Yepisyeni Türkiye Profile picture
- yerel & global siyaset - servet düşmanlığı - şakalar komiklikler - kültür zanaat https://t.co/NT4GWHjhz8 Ama asıl vitaminim youtube'da.
Dec 14 10 tweets 21 min read
Toplumların Çöküşü Matematik ile Öngörülebilir mi?

Isaac Asimov’un kült eseri Vakıf serisinde, matematikçi Hari Seldon, "Psikotarih" adını verdiği bir bilim dalı geliştirir. Seldon’a göre tek bir bireyin ne yapacağını bilmek imkansızdır. Ancak milyarlarca insandan oluşan yığınların tepkileri, tıpkı gaz moleküllerinin fiziği gibi matematiksel yasalarla öngörülebilir. Bu bakış açısı, "tarihi krallar ve kahramanlar yapar" diyen o eski, romantik "Büyük Adamlar" anlatısını reddeder. Bunun yerine, tarihsel materyalizme göz kırpan, tarihin akışını şahısların iradesinde değil, altta yatan yapısal ve maddi koşulların zorunluluğunda arayan bir anlayışı benimser.

19 ve erken 20. yüzyıl tarih anlatıları kahraman hükümdarların hamleleri, ulusların değişmez karakteristikleri veya beklenmedik kültürel devinimler üzerinden yorumlanır. Biyolog ve tarihçi Peter Turchin ise, bu olayların rastlantı olmadığını, alttan alta biriken toplumsal baskıların izini sürerek açıklanabileceğini savunuyor. Bu anlamda kurgusal olan "Psikotarih"in en gerçek hayatsal kuzeni denilebilir. Turchin’in "Yapısal Demografik Teorisi", toplumları üç ana bileşene ayırıyor: üretici halk, gelirlerinin önemli kısmını halktan alan elitler ve bunların koordinasyonundan sorumlu devlet. Bu, devletin sınıf savaşının bir arenası veya engeli olarak değil, kısmi bir erk olarak konumlandığı bir yorum[1].

Teori, nüfusun artışı, gelir dağılımının bozulması, elit sayısının çoğalması ve devletin mali sağlığı arasındaki etkileşimlerin zaman içinde gerilim biriktirdiğini ve bu gerilimin eninde sonunda toplumsal krizlere yol açtığını gösteriyor[2]. Sosyolog Jack Goldstone’un genç nüfus patlamaları ve kentsel yoğunlaşmanın siyasi kırılganlıkla ilişkisi üzerine bulgularından yola çıkan Turchin, Historical Dynamics, Secular Cycles ve Ages of Discord gibi eserlerinde bu dinamikleri matematiksel modellerle inceleyerek bazı toplumların yükseliş ve çöküşlerini “doğal döngü” benzeri örüntüler üzerinden tartışıyor[3].

Bu tweet kervanında, Turchin’in yaklaşımını oluşturan üç aşamalı modellemeyi inceleyerek medeniyetlerin çöküşlerine dair matematiksel bir model kurulabileceği iddiasına eğileceğiz. Bu aşamalar, tarihsel süreçlerin zorunlu olarak birbirini takip eden evreleri değil, farklı toplumsal bileşenleri ön plana çıkaran analitik çerçevelerdir. Her toplum bu evreleri aynı sırayla yaşamak zorunda değildir, her şey çok farklı gelişebilir. Ancak bu alanda ciddiye alınan bir teori olduğundan biraz kurcalayacağız.Image Doğrusal ve Üstel, ve Yılansal Büyüme ve Modelleme Yöntemleri

Sosyoekonomik süreçleri modellemenin ilk adımı, büyüme türlerinin nasıl işlediğini anlamaktır. Doğrusal büyüme sabit bir artış anlamına gelir. matematiksel olarak y = mx + b formülüyle ifade edilir. Örneğin bir kişinin kumbarasına her ay belirli bir miktar para atmasıyla biriken tasarruf doğrusal olarak artar[4]. Grafik üzerinde bu tür bir değişim yukarı doğru belli bir açıyla yardıran bir çizgi olarak ifade edilir.

Buna karşılık üstel büyüme mevcut miktara orantılı bir artış hızına sahiptir ve y = a b^x formülüyle gösterilir[5]. Bakteri kolonilerinin çoğalması veya nüfusun her yıl belirli bir yüzdeyle artması gibi süreçler üstel büyüme örnekleridir[4]. Yavaş başlayıp hızlanarak artar. bir Ↄ harfini katanamızla tam ortasından kestiğimizde altta kalan kısım gibi görünür. Bu, Thomas Malthus'un öngördüğü modeldir. Malthus’un yaklaşımı, matematiksel bir miyopluğa dayanıyordu. Nüfus artışını sonsuza dek sürecek bir patlama (üstel büyüme) olarak görmüş, ancak sistemin kendi maddi sınırlarına çarparak yavaşlayacağını (lojistik fren) hesaba katmamıştı. Malthus'un öngördüğü şekilde büyüyen bir popülasyon olabileceği varsayımı, büyük yer değiştirme (the great replacement) ve onun ataları olan muhtelif kitlesel kırım maksatlı aksiyonun felsefi bazını oluşturdu. Bu kafa genellikle birçok yerden baş verir ve ucu hiçbir zaman çok güzel yerlere çıkmaz.

Gerçek dünyada hiçbir popülasyon sınırsız bir şekilde üremez. Lojistik büyüme adı verilen S‑şeklinde bir eğri oluşturur. Fransız matematikçi Pierre‑François Verhulst, bu davranışı şu diferansiyel denklemle modelledi: dP/dt = r P (1 - P/K). Burada r büyüme hızını, K ise ortamın taşıma kapasitesini temsil eder[6]. Denklemin ilk terimi erken dönemde üstel büyümeyi yansıtırken, ikinci terim doygunluk döneminde büyümeyi yavaşlatır[7]. Sonuçta popülasyon, S‑eğrisi oluşturarak taşıma kapasitesi K’ya yaklaşır[8].Image
Nov 15 12 tweets 13 min read
Zeka Oyunları: Sekiz Yüzlü Vampirik Zihinburgacı

"Peki o zaman Yepis kurtulmak için hangi bilmemneyi bilmemne yapmalıdır?" formatındaki hikayeli bulmacalara olan sevgim büyük usta rahmetli Selçuk Alsan'ın (ve onun karakteri "Cin Ruhi"nin) maceraları ile ilkokuldan başladı. Bir süre önce ufak bir derleme yaptım. Sizlere bunun temel kategorilerini anlatacaktım, sonra dedim ki anlatmayayım, yaşatayım.

Şimdi benimle gelin ve boyutlararası vampirler şatosundan beraber kaçalım.

