun standardı değiştirildi, AB'ye uyum ayağıyla protein oranı düşürüldü, yüzde 12 oranında yağsız kuru madde bulunması şartı tamamen kaldırıldı.
Geleneksel olarak sade tüketilen, kıvamlı, koyu Türk yoğurdu, cıvık hale getirildi. Böylece, Türk pazarında yer bulamayan, meyveli, cıvık Avrupa malı yoğurtlara yol açıldı. Çok kısa sürede çocuklarımızın yoğurt konusundaki damak zevki değişti.
İnek ithal ediyoruz, koyun ithal ediyoruz, çok da umrumuzda değil, aynı zamanda, uğurböceği ithal ediyoruz. Hani “uç uç böcecik annen sana terlik pabuç alacak” var ya, işte onu ithal ediyoruz. Tarımdaki zararlıları yok etmeye yarıyorlar. İthal tarım ilaçlarıyla bizim uğurböceklerinin neslini yok ettik, şimdi, tarımdaki zararlıları yok etsinler diye İspanyol uğurböceklerini ithal ediyoruz.
Süt ürünlerinde kullanmak için “bakteri” ithal ediyoruz. Çok da umrumuzda olmadığı için “yerli ve milli” bakterimiz yok mu birader diye düşünmüyoruz!
Fare ithal ediyoruz, laboratuvarlarda deney yapmak için memlekette fare bulamıyoruz iyi mi…
Memleketin adı Turkey, çok da umrumuzda olmadığı için hindi ithal ediyoruz.
Angola, Eritre, Kongo gibi Afrika'nın gelişmiş ülkelerinden (!) saman ithal ettiğimizi zaten biliyorsunuz…
Çok da umrumuzda olmadığı için solucan ithal ediyoruz.
İthal ettiğimiz solucanlarla gübre yapıyoruz. Çünkü sadece toprağın üstünü değil, toprağın altındaki yaşamı da kuruttuk. Elalemin solucanını ithal etmezsek, bu memlekette gübre bile üretemiyoruz.
Narenciye para etmiyor, dalında çürümeye bırakıyoruz, ağaçları söküyoruz. Çok da umrumuzda olmadığı için, ilaç ve çay üretimi için, portakal kabuğu, mandalina kabuğu, limon kabuğu ithal ediyoruz.
İskenderun demir çelik, Ruslar yaptı, parasını domatesle ödedik.
Seydişehir alüminyum, Ruslar yaptı, parasını portakalla ödedik.
Aliağa rafinerisi, Ruslar yaptı, parasını salatalıkla ödedik.
Oymapınar barajı, Ruslar yaptı, parasını mandalinayla ödedik.
Türk tekstilinin temeli, Nazilli Sümerbank basma fabrikası, Ruslar yaptı, bir lira bile vermedik, kabak biber greyfurtla ödedik.
Sebzemiz meyvemiz narenciyemiz işte bu kadar kıymetliydi.
Çok da umrumuzda olmadığı için, hem bu hayati tesislerimizi sattık savdık, peşkeş çektik, imha ettik, hem de sebzemizi meyvemizi artık “çöp” fiyatına bile ihraç edemez hale geldik.
Üç tarafımız denizlerle çevrili, iç denizimiz var, deniz büyüklüğünde göllerimiz var, çok da şeyimizde olmadığı için barbun Senegal'den geliyor, kalamar Hindistan'dan, ahtapot İspanya'dan, karides Endonezya'dan, midye Şili'den lagos Mısır'dan, kalkan Romanya'dan, uskumru Norveç'ten, sinarit Gana'dan, lüks otellerde yediğiniz kılıç şişler aslında Çin'den ithal köpek balığı…
Karadeniz'de 26 balığın neslini kuruttuk, Marmara'da 125 balığın neslini tükettik, tarlada çipura yetiştirmeye çalışıyoruz. Sardalya festivali düzenliyoruz ama, çok da umrumuzda olmadığı için sardalya Yunanistan'dan geliyor.