Yepis ve Gaipten Sınavlar: Vampirik Sekizgen Zihinburgacı’ndan Kaçış! Muhahahahaha! Sınav 1: Bozkürtadam

Vampirler genelde asil soyundan geldiğinden Yepis ile birbirlerine sınıf kinleri vardır, anlaşamazlar. Ancak günlerden bir gün barış yapmayı teklif edip, boyutlararası vampirler şatosu Sekizgen Zihinburgacı'nda bir ziyafet düzenlerler. Yepis beleş gıdayı duyunca düşünmeden katılır. Heyhat bu bir tuzaktır. Yepis ziyafet salonuna girdiği gibi, bir bozkurtadam onu ısırır. Önüne iki kadeh koyarlar. Birinde kurtadamlığı tedavi eden ivermectin adında bir iksir, diğerinde ise onu "kürtadam" yapacak "ü" noktacıkları vardır.

İki kapüşonlu muhafız kadehleri korumaktadır. Biri her zaman doğruyu söyler, diğeri ise daima yalan söyler. Yepis yalnızca tek bir soru sorma hakkına sahiptir, ardından bir kadehten içmek zorundadır. Hayatta kalmak için ne sormalıdır?

Bulmaca Türü: “Knights and Knaves” (doğrucu–yalancı)
Aug 3 4 tweets 9 min read
🧵2025 itibariyle Türkiye’nin “Havuz Medyası”

Türkiye’de “havuz medyası” terimi, iktidar çizgisinde yayın yapan ve büyük ölçüde hükümet kontrolünde olan medya ağını tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu ifade, 2013 yılında bazı iktidar yanlısı iş insanlarının oluşturduğu “para havuzu” ile doğrudan ilişkilidir. O dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakın büyük müteahhitler (Cengiz, Limak, Kolin vb.), zarar eden Sabah-ATV grubunu finanse etmek üzere bir fon havuzu oluşturmuş ve medya satın alımlarına katkı sağlamıştır[1].

Sabah gazetesi ve ATV kanalı önce 2007’de TMSF aracılığıyla Çalık Holding’e satılmıştır ve finansmanın %70’i kamu bankası kredileriyle karşılanmıştır[2]. 2013 sonrasında ise kağıt üzerinde Kalyon Grubu’na (Zirve Holding) devredilerek bu havuz fonlarıyla desteklenmiştir [1]. İşte “havuz medyası” tabiri, buradan gelmektedir ve bugün yandaş medya olarak da anılmaktadır. Örneğin:

- Sabah–ATV Grubu (Turkuvaz Medya): Türkiye’de havuz medyasının amiral gemisi konumundadır. Sabah gazetesi, ATV ve A Haber kanalları, Takvim ve Yeni Asır gazeteleri gibi pek çok mecrayı barındıran bu grup, Kalyon İnşaat/Zirve Holding bünyesindedir. Yönetiminde Cumhurbaşkanı’nın damadı Berat Albayrak’ın kardeşi Serhat Albayrak bulunmuştur. Turkuvaz Medya Grubu, hükümet yanlısı yayın çizgisinin temel taşı olarak anılır ve “havuz medyası” tabirinin doğmasına neden olan yapıdır[4]. Sabah ve ATV’nin 2007’de TMSF yoluyla iktidara yakın bir gruba geçmesi ve 2013’te havuz fonlarıyla tekrar yapılandırılması, bu grubun iktidar güdümünde oluşunu pekiştirmiştir[1].

- Demirören Medya Grubu: Eskiden Doğan Medya’ya ait olan Hürriyet, Milliyet, Posta gibi yüksek tirajlı gazeteler ile Kanal D ve CNN Türk gibi büyük TV kanalları, Mart 2018’de Doğan Grubu’nun yoğun hükümet baskısına daha fazla direnemeyerek Erdoğan Demirören’e satıldı[5][6]. Bu satışın ardından söz konusu gazete ve kanallar hızla hükümet çizgisine çekildi. Demirören Grubu ayrıca DHA haber ajansı ve diğer bazı dergileri de bünyesine katarak ana akım haber akışını hükümet kontrolüne yaklaştırmıştır. Örneğin Hürriyet, bir zamanlar merkez medya olarak nispeten dengeli yayın yaparken, el değiştirdikten sonra muhalif yazarlarını işten çıkarmış ve belirgin şekilde yandaş bir çizgiye geçmiştir. CNN Türk de bu dönemde içerik politikalarını iktidarın hassasiyetlerine göre düzenlemiş, muhalefetin protesto ettiği yayınlar yapmıştır. Bu dönüşümler sonucu Hürriyet, Sabah, Milliyet, Posta gibi Türkiye’nin en çok okunan gazetelerinin tamamı bugün iktidar yanlısı patronların elindedir[7][8]. Benzer şekilde CNN Türk, Kanal D, ATV, A Haber gibi en çok izlenen haber kanalları da doğrudan havuz medyasının parçasıdır[9][10].

- TürkMedya Grubu (Akşam ve Star): Bu grup, 2013 yılında Çukurova Holding’in borçları nedeniyle TMSF tarafından el konulan Akşam ve Güneş gazeteleri ile SkyTürk 360 TV’nin, iktidara yakın işadamı Ethem Sancak’a satılmasıyla oluşturuldu[11]. Sancak, Kasım 2013’te bu medya varlıklarını 62 milyon dolara devralırken “AK Parti’nin emrinde bir nefer” olduğunu açıkça beyan etmişti[11][12]. Akşam ve Sky360 bir süre Sancak yönetiminde iktidar propagandasının yeni aygıtları haline getirildikten sonra, 2017’de Erdoğan’ın eski mahkum arkadaşları olan Yeşildağ ailesine (Hasan ve Zeki Yeşildağ) devredildi[12]. Yeşildağlar döneminde Akşam gazetesi yayınlarını sürdürürken, Star gazetesi ve Güneş gazetesi ise 2019 sonu itibarıyla yayın hayatına son verdi[13][14]. Ancak TürkMedya çatısı altındaki 24 TV ve 360 TV gibi haber kanalları faaliyetini sürdürüyor. Bu kanallar da tıpkı gazeteler gibi iktidar söylemlerini tekrarlayan, muhalefeti hedef alan içerikleriyle biliniyor. (Nitekim 24 TV’de yorumculuk yapan bazı isimler, açıkça muhalif gazetecilere hakaretler yağdırmalarıyla gündeme gelmişlerdir.) TürkMedya bünyesi, son dönemde Erdoğan’ın güvendiği isimlerden Hasan Yeşildağ kontrolünde, havuz medyasının bir parçası olmaya devam etmektedir[15][16].

- Albayrak Grubu (Yeni Şafak): AKP’ye yakınlığıyla bilinen Albayrak ailesine ait bu grup, Yeni Şafak gazetesi ve TV Net haber kanalı başta olmak üzere, muhafazakâr kesime hitap eden yayın organlarını yönetir. Yeni Şafak, özellikle 17-25 Aralık 2013 sürecinden sonra tamamen AKP lehine bir yayın çizgisine oturmuş ve sık sık komplo teorileri veya keskin manşetlerle muhalefeti hedef almıştır. TV Net kanalı da yine iktidar yanlısı programlarla öne çıkar. Albayrak Grubu, hükümete medya desteği veren en eski yapılardan biridir ve 90’lardan beri varlığını sürdürmektedir. Bu grup, Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden beri iktidarla yakın ilişkidedir. Dolayısıyla Yeni Şafak da “havuz” içinde konumlanan kilit gazetelerden biri sayılır[17]. Ayrıca grup bünyesinde Derin Tarih gibi dergiler ve çeşitli yayınlar da bulunur.

- İhlas Grubu (TGRT & Türkiye Gazetesi): Köklü bir muhafazakâr medya grubu olan İhlas Holding, Türkiye gazetesi ve TGRT Haber kanalı ile havuz medyasında yer almaktadır. Türkiye gazetesi tiraj olarak orta sıralarda olsa da, özellikle İslamcı kesimde etkili köşe yazarlarına sahip bir yayın organıdır. TGRT Haber ise son yıllarda AKP propagandasıyla öne çıkmış, ekranlarında tartışmalı yandaş yorumcular barındıran bir haber kanalıdır. İhlas Grubu da 1990’lardan bu yana merkez sağ/İslamcı iktidarlarla uyum içinde yayın yapagelmiştir; bu nedenle günümüzdeki havuz içinde doğal müttefik konumundadır[18][19].

- Devlet Resmi Medyası (TRT & Anadolu Ajansı): TRT televizyon ve radyo kanalları ile devletin resmi haber ajansı AA (Anadolu Ajansı) da fiilen havuz medyasının bir uzantısı gibidir. Yasal olarak özerk kamu yayıncısı olması gereken TRT, AKP döneminde tüm üst düzey kadrolarının partili isimlerden seçilmesiyle iktidarın sesine dönüşmüştür. TRT’nin yönetim kuruluna dahi açıkça AKP yanlısı gazeteciler atanmıştır (örneğin Pelikan ekibinden Hilal Kaplan, 2021’de TRT yönetimine girmiştir). TRT Haber kanalı hükümet politikalarını olumlayan dil kullanmakta, muhalefete çok sınırlı yer vermektedir[9]. Anadolu Ajansı ise seçim gecelerinde manipülatif veri akışı sağlamakla ve haberlerinde iktidar söylemini tekrarlamakla eleştirilmiştir. Bu kurumlar doğrudan devlet bütçesinden beslendikleri için, iktidarın propaganda görevini yerine getirmeyi adeta resmi bir misyon olarak üstlenmişlerdir.

Yukarıdaki ana gruplara ek olarak, Yeni Akit, Milat, Diriliş Postası, Yeni Asır, Takvim gibi daha küçük tirajlı gazeteler ve Beyaz TV (eski Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in kanalı), Kanal 7/Ülke TV (İslami gelenekten gelen yayınlar), CNN Türk (Demirören bünyesinde), Show TV/Habertürk TV (Ciner’den 2023 sonunda iktidara yakın bir holdinge devredilerek çizgisi iyice yandaşlaşan k anallar) gibi mecralar da bu geniş “havuz” ekosisteminin parçalarıdır[20][21]. Özetle, günümüzde Türkiye’deki ulusal çapta yayın yapan gazetelerin ve TV kanallarının büyük çoğunluğu ya doğrudan iktidara yakın patronların elinde toplanmış ya da editoryal açıdan iktidarın müdahalesine açık hale getirilmiştir. Bir dönem daha bağımsız ya da muhalif kabul edilen birçok medya organı (örneğin Hürriyet, Milliyet, CNN Türk, Akşam, Sabah vb.), artık hükümet yanlısı “havuz medyası” cephesinde konumlanmaktadır[7][5]. Bu durum medya sahipliğinde ciddi bir tekelleşme yaratmış, farklı seslerin ana akım mecralarda duyulmasını kısıtlamıştır.
(1/3)Image Pelikan Ekibi Üzerine

Havuz medyasının ilginç alt unsurlarından biri de, resmi bir medya kuruluşu olmaktan ziyade bir propaganda operasyon merkezi gibi çalışan “Pelikan” ekibidir. Pelikan, Mayıs 2016’da dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nu hedef alan “Pelikan Dosyası” adlı blog yazısıyla adını duyurmuştur. Bu isimsiz blog yazısı, Davutoğlu’nu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yeterince sadık olmamakla suçlayıp istifaya adeta zemin hazırlamıştı. Nitekim kısa süre sonra Davutoğlu görevden çekildi. Sonradan ortaya çıktı ki bu operasyon, perde arkasında çalışan bir ekip tarafından planlanmıştı. Pelikan ismi de bu süreçte bu ekibe yakıştırıldı.

Pelikan yapılanmasının kurumsal yüzü, Eylül 2015’te İstanbul’da kurulmuş olan “Boğaziçi Küresel İlişkiler Merkezi” (Bosphorus Global) adlı dernektir[22]. Bu dernek, Hilal Kaplan’ın eşi yazar Süheyb Öğüt ve akademisyen İdris Kardaş öncülüğünde kurulmuş, Berat Albayrak’ın maddi desteğiyle faaliyetlerine başlamıştır[23][22]. RedHack tarafından sızdırılan Berat Albayrak e-postaları, Albayrak’ın bu Pelikan ekibini 1.7 milyon TL fonla desteklediğini, derneğin İstanbul Kuzguncuk’taki lüks bir yalıda (kamuoyunda “Pelikan Yalısı” diye anılan mekânda) 20 bin TL aylık kirayla (Ağustos 2025 parası ile 238.000 TL) ofis tuttuğunu ortaya koydu[23][24]. Aynı sızan e-postalarda, derneğin yönetimine önerilen isimler arasında Hilal Kaplan, Melih Altınok, Sadık Ünay, Salih Tuna, Suheyb Öğüt gibi bugün iktidar medyasında aktif rol alan kişiler yer alıyordu[25]. Yani Pelikan ekibi, kendisini düşünce kuruluşu/dernek olarak sunsa da, aslında iktidar medyasının perde arkasındaki profesyonel propaganda timi gibi faaliyet gösteriyordu. Pelikan grubunun faaliyetleri birkaç koldan ilerledi:

- Pelikancılar, hükümet içindeki güç dengelerini etkileyecek şekilde medya kampanyaları yürüttüler. Davutoğlu’na karşı başlatılan kampanya bunun en çarpıcı örneğiydi. Bu kampanya, Turkuvaz Grubu’na ait Aktüel dergisinde çıkan bir yazıyla tetiklendi[26]. Hilal Kaplan’ın eşi Suheyb Öğüt, Haziran 2015’te Aktüel’de Davutoğlu’nu sert şekilde eleştiren bir yazı kaleme almış, bu yazı Saray’dan gelen işaretle yayınlanmıştı[27]. Pelikan ekibinin, Turkuvaz Medya’daki yönetici Serhat Albayrak üzerinden bu tür müdahaleleri yapabildiği biliniyordu[28]. Nitekim Pelikan Dosyası ortaya çıktığında, AKP içindeki birçok kişi eleştirilerin doğrudan Berat Albayrak ve Serhat Albayrak’ın onayıyla geldiğinin farkındaydı[28]. Sonrasında Davutoğlu istifa etti ve yerine “düşük profilli” bir başbakan (Binali Yıldırım) getirildi[29]. Bu süreç, Pelikan ekibinin medya gücünü kullanarak bir siyasi tasfiye gerçekleştirmesine örnektir.