Çok da umrumuzda olmadığı için, 2002'den beri, toplam tarım alanımız 26 milyon hektardan 23 milyon hektara geriledi.
Ekilen tarım alanımız 18 milyon hektardan 15 milyon hektara geriledi.
Ayrıca, şu anda 4 milyon hektarlık alan, maddi imkansızlıklar nedeniyle ekilemiyor.
Hal böyleyken, Türk tarımının ocağına incir ağacı dikilirken ne yaptık biliyor musunuz?
Çok da umrumuzda olmadığı için Afrika'da tarla kiraladık .Bastık tiko parayı, Sudan'da 7 milyon 805 bin dönüm arazi kiraladık. Hem de 99 seneliğine kiraladı. Kim çalışacak bu arazide? Sudanlı köylüler çalışacak.Sudanlı köylüler bizim araziyi ekip biçecek, ürün yetiştirecek, ihraç edecek!
Kiraladığımız arazinin büyüklüğü, Sivas kadar… Kayseri, Eskişehir, Diyarbakır, Yozgat, Çorum ve Manisa'nın tarım arazisinden daha büyük.
Türkiye'nin kendi kendine yetebildiği tek ürünü “şeker pancarı” kalmıştı. Çok da umurumuzda olmadığı için mısır şurubuna yol verildi, şeker fabrikaları satıldı, çok da umrumuzda olmadığı için hem şeker pancarımız imha edildi, hem diyabette milletçe rekora gidiyoruz.
Boşnaklar için ağlıyoruz Sırp Kasabı'ndan kıyma ithal ediyoruz.
Son beş sene içinde 568 milyon kilo tohum ithal ettik.
Nereden ithal ediyoruz bu tohumu…
Türkiye'nin topraklarının yarısından fazlası tarım arazisi ama, Filistin için ağlayıp umrumuzda olmadığı için, topraklarının yarısından fazlası çöl olan İsrail'den tohum ithal ediyoruz.
Başka örnekler de vermek isterdim…
Çok da umrumuzda olmadığı için gerek görmüyorum...
Atatürk savaşta bile insan yakmamıştır. Güneydoğu'ya bu yalan söylenirken, Karadenizliye "Atatürk sizi bombaladı" dediler. Hani olur da genel palavralar tutmaz diye her şehire ayrı palavralar yazdılar. Yok Yozgat'la ilgilenmemiş, yok Rize'yi defterden silmiş...
Sözde ezilen sınıflar yarattılar ve Lozan'ı kötülediler.
Oysa Osmanlı döneminde kapitülasyonlar vardı. Öyle ağırdı ki devlet, kendi vatandaşından aldığı vergiyi kendi toprağındaki yabancıdan alamaz olmuştu.
Limanlar, seyrüsefer, bankalar, demiryolları, işletmeler yabancılara teslim edilmişti.
Yabancılar Türkiye'de kendi mahkemelerini açmış, kendi anayasalarına bağlıydı. Devlet içinde devlet, halk içinde halk...
Onlar kendi ulus devletlerini, kendi millî yönetimlerini kurarken, Osmanlı toprağında ise yabancı imtiyazını demokrasiden sayıyorlardı.
Devlet bu çıkmaz içindeyken bu toprakların asli unsurları ise 3. sınıf vatandaşa dönmüştü.
Millî bir anayasada millî bir kimlik, eşit hukuki haklar tanımlanmış değildi. Hakiki "ezilen sınıf" asli unsurlar olmuştu.
Yabancılara tanınan bu ayrıcalıklar Lozan'da kalkınca ne oldu? Türkiye'deki yabancılar Türk hukukuna tabi oldu. Yani asli unsurlar ve yabancılar eşit olmuştur.
Komünist Lenin'le milliyetçi Mustafa Kemal Paşa, hakiki sömürgecilere karşı bir bağımsızlık savaşı vermiştir.
Topraklarımız sadece yabancı postalından kurtulmadı, aynı zamanda devletimiz yabancı hukukundan, yabancı baskısından kurtuldu.