- Bosphorus Global çatısı altında çeşitli sosyal medya hesapları ve kampanyaları yönetti. Ne yazık ki bunları Pelikan ekibine net bir şekilde bağlamak her zaman çok da mümkün olmuyor. Görünce tanıyorsunuz ama bunu kesin kanıtlaması zor. Bunu başaabildiğim bir örnek “Günün Yalanları” (@gununyalanlari) adlı Twitter hesabı, sözde bir doğrulama/teşhir platformu olarak açılmış ancak gerçekte iktidar aleyhine çıkan haberleri “yalan” diye yaftalayarak itibarsızlaştırmaya çalışmıştır[30][31]. Bu hesap uzun süre Bosphorus Global bağlantısını gizlemiş, sonuçta kendi kendini kaynak gösteren bir propaganda aracına dönüşmüştür[31]. Bu ekip, sosyal medyada anonim hesaplar ve troller vasıtasıyla muhaliflere yönelik karalama kampanyaları yürütmekle de suçlanmıştır. Örneğin 2016’da Kuzguncuk’taki Pelikan Yalısı deşifre edilip basına yansıyınca, dernek sadece tek bir çalışanının adını doğrulayarak diğer tüm iddiaları yalanlayan bir açıklama yayınlamıştır[32]. Ancak dışarıdan bakıldığında, Pelikan yapılanması devlet imkanlarıyla fonlanan bir kara propaganda hücresi gibi çalışmaktadır. Hatta RedHack’in sızdırdığı belgelere göre, derneğin ilk aylık harcamaları için kalem kalem teknoloji altyapısı, personel maaşları, mobilya, vs. giderleri Berat Albayrak’tan talep edilmiştir[33]. Bu da Pelikan operasyonlarının bütçeli ve planlı bir faaliyet olduğunu gösterir.

- Medya kadrolaşması: Pelikan ekibine mensup ya da yakın kişiler, zamanla çeşitli havuz medyası organlarında kilit pozisyonlara getirildi. Örneğin Hilal Kaplan uzun süredir Sabah gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor ve 2021’de TRT Yönetim Kurulu Üyeliğine atandı. Eşi Süheyb Öğüt bir dönem Star gazetesinde yazdı. Melih Altınok Sabah’ta ve ATV’de programlar yaptı. Salih Tuna yine Sabah’ta köşe yazarı. Bu şekilde Pelikan çevresi, ana akım havuz medyasının içerik üretimine doğrudan nüfuz edebilmekte. Ayrıca bu grup içinde olduğu iddia edilen bazı gazeteciler (örn. Hilal Kaplan), rakip görülen bakanlara veya AKP içi muhaliflere karşı agresif kampanyalar yürütmesiyle tanınıyor. 2020 yılında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun istifa girişimi sırasında, Pelikan ekibi ile Soylu arasında bir perde arkası güç mücadelesi yaşandığı iddiaları basına yansıdı[34]. Bu dönemde Soylu yanlısı medya ile Pelikançı medya arasında atışmalar görülmüştür. Öyle ki Pelikancılar dışarıdan çok içeriye kurşun sıkmıştır diye düşünmek hatalı olmaz.
(2/3)Image
Jul 9 5 tweets 8 min read
🧵Senden Pis Bir Elektrik Alıyorum🧵

(1/4) Türkiye'nin enerji sektöründeki özelleştirme süreci, 1980'li yıllarda küresel neoliberal dönüşüm ve Dünya Bankası ile IMF gibi uluslararası finans kuruluşlarının yapısal uyum programlarının etkisiyle başlamıştır. İlk faaliyetler 1989 yılında elektrik dağıtım şebekelerinin özel sektör tarafından işletilmesiyle başlamış, Kayseri ve Civarı Elk. TAŞ ile Çukurova Elk. A.Ş. gibi şirketler bu sürecin öncüsü olmuştur. Süreç, özellikle Yap-İşlet (Yİ), Yap-İşlet-Devret (YİD) ve İşletme Hakkı Devri (İHD) gibi çeşitli Kamu-Özel Ortaklığı (KÖO) modellerinin devreye girmesiyle ivme kazanmıştır. Özelleştirmelerdeki nihai karar alma yetkisi, doğrudan Cumhurbaşkanlığı'na bağlı olan Özelleştirme Yüksek Kurulu'ndadır.

Özelleştirme süreci, Türkiye'nin elektrik dağıtım şebekesini on iki ayrı bölgeye bölerek her bir bölge için özel bir tekel oluşturmuştur. Bu yapı, kısmen usule göre kısmen ahbap çavuş usulü oluşmuş bir oligopolidir ve devletin tekellerini devralmıştır. Örneğin, Aydem Grubu, iştiraki GDZ Elektrik aracılığıyla İzmir, Çeşme, Muğla, Aydın ve Manisa gibi bölgelerde özellikle AKP döneminde aldığı ihalelerle dikkat çekmektedir. Zorlu Enerji, Enerjisa Enerji, Aksa Enerji ve Akfen Yenilenebilir Enerji her biri büyüme hikayeleri birbirinden kahredici kimi şirketlerimizdir. Enerjisa'ya bağlı AYEDAŞ ve Toroslar EDAŞ, veya Tivniklilere ait olan DEDAŞ gibi bazı şirketler, hizmet verdikleri bölgelerde sürekli bakım ve yatırım faaliyetleri yürüttüklerini iddia etseler de, her yıl can kaybı ile sonuçlanan yangınlarda arzu edilen iyileşme gözlenmemektedir.