30 Ağustos da cumhuriyet de hakiki ezilmişlerin zaferi oldu. Türk'ün de Kürt'ün de Çerkez'in de Alevi'nin de sünninin de...
Bu yüzden Atatürk, "Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir," diyerek tüm fertleri hukuken eşit ve tek çatı altında birleştirmiştir.
Lozan'da kapitülasyonları kaybeden yabancı odaklar, Türkiye'de kendi ayrıcalıklarını tekrar elde edebilmek için elbette bu eşitliğin yani millî birliğimizin bozulmasını isteyecek. Elbette Lozan'ı karalayacak.
Siz Atatürk'ü kötüleyenlerin, İngiliz'e iki çift laf ettiğini gördünüz mü? Lozan'ı kötüleyenler, Konsolosluk mahkemelerinden bahseder mi?
Kaynak:Ertürk Özel
#AtatürkDiyorKi
Sep 19, 2023 • 6 tweets • 8 min read
ARAPLARIN TÜRKLERE YAPTIĞI KATLİAMLAR VE İHANETLERİN DERLEMESİ‼️
*OSMANLI SALTANATINI YIKMA ZAMANI GELDİ!
Emir Hüseyin’in oğlu Faysal, Araplara şu bildiriyi yayımlar: “…Uyanınız! Elele vererek, Osmanlı saltanatını yıkma zamanı geldi.” Emir Faysal’ın 11 Ağustos 1919 günlü mektubu:“Bütün Müslümanların gözleri İngiltere’ye dikilmiştir. Türk-Müslüman İmparatorluğu’nun yıkılmasında asıl kuvvet olan Araplar, şimdi ödüllerinin ne olacağını bilmek istiyorlar.”Mekke Emiri Hüseyin, 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçiren General Mod’a, “Bağdat’ı Turanilerden (Türklerden) kurtardığı için Allah’a şükrettiğini, İngilizlerin başarılarına duacı olduğunu” bildirecektir.“Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim.” İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merve geldiler.Yaz gelince Kuteybe, Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.
*HEPSİNİ ÖLDÜRÜN ! HEPSİNİ ÖLDÜRÜN !
Kuteybe dedi: “Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). (Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün)”Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd?e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.Ganimet malının beşte birini Haccac’a gönderip semerkant’ın fethini de ilan etti. Haccac da bu haberi işitip sevindi. kuteybe tekrar Merv’e döndü. Kardeşi Abdullah’ı Semerkant’a emir yaptı. Askerlerinin bir miktarını onun yanında bıraktı ve gereği kadar harp aleti verip, abdullah’a dedi:“kafirlerden ( ki Türkler oluyor) hiç kimseyi semerkant’a girmeye bırakma, ancak eline bir parça balçık ver ve o balçığın üzerine mühür vur.”
*ÖLDÜRÜLEN TÜRKLERİN HADDİ HESABI YOKTU
Bu harblerden birinde, Et-Taberi’nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe’ye, 4000 esirle gelmişti.Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir.Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu.VAHŞETTEN GURURLANDINitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır;“Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”
*ÇANAKKALE SAVAŞINDA ARAPLAR ATEŞ ALTINDAKİ SİLAH ARKADAŞLARINI BIRAKIP KAÇTI!