2021 yılında Türkiye'de yanan toplam orman alanının (52.219,5 hektar) neredeyse dörtte biri, yani 13.000 hektarlık kısmı, enerji nakil hatlarından kaynaklanmıştır. Bu oran, enerji nakil hattı kaynaklı yangınların her yıl arttığını göstermektedir. İstanbul İtfaiyesi'nin 2022 raporuna göre, kentteki yangınların %25'i elektrik kaynaklıdır. 2025'te ise, İzmir Valisi Çeşme, Foça, Ödemiş ve Seferihisar'daki son yangınların elektrik hatlarından kaynaklandığını açıkça ifade etmiştir. Bu olaylar, sicili kabarık olan ve önceki yıllarda Marmaris ve Datça'daki büyük orman yangınlarından sorumlu tutulan GDZ Elektrik (Aydem Grubu'nun bir iştiraki) ile ilişkilendirilmiştir. (2/4) Geçtiğimiz yıl, yani Haziran 2024'teki Diyarbakır/Mardin yangınlarının görgü tanıkları, elektrik altyapısının, çürümüş ahşap direkler ve eski alüminyum teller de dahil olmak üzere, 1984 yılına dayandığını ve sürekli bir tehlike oluşturmaya devam ettiğini açıkça belirtmişlerdir. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), kırsal mahalle ve köylerde mevcut alçak gerilim hatları ile elektrik sistemlerinin (trafo, pano vb.) bakımsız olmasının, tellerin salınımıyla dal gibi yanıcılara teması ve ayrım direklerinin altlarının beton ya da mıcırla kaplı olmamasının yangınlara neden olduğunu belirtmişlerdir. Haziran 2024'te Diyarbakır'ın Çınar ilçesi ile Mardin'in Mazıdağı ilçesi arasındaki sınır bölgelerinde meydana gelen yıkıcı yangın, 15 kişinin hayatını kaybetmesine, 78 kişinin yaralanmasına ve 5.450 dekarlık ekili arazi de dahil olmak üzere 14.900 dekarlık alanın kül olmasına, ayrıca bine yakın hayvanın telef olmasına yol açmıştır. Bbilirkişi raporu, yangının nedenini "İletkenlerin izolatöre bağlantı noktalarının soğuk ve sıcaktan etkilenerek zamanla deforme olması veya gevşemesi durumunda ısınmalara, aşırı ısınmada kıvılcım çıkarmaktadır" olarak açıkça belirtmiş ve güvenlik yönetmeliklerinin ihlal edildiğini vurgulamıştır.

DEDAŞ'ın kendisine sorulduğunda yaptıkları altyapı yatırımlarını hızlıca saymaya başlıyorlar. Bu yatırımlar arasında ana şebeke kontrolü için SCADA sistemlerinin uygulanması ve abone ölçüm sistemlerinin dijitalleştirilmesi yer almaktadır. Şirket, şu anda 1,1 milyon abonenin anlık tüketimini izleyebildiğini ve yapay zeka sistemlerinin sayaçlardan gelen verileri analiz ederek yasa dışı kullanım için gerçek zamanlı alarmlar ürettiğini iddia etmektedir. DEDAŞ ayrıca, yasa dışı kullanım tespitlerinin %9,71'inin drone ve yapay zeka destekli çabalarla yapıldığını belirtmektedir. Ancak enteresan şekilde bunların hiçbiri verime bağlı kayıp kaçak oranını veya insanların güvenliğini iyileştirmeyen tarz yatırımlardır. Böylece kayıp kaçak oranı yüksek kalmakta ve DEDAŞ da at koşturmaktadır.

Dicle Elektrik (DEDAŞ) 2013 özelleştirmesinde Eksim Holding-Tivnikli grubuna geçti; bugün Dicle Kök Enerji üzerinden hâlâ aynı aile tarafından kontrol ediliyor. Patriark Abdullah Tivnikli, basında “Erdoğan’ın prensi” ve “AKP’nin gizli beyni” diye nitelenmiş, Türk Telekom satışından mevzuat değişikliklerine dek AKP iktidarıyla yakın ilişki kurduğu belgelenmiş bir iş insanıdır. Eksim Holding yöneticiliği yanında Kuveyt Türk Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı da yapan Tivnikli, aynı bankadan DEDAŞ’a kredi sağladı ki bankacılık dünyasında bu önemli bir yolsuzluk türü olarak kabul edilir.
Jun 24 9 tweets 5 min read
🧵(1/8)
Almanlar 20. yy başlarında Mezopotamya'daki petrol sahalarını kontrol altına almak, doğu kolonilerine doğrudan ticaret yolu kurmak ve en önemlisi, İngiliz ve Fransız kontrolündeki Süveyş Kanalı'nı aşarak İngiliz ekonomik egemenliğine meydan okumak amacı güdüyordu. Bu nedenle 1903'te Berlin'den Basra'ya doğrudan bir kara bağlantısı teşkil edecek bir demiryolu inşasına başladılar. Bu iddialı girişimin finansmanı, mühendisliği ve inşası, ağırlıklı olarak Deutsche Bank ve Philipp Holzmann şirketi aracılığıyla Alman İmparatorluğu tarafından sağlanmıştır.

Bu süreçte ordunun modernleşmesi için de Almanya ile işbirliğine gidilme kararı verilmişti. Dolayısıyla lojistik ağları ve ordu üzerinde güçlü bir Alman varlığı hissediliyordu. 1914'te Talat, Enver ve Halil paşaların Almanya ile gizli bir ittifak yapmasının ardından, Osmanlı Rusya'nın bir limanını bombalayarak savaşa bomba gibi bir giriş yaptı. Talat paşa hatıratında bunun modernleşme için elzem olduğunu yazacaktı. (Kaynak: Alan Woods, The First World War: A Marxist Analysis of the Great Slaughter (2019) ch. 8)

Alman hatıratlarına bu denli fazla referans yapıldığı için, o dönem etkisi oldukça yüksek olmuş bazı Almanlardan bahsedeceğim. Etrafındaki daha geniş olayların evveliyatı ile ilgili yorum yapmayacağım. Ancak yönetime resmen Almanların ortak olduğu bu dönemi anlatırken, onların yalnızca tanık olarak sunulması hatalı bir tarih okuması olduğu için bunu yapmakta fayda görüyorum:Image (2/8) Yarbay Sylvester Boettrich, Osmanlı Genel Karargahı'nın demiryolu departmanı başkanı olarak, binlerce Ermeni'nin görevden alınması ve zorla tehcir edilmesiyle sonuçlanan en az bir tehcir emrini imzalamıştır.

Boettrich, Bağdat demiryolu şirketinin Ermeni çalışanlarını tutma çabalarını aktif olarak engellemiş, işlerin aksamasına neden olacak kadar abartılı bir vecd ile Ermenilerin toplatılmasının peşine düşmüştür. (Kaynak: Sebastian Weber: Der Völkermord an den Armeniern: Die Rezeption der Armenischen Frage in Deutschland von 1894-1921. Diplomica. p. 30)

Ancak aynı Boettrich bu sefer daha "verimli" olacağını iddia ederek insanları sığır vagonlarına koymuş ve bebekleri (sadece yenidoğanlar olabilir) verimi azaltıyorlar diye trenden attırmıştır.Image
Jun 14 10 tweets 28 min read
İran:

Bugün artık sizlerle gelecekte referans yapabileceğimiz bir metin kurma vaktimiz geldi. Yakın tarihin İran'ın ulusal güvenlik doktrinini nasıl şekillendirdiğini ve dış aktörlere karşı köklü bir güvensizliği beslediğini değerlendireceğiz. Ayrıca bunun totaliter ve aşırı muhafazakar bir rejimin muhaliflerine yönelik baskısını nasıl meşrulaştırdığını da inceleyeceğiz.

1- Genel Bakış:

1953 İran darbesi, İran ile Batılı güçler arasındaki gergin ilişkilerin tarihinde temel bir olay olarak durmaktadır. ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve İngiliz Gizli İstihbarat Servisi (MI6) tarafından düzenlenen bu ortak operasyon, 19 Ağustos 1953'te İran'ın demokratik olarak seçilmiş Başbakanı Muhammed Musaddık'ın devrilmesine yol açtı. Bu müdahalenin arkasındaki temel motivasyon, Musaddık'ın İran'ın petrol endüstrisini millileştirme ve yabancı şirket temsilcilerini sınır dışı etme kararıyla tehlikeye giren İngiliz petrol çıkarlarının korunmasıydı. Bu hareket, İngiltere'yi İran petrolüne karşı dünya çapında bir boykot başlatmaya yöneltti ve gerginliği daha da tırmandırdı. Onlarca yıl sonra, 2023'te CIA, bu "demokratik olmayan" darbedeki rolünü resmen kabul etti. Olaydan 70 yıl sonra gelmiş olsa da, yine de önemli bir itiraftı.

Darbenin doğrudan sonucu, ABD piyonu Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin başa getirilmesi oldu. Şah rejimi altında, siyasi muhalefet sistematik olarak bastırıldı, muhalif gruplar yasadışı ilan edildi ve Musaddık'ın destekçilerinin çoğu hapse atıldı veya idam edildi. ABD tarafından sağlanan eğitimle Şah'ın gizli polisi SAVAK, yaygın işkence ve siyasi infazlarla karakterize edilen bir dönemi başlattı. Şah iktidarının son yirmi yılında Komünist Tudeh Partisi’ni ve Ulusal Cephe'yi yasadışı ilan etti ve liderlerinin çoğunu tutukladı. Onlarca kişi işkence altında öldü.

Bu tarihi olay İran'ın gelişen demokrasisine ve ulusal egemenliğine CIA eliyle doğrudan bir saldırıyı temsil ediyordu. Bu deneyim, İran kolektif bilincinde Batılı güçlere, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık'a karşı derin ve kalıcı bir güvensizlik aşıladı. Bu yaygın güvensizlik, 1979 devriminden sonra İslam Cumhuriyeti'nin dış politikasının temel taşı haline geldi ve olası dış müdahale ve varoluşsal tehdit merceğinden sonraki etkileşimleri şekillendirdi. İran liderliğinin Batı eylemlerine, hatta rejim değişikliğiyle ilgisiz görünenlere bile, neden içsel bir şüpheyle baktığını ve bunları genellikle sürekli bir dış müdahale örüntüsünün parçası olarak yorumladığını buradan anlayabiliyoruz. Anlayana.

20. yüzyılın hem en uzun hem de en çok kimyasal silah kullanılan konvansiyonel çatışması olarak kabul edilen İran-Irak Savaşı, “Kimyasal Saddam” lakabını popüler diskura soktu. 1987'nin başlarında Irak, kimyasal silahları hoyratça bir şekilde kullanmaya başladı ve Mart 1988'de, en önemlisi 5.000 sivilin öldüğü Halepçe kentinde olmak üzere, kuzeydoğu Irak'taki sivil nüfusa karşı en az 39 kimyasal saldırı başlattı. Bu dönemde, doğrudan kimyasal savaşa atfedilebilecek şekilde yaklaşık 100.000 İranlı öldü.

Bu sırada Irak, ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Batı Almanya gibi önde gelen Batılı ülkeler de dahil olmak üzere çok çeşitli uluslararası aktörlerden önemli askeri ve mali yardım aldı. ABD doğrudan silah sağlarken, Avrupa, Türkiye üzerinden, kimyasal silah öncüllerinin, yüksek teknoloji askeri teçhizatın ve çift kullanımlı teknolojilerin satışını yapıyordu. Irak'ın kimyasal saldırılarına yönelik yaygın uluslararası kınamaya rağmen, Irak'ın destekçilerine karşı küresel yanıt büyük ölçüde yetersiz kaldı ve bu vahşetleri kolaylaştıran ülkelere karşı asgari düzeyde cezai işlem uygulandı.

Bu süreç İran için kalıcı bir travma yarattı. Uluslararası hukukun bu korkunç ihlallerine verilmeyen uluslararası tepki, Batılı güçlerin Irak'a sağladığı belgelenmiş maddi destekle birleşince, İran'ın küresel sahnede izole edildiği ve haksız yere hedef alındığı algısını sağlamlaştırdı. Bu tarihsel bağlam, İran'ın yerli füze programları ve devlet dışı aktörlerle ittifaklar kurma gibi asimetrik savaş yetenekleri geliştirme stratejik kararının başlıca sebebi oldu. İran'ın temel güvenliği için uluslararası normlara veya dış güçlere güvenemeyeceği ve bu nedenle kendi caydırıcı yeteneklerini inşa etmesi gerektiği yönündeki köklü bir inancı yerleştirdi.

Bugün İran’a “Ama nükleer silah yapacağılar” diye saldıran İsrail’in, kendi nükleer silahlarını edindiği Numec olayı, Apollo olayı olarak da bilinir. 1965 ile 1980 yılları arasında bir ABD kurumu olan Nükleer Malzemeler ve Ekipman Şirketi'nden (NUMEC) 200 ila 600 pound (91–272 kg) arasında yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum İsrail tarafından “çalındı”. 1976'da CIA, kayıp yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyumun gerçekten İsrail'e gittiğini gayrı resmi şekilde doğruladı. Hiçbir zaman resmi bir suçlama yapılmadı.

ABD istihbaratı, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyumun İsrail’e gidişini böylelikle “inkar edilebilir” tuttu. Buna karşın İran, nükleer programı nedeniyle ağır yaptırımlar, sıkı denetimler ve gizli operasyonlarla hedef alındı. İran, kendi programının barışçıl olduğunu savunmaya devam etti ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından denetlemeye açtı. Ancak yine de haklarındaki algıda bir değişiklik olmadı. Bu durum, Batı’nın nükleer silahların yayılmasını önleme politikalarının evrensel ilkelere değil, jeopolitik çıkarlara göre şekillendiği yönündeki İran’ın uzun süredir taşıdığı inancı daha da pekiştirdi.