… 57. Alay 180 yükseltili tepeyi, 27. Alay da Kırmızı Sırt’ın büyük bölümünü geri aldı. Ama sol kanattan haber gelmiyordu. Buraya yollanan 77. Arap Alayının, 27. Alayın soldaki taburuyla birlikte düşmanı denize doğru sıkıştırıyor olması gerekmekteydi.Anzakların denize süpürülmesini bu baskı sağlayacaktı. M. Kemal cepheyi siper siper denetleyip askerinin ateş altındaki durumunu inceleyerek, gün doğarken Kocedere’ye gelecek, çok üzücü, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaşacaktı. Çanakkale’de bir daha yaşanmayacak bir olayla…Gün ağarıyordu… Telefon bağlanmadan, 77. Alayın 1. Tabur Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey geldi. Gözleri ağlamış gibi kıpkırmızıydı.-“Efendim” dedi, “… Utanç içindeyim. Ne yazık ki, alayımız çil yavrusu gibi dağılarak savaş alanından kaçmıştır…”– “Ne diyorsunuz?”-“… Alay komutanını bulamadım. Sizin buraya geldiğinizi duyunca bilgi sunmak için koşup geldim.”Mustafa Kemal bu dürüst askeri Trablus’ta sömürgeci İtalyanlarla savaştıkları günlerden tanıyordu. Yanında kol komutanlığı yapmıştı.Gece sol yandan neden bilgi gelmediği, Anzakların niçin denize sürülemediği anlaşıldı. Savaş alanından kaçmak, bağışlanabilir suç değildi. Hacı Mehmet Emin Bey’e, “Alayı Kocadere’nin batısında toplayınız…” dedi, “…Yine kaçan olursa vurunuz!”Arap askerlerinin bazı halleri, tavırları, alışkanlıkları, tümende bulunan Türk askerlerini şaşırta gelmişti… Ama en çok da bu adamların çoğunun silah arkadaşlarını ateş altında bırakıp kaçmalarına şaştılar.
Bambaşka bir milletin ve çok farklı bir toprağın çocukları olduklarını yaşaya yaşaya her gün biraz daha iyi ve derinden Anlamaktaydılar ” Turgut Özakman söz konusu dipnotları M. Kemal, Fahrettin Altay, Şefik Aker, İzzettin Çalışlar gibi Çanakkale Savaşlarında görev alan komutanların resmi raporlarına ve adı geçenlerin anı ve müşahedelerine dayanarak hazırlamıştır. Sultan Mehmet Reşat, bir yandan Türk Ordusunu harekete geçirirken, diğer yandan da Halifelik sıfatını kullanarak 11 Kasım 1914 ten Cihad-ı Mukaddes (Kutsal Savaş)i ilan etmek suretiyle, ortak düşmana karşı İslâm âlemini birlikte savaşa katılmaya çağırmıştı.Ancak Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Hicaz da kutsal savaşa razı olmamıştı. Şerif Hüseyin in esas gayesi, Arapların Kralı olmak ve Halifeliği ele geçirmekti.Kahire deki İngiliz Genel Valisi Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında Temmuz 1915 ayı içerisinde yapılan ilk pazarlıkta, kurulması tasarlanan Arap İmparatorluğu sınırının; Kuzey de Mersin, Adana, Birecik-Urfa-Mardin dâhil, İran sınırına kadar, Doğuda, Basra Körfezi, Güneyde, Aden üssü hariç Hint Okyanusu kıyısı, batıda ise Kızıldeniz-Akdeniz (Mersine kadar) kıyılarını kapsayacak şekilde olması görüşülmüştü.
*HASTA TRENİNDEKİ BÜTÜN YARALI VE HASTA TÜRKLERİN HEPSİNİ ÖLDÜRDÜLER!
Türk Ordusunun Eylül 1918 ayı içerisinde Tafas çekilme harekâtında Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez haldeydi. Artık Türkleri hiçbir şeyin kurtaramayacağını biliyordu. Bütün benliği ile kendini o kanlı katliama vermişti. Korkunç çığlıklar atıyordu. Deli gibi bağırıyordu.Süngülü bir Türk erinin yüzüne ateş etti ve yere yığılan ölüyü atına çiğnetti. Arap askerleri, Lawrence ın kışkırtmasıyla Dera da terkedilmiş bulunan bir hasta trenindeki bütün yaralı ve hasta Türkleri merhametsizce öldürmüşlerdir.Türk Ordusu, Dera ve Şam istikametinde kuzeye doğru çekilirken Dera Tafas köyü civarında Lawrence, yanında bulunan Arap birliklerine;“Savaşçılar! İçinizde en iyisi, en çok Türk öldürecek olandır. Esir almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” demiş, bunun üzerine Arap kumandanlarından olan Tallal, Auda ve Nasır da bedevi askerlerine aynı şekilde Esir almak yok! Bütün Türkleri öldüreceğiz! komutunu vermiş ve uygulamışlardır.Ayrıca Tallal, çekilen Türk askerlerini takip ederken yolda halsiz bir şekilde uzanan su..Su diyen bir Türk askerinin başına ateş ederek onları öldürmüş, yol boyunca gücü tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları ile birlikte insafsızca katletmiştir.Arap Kuzey Ordusu nun karşısında bulunan Cemal Paşa komutasındaki 4’üncü Türk Ordusu da, Deradan kuzeye Şam a doğru çekilmeye başlamıştır. Araplar; yol boyunca çekilen ve bitap düşen Türk askerlerine Lawrence’ın de kışkırtması ile insafsızca saldırıyor, onları arkadan hançerliyordu.
*HAÇLILAR ZAMANINDA BİLE SIRT ÇEVİRDİLER!
Haçlılar Suriye ye gelince Türklere karşı Mısırlılarla birleşmekte tereddüt etmediler. Haçlı ordusu Antakya da Türklere saldırdığı sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zaptediyordu.Nihayet Türkler yenilip Antakya da alınınca, Haçlılar sevinçle Mısırlıların üzerine yürüdüler ve (Beyt-i Mukaddes)i ellerinden aldılar.Fatimi Halifesi (Elmüstali Billah Ebu-l Kasım Ahmed)in Türklere karşı Haçlılarla birleşmeye neden gerek görmüş olduğunu Miladin 1097 olaylarından söz ederken işte söyle anlatır:“Fatimiler kendi hakimiyet sahalarında ve özellikle Suriyede, Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu akını durdurmaya karar verdiler. Mustali o tarihten bir yıl önce Afdal’in komutasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle savaştığı sırada onların da Türk fütuhatçılarına saldırmalarını emretti.?Bu müthiş kin ve garezin feci tezahürleri Arap-Haçlı birleşmelerine münhasır kalmamış, Haçlıların Antakya önlerindeki ünlü yamyamlıkları Arapları sevindirmiştir!Açlıktan muzdarip olan Haçlıların Arap yardımlarından önce Türk şehitlerini mezarlarından çıkarıp pişirerek kebap gibi yedikleri, tarihin daima korku ve lanetle anacağı bir vahşet hatırasıdır.”Bir gün binbeşyüz şehit cesedi birden çıkarılmış ve bunlardan üçyüzünün mübarek başları kesilerek Mısırdaki ?Halife-i İslam ın haçlı ordugahında Türklere karşı birleşme yapmaya gelen hayasız elçilerine gösterilmiştir.Ünlü haçlı tarihçisi Guillaume de Tyr, Historia de Rebus gestis in partibus transmarinis adlı Latince tarihinin onüçüncü yüzyıl Fransızca çevirisinin 1879 Paris baskısının birinci cildinin 165. sayfasında Arap elçilerinin bu görüntü karşısındaki halini şöyle anlatır:“Mısır halifesinin elçileri henüz oradan hareket etmemişlerdi. Bu manzarayı görünce, düşmanlarının (Türklerin) ölmüş olmasından dolayı çok sevindiler…Bütün cenazeler bir çukura atıldı ve kesik başlar da sayılıp ne kadar oldukları bilinmek üzere ordugaha getirildi. Yalnız Mısır Halifesinin Sefirlerine ait dört ata yüklenen başlar sahile göderildi.?”Osmanlı hizmetindeyken Arap subay ve memurların büyük çoğunluğunun devlet aleyhinde faaliyette bulundukları ve bir bölüm kişinin daha etkin bir tutum içinde ajan görevi yaptıkları tespit edilmişti. İş bununla da kalmamıştır.Meclis-i Umumî, yani Osmanlı Parlamentosu’nda bulunan Arap temsilcileri tam bir casus davranışı içine girmişler, Mekke Şerifi’ne yolladıkları mektuplarda Mekke’nin yönetimini derhal ele geçirmesini ve Arap başkaldırmasına öncülük etmesini istemişlerdir.Birinci Dünya savaşı sırasında Medineyi korumakla görevli Fahrettin paşa ve askerleri, üç yıla yakın bir süre devam eden bu görevde kendi yiyeceklerini halkla paylaştıkları için yiyeceksiz kalırlar.Fahrettin Paşa yiyecek sıkıntısı nedeniyle askere bir tamim yayınlayıp çekirge yemelerini bildirir. Kendisinin de çekirge yediğini ifade ederken, özel bir çekirge menüsünden de bahsederek tarifesini verir;” Dün benim soframda çekirge tavası vardı. Arkadaşlarla yedik çok leziz idi. Hele zeytin yağlı ve limonlu salatası pek hoş oluyor. Eğer fazla çekirge toplayabilirseniz bana da gönderin” diye de not geçiyor.