2018’de dönemin İsrail Başbakanı Naftali Bennett, İsrail’in İran politikasında önemli bir değişiklik olan “Ahtapot Doktrini”ni ilan etti. Bu strateji, İran’ın Hizbullah ve Husiler gibi bölgesel vekillerini hedef almak yerine doğrudan İran rejimini vurmayı amaçlıyordu. Bu değişim, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) İran’ın Ortak Kapsamlı Eylem Planı’na (OKEP) uyumunu doğruladığı bir dönemde gerçekleşti.
Bu doktrinin ilanından sonra Suriye’deki İsrail hava saldırılarında belirgin bir artış yaşandı. Saldırılar genellikle askeri konvoy ve tesisleri hedef aldı, ancak sivil bölgeleri de etkileyerek Suriye egemenliğini açıkça ihlal etti. Bazı saldırılar Şam’daki başkanlık sarayı gibi hassas sivil bölgelerin yakınında gerçekleşti; sivil kayıplara ve ciddi maddi zarara yol açtı. Bu eylemler, uluslararası hukuka uyum konusunda ciddi kaygılar doğurdu.

Ahtapot Doktrini, egemen bir devlete karşı doğrudan ve kışkırtılmamış saldırganlık ilan eden bir politikayı temsil ediyor. Bu yaklaşım, İran’ın uluslararası nükleer anlaşmalara uymasına rağmen, rejimi istikrarsızlaştırmayı amaçlayan proaktif bir tırmandırma stratejisidir. Suriye’deki, egemenliği ihlal eden ve sivil kayıplara yol açan İsrail hava saldırıları bu doktrinin doğrudan yansımasıdır. Bu saldırgan tutum, İran’ı caydırmak yerine, savunma kapasitesini artırma kararlılığını güçlendirmiş ve "Direniş Ekseni" stratejisini pekiştirmiş görünüyor. Bu örnek, dış aktörlerin yalnızca mevcut gerginliklere tepki vermekle kalmayıp, doğrudan bölgesel istikrarsızlığı nasıl başlattığını ve sürdürdüğünü gösteriyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nin 2018'de Ortak Kapsamlı Eylem Planı'ndan (JCPOA) tek taraflı çekilmesinin ardından, İran'a karşı çok çeşitli yaptırımlar yeniden uygulandı ve daha sonra yoğunlaştırıldı. Bu önlemler, petrol ihracatı, nakliye endüstrisi ve finans kuruluşları da dahil olmak üzere İran ekonomisinin kritik sektörlerini özel olarak hedef aldı. Yaptırım rejimi daha da genişletildi ve 2025'te İran'ın petrol sektörüne önemli yeni kısıtlamalar getirildi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi kuruluşların raporları, bu geniş ekonomik yaptırımların ciddi insani etkilerini kapsamlı bir şekilde belgelemiştir. Bunlar, İran'ın kritik tıbbi malzemeler de dahil olmak üzere temel insani gereksinimlerini ithal etme yeteneğini büyük ölçüde kısıtladı; bu durum, küresel COVID-19 salgını sırasında özellikle vahim bir hal aldı. Bu müdahale, Nisan 2020'ye kadar binlerce COVID-19 ile ilişkili ölüme katkıda bulunarak, zaten vahim olan insani krizi daha da kötüleştirdi ve İnsan Hakları İzleme Örgütü'nü tıbbi erişimi kolaylaştırmak için yaptırımların hafifletilmesi çağrısında bulunmaya yöneltti. Durum, ABD cezalarından korkan küresel bankaların ve ilaç şirketlerinin "aşırı uyumu" ile daha da kötüleşti; bu şirketler İran ile insani ticarete girmekten çekindiler ve hayati önem taşıyan mallara etkili bir şekilde abluka uyguladılar. Ekonomik sıkıntı, İran orta sınıfının %20'sinden fazlasının yoksulluk sınırının altına düşmesine, 9 milyon İranlının orta sınıftan düşmesine ve nüfusun %80'inin (oha) artık hükümet yardımına bağımlı hale gelmesine yol açtı. Yaptırımlar ayrıca tedarik zincirlerindeki aksamalar ve yurt içi gıda üretimi nedeniyle gıda güvenliğini de kötüleştirdi.

Genellikle diplomatik bir araç olarak sunulsa da, İran'a karşı uygulanan kapsamlı ABD yaptırım rejimi, özellikle "maksimum baskı" kampanyası, bir tür ekonomik savaş işlevi görmektedir. Tıbbi malzeme erişimi üzerindeki belgelenmiş etki ve küresel bir sağlık krizi sırasında ortaya çıkan sivil ölümleri, bu önlemlerin yalnızca rejimi hedef almaktan ziyade sivil nüfusa orantısız bir şekilde zarar verdiğini açıkça göstermektedir. Bu tür eylemler, askeri ve sivil hedefler arasında net bir ayrım yapılmasını zorunlu kılan uluslararası insancıl hukukun ihlalleri hakkında ciddi sorular ortaya çıkarmaktadır. Bu taktik yalnızca muazzam bir acıya neden olmakla kalmayıp aynı zamanda İran içinde Batı karşıtı duyguları da körükleyerek rejimin dışarıdan zulüm anlatısını güçlendirmekte ve ortak bir dış düşman besleyerek iç reform çabalarını potansiyel olarak baltalamaktadır.

2000'lerden sonraki dönem, hedefli suikastlar ve karmaşık siber saldırılar da dahil olmak üzere İran'a karşı doğrudan, örtülü düşmanlıklarda önemli bir tırmanışa tanık oldu. Kasım 2020'de, önde gelen bir İranlı nükleer bilimci olan Mohsen Fakhrizadeh, yaygın olarak İsrail'e atfedilen bir eylemde suikasta uğradı. Uzaktan kumandalı bir makineli tüfek kullanılarak gerçekleştirildiği bildirilen bu cinayet, Uluslararası Barolar Birliği İnsan Hakları Enstitüsü (IBAHRI) tarafından uluslararası hukuka göre yasadışı olarak kınandı.

İnsan hedeflerinin ötesinde, İran'ın kritik altyapısı tekrarlanan siber saldırılara maruz kaldı. İsrail ile bağlantılı olan 2021 Natanz siber saldırısı, santrifüjlere önemli hasar verdi ve uranyum zenginleştirme kapasitelerini ciddi şekilde bozdu. İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, radyoaktif madde salınımının doğasında bulunan risk nedeniyle (delilik) bu olayı "ağır bir savaş suçu" olarak nitelendirdi. Bu siber operasyonların kapsamı nükleer tesislerin ötesine uzanıyordu; 2021 ile 2024 yılları arasında, İsrail siber saldırılarının İran'ın yakıt dağıtım ağlarını ve demiryollarını hedef aldığı, yaygın kesintilere neden olduğu ve ülkeyi içeride istikrarsızlaştırmayı amaçladığı bildirildi. Bu eylemler, düşman hükümetlere baskı yapmak için sivil altyapının büyük ölçekli imhasını içeren ve uluslararası insancıl hukuka uyum konusunda ciddi soruları gündeme getiren bir askeri strateji olan "Dahiya Doktrini" ile uyumludur.

İranlı bilim insanlarının suikastları ve kritik ulusal altyapıya yönelik karmaşık siber saldırılar, uluslararası hukuka göre devlet destekli terörizm veya savaş suçu olarak kabul edilebilecek eylemleri oluşturmaktadır. IBAHRI'nin kınaması, bu tür infazların yasadışı olduğunu vurgulamaktadır. Bunlar yalnızca "gizli operasyonlar" değil, aynı zamanda bir egemen devletin insan sermayesine ve ekonomik işlevselliğine yönelik doğrudan saldırılardır ve gelişimini engellemek ve iç işlerini istikrarsızlaştırmak için tasarlanmıştır. "Dahiya Doktrini"nin sivil altyapıya uygulanması, uluslararası insancıl hukuku çiğnemektedir. Ayrıca, İran'ın varoluşsal bir tehdit olarak algıladığı şeye karşı caydırıcı bir unsur olarak nükleer programını hızlandırma potansiyeline sahiptir ve böylece tehlikeli ve tırmanan bir çatışma döngüsü yaratmaktadır.

Batı anlatısı, Hizbullah ve Husiler gibi grupların rollerini sıklıkla basitleştirir ve onları sıklıkla sadece "İran vekilleri" veya "terörist örgütler" olarak etiketler. Ancak, kökenlerine daha yakından bakıldığında, bunların belirli istilalara ve işgallere yanıt olarak oluşan farklı yerel direniş hareketleri olduğu ortaya çıkar. Örneğin Hizbullah, Lübnan iç savaşı sırasında, 1982'de İsrail'in Lübnan'ı işgaline açıkça direnmek için bir milis gücü olarak ortaya çıktı. Lübnanlı din adamları tarafından, İsrail'i Lübnan topraklarından kovmak ve başlangıçta bir İslam cumhuriyeti kurmak gibi temel hedeflerle kuruldu. 1985'teki bir manifestoda resmileştirilen temel ideolojisi, Batılı güçleri Lübnan'dan kovmaya yemin etti ve İsrail devletinin yıkılması çağrısında bulunurken, aynı zamanda Lübnan halkının kendi kaderini tayin hakkını vurguladı, 2000lerde ise İslam Devleti ibareleri çıkarıldı.

Benzer şekilde, resmî adıyla Ansarallah olarak bilinen Husi hareketi, 1990’ların sonlarında kuzey Yemen’de bir Zeydi canlanma hareketi olarak ortaya çıktı. Kuruluşu, adaletsizliğe ve emperyalizme karşı devrimci bir bağlılıkla şekillendi. Husi örgütlerinin ortaya çıkışı, Suudi etkisindeki ideolojilerin yarattığı tehdit algısına ve eski Yemen hükümetinin ABD ile kurduğu ittifaka yönelik sert bir tepki olarak görülüyor.
Bu bağlamda İran’ın Hizbullah ve Husiler gibi gruplara desteği, genellikle stratejik bir “ileri savunma” hamlesi olarak değerlendirilir. Amaç, İran’ın geleneksel askeri zayıflığını dengelemek ve öncelikle ABD ile İsrail’den gelen tehditleri bertaraf etmektir. İran, bu grupları kendi topraklarına yönelik saldırılara karşı savunma yapan yerel direniş hareketleri olarak görür. Bu yaklaşım, İran’ın tehditlere doğrudan devletler arası çatışmaya girmeden karşılık vermesini sağlar; köktendinci yayılmacılıktan çok, düşmanca jeopolitik şartlara verilen rasyonel bir yanıt oluşturur. Bu grupların sürekli ve toptan “terörist” olarak etiketlenmesi ise onların yerel destek tabanını ve dış müdahalelere karşı oynadıkları tarihsel direniş rollerini göz ardı ederek karmaşık jeopolitik dinamiği aşırı basitleştirir.

Öte yandan, ABD ve Birleşik Krallık’ın desteklediği Suudi liderliğindeki koalisyonun müdahil olduğu Yemen savaşı devasa bir insani felakete yol açtı. 2021 sonu itibarıyla savaş doğrudan ve dolaylı olarak yaklaşık 377.000 kişinin ölümüne neden oldu; bunların 150.000’den fazlası doğrudan çatışmaya bağlıydı. Özellikle dikkat çekici bir veri, 19.200’den fazla sivilin — aralarında 2.300’den fazla çocuk da dahil — sadece koalisyon hava saldırıları sonucu öldürüldüğünü veya sakat kaldığını gösteriyor.

Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon, Birleşmiş Milletler araştırmacıları ve insan hakları örgütleri tarafından savaş suçları işlemekle suçlandı. Bu suçlamalar arasında yerleşim bölgelerine, pazarlara, cenazelere, düğünlere ve tıbbi tesislere yönelik ayrım gözetmeyen hava saldırıları yoluyla sivil bölgelerin sistematik olarak hedef alınması yer alıyor. Ayrıca koalisyon, Yemen limanlarına ve hava sahasına sert ablukalar uygulamakla suçlandı ve bu da temel gıda, yakıt ve insani yardım akışını önemli ölçüde kısıtladı. Bu abluka ve bunun sonucunda ortaya çıkan yaygın açlık, bazıları tarafından soykırım veya imha anlamına gelen eylemler olarak tanımlandı. ABD, Almanya ve İngiltere'nin silah satışları ve lojistik desteği kapsayan sürekli desteği, bu eylemleri mümkün kıldı ve bu Batılı devletlerin potansiyel savaş suçlarında bir dereceye kadar suç ortaklığı yaptığını düşündürdü.Image 2- Terör? Cihad? Ne iş?

ABD, İran'ı terörizmle suçlarken bölgedeki köktendinci silahlı paramiliterler ve yabancı savaşçılarla bağları güçlendirdi. Timber Sycamore, Birleşik Krallık ve çeşitli Arap istihbarat servislerinin desteğiyle ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından yürütülen gizli bir programdı. Belirtilen amacı, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ı iktidardan uzaklaştırmaktı. Program, Suriye hükümetiyle savaşan Suriye muhalif gruplarına eğitimin yanı sıra para, saldırı tüfekleri, havan topları, roket güdümlü el bombaları (RPG'ler) ve TOW tanksavar güdümlü füzeleri de dahil olmak üzere silah