*ALTIN BULMAK İÇİN TÜRK ASKERLERİNİN KARINLARINI YARDILAR!
Türk askerleri gıda konusunda kendilerini korudukları bedevilerden araplar dan hiç yardım görmezler. Tarih meraklıları bilirler, Araplar İngiliz oyunlarına inanınca topraklarındaki Osmanlıları çıkarmak için kalleşçe hep arkadan vurdular, Anadolu ya dönmek üzere yola çıkan askerlerimizin geçeceği yerlerdeki su kuyularına zehir attılar.Hatta vahşetleri o boyutlara ulaştı ki silahsız savunmasız geri çekilen ve yaralılardan oluşan hastane tümenine saldırarak Osmanlı askerlerini bunlar altınlarını yutup midelerinde saklarlar diye karınlarını deşerek vahşice katlettiler.1916 yazında Arap meselesi İngilizlerin lehine dönmüştü. İngilizler için sadece hazırlanan esaslar üzerinde faaliyete devam etmek kalıyordu. Araplar ile olan bu çatışma İngilizlerin o kadar işlerine yaradı ki, Mısır Seferi diye anılan bu seferin daha sonraki aşamalarında, İngilizler, sanki kendi memleketlerinde savaşıyorlarmışçasına müsait şartlar altında savaştılar.Türkler ise kendi memleketlerinin bir kısmında doğrudan doğruya düşmanca duygular besleyen yerli halk arasında savaşmaya mecbur olmuşlardı.
İşte Din kardeşi(!) saydığımız, birçok millete yeğ tuttuğumuz arapların, Türklere yapmış olduğu ihanetlerinin derlemesidir…
Bazıları, "Kurtuluş savaşı tek kişiye mi bağlı…" diyor.
Evet, bazı olaylar kahramanlarından bağımsız var olamazlar. Bu sebeple tek kişiye bağlıdırlar.
Kahramanlarına!..
İsterseniz deneyin..
Buyurun Fatih'i çıkarın, alın bir kenara koyun ve İstanbul'u fetih edin de görelim..
Nasıl yapacaksınız?
Fatih olmadan İstanbul'u asla fetih edemezsiniz..
Seyit Onbaşı'yı yok sayarak Çanakkale'yi anlatamazsınız.
Alpaslan olmadan Anadolu'yu zapt edemezsiniz.
Tıpkı bunun gibi.
Mustafa Kemal olmadan da Kurtuluş savaşını başaramazsınız.
Kahramanları olmayan öyküler yaşamaz.
Bu sebepledir ki Atatürksüz Türkiye Cumhuriyeti olmaz.
Siz istediğiniz kadar Atatürksüz 19 Mayıs kutlamaya çalışın, ya da 30 Ağustos'u ...
Herkesin zihni kahramanı arayacaktır.
Nitekim 19 Mayıs 1919'un siyasal ve askeri aktörü, Mustafa Kemal'dir. Siyasal olayların ana figürü odur. O yok sayıldı mı gerisi gelmez. Anlatamazsınız. Daima eksik kalır.
Amasya tamimi dersin?
Kim yönetti derler..
Onun adını anmadan anlatamazsın eksik kalır.
Sivas Kongresi dersin..
Laf gene Mustafa Kemal'e gelir dayanır.
Sıra meclise gelir. Gene o temel figürdür. Asıl aktördür. Kendisinden istediğin kadar söz etmemek iste, istediğin kadar yok say..
Anlatamazsın. Çünkü her yerde o var! Ve bir şey daha; O var olduğu için sen varsın.
Biyolojik olarak değil, yurttaş olarak, içinde bulunduğun eğitim düzeyinde ve makam sahibi isen makam adamı olarak…
Unutma!!
Tarih kahramanların omuzunda yükselir...
@threadreaderapp
Dec 17, 2022 • 75 tweets • 10 min read
Son zamanlarda tuhaf yazarlar türedi. Bunlar kendilerine Atatürk'ü ele alıp kitaplar yazıp millete Atatürk'ü dinsiz, inançsız biri olarak göstermek için resmen kendi aralarında yarışa girdiler. Bu yazdıkları kitaplar ile Atatürkçü kesimden insanları bile etkileyebildiler.
Fakat Atatürk'ün dinini ve inancını sorgularken bunu tarihi açıdan bakıyor gibi gösterip ilim yapıyor gibi gösterip fakat din açısından kendilerinin hiç bir bilgiye sahip olmadıklarını hatta hurafelere inandıklarını gördük.
Dec 16, 2022 • 18 tweets • 3 min read
Atatürk döneminde ezan, Türkçe okunmaya başlamıştı ve bu uygulamaya İnönü döneminde de devam edilmişti. Ancak 4 Şubat 1949’da Ticani tarikatı mensupları, TBMM’de bir Arapça ezan hadisesi tertip etmişlerdir. Bu olay, Atatürk ilke ve devrimlerine karşı yapılan bir girişimdi.
Mecliste Arapça ezan okunması için Çubuklu Nebi Cavit’in, Kalaba köyü civarındaki evinde toplanılmıştır. Bu iş için, Meclise giriş kartı tedarikini Abdullah adlı kişi üzerine almış, hadisenin bundan sonraki safhasında Abdullah ortadan kaybolmuş ve kendi adının yazılı ⏩
Dec 15, 2022 • 4 tweets • 1 min read
Biz TÜRKLER,
ANADOLU’ya bir yerlerden gelmedik.
Biz her zaman ANADOLU’da idik.
Göbeklitepe 18000 yıllık
Höyük 2000 yıllık
Kıpçak atalarımız hep ANADOLU’da idi.
İskitler İstanbul’un ilk sahiplerinden
Etiler Orta Anadolunun hakimi idi.
Türükler M.Ö 2500 yılında yine Anadoluda idi.
Sümerler de Anadoluda idi.
TOROSLARIN her yeri TÜRK izleri ile kaplı.
Pantolon yerine etek giyenler
pantolon giymeyi bizden öğrendi.
3000 yıl önce Tepik oynardı Atalarımız
adı oldu Futbol dünyanın hırsızı İngiltere sahiplendi.
Oct 18, 2022 • 8 tweets • 2 min read
Sen Gusul abdestinin nasıl alınacağını tartışırken;
Johan Gutenberg m.s.593 yılında matbaayı keşfetmiş.!
Sen Namaz abdestinin nasıl alınacağını tartışırken,
Karl Benz 1885 yılında benzinle çalışan patlamalı motoru icat etmiş.!
Sen Namazın kaç rekât olduğunu tartışırken;
Wring kardeşler Orville ve Wilbur Wringt kardeşler ilk defa motorlu uçak uçurmuşlar.!
Sen,başörtüsü islâmın emrimi değil mi onu tartışırken;
10 yy'da Çinliler silahı icat etmişler.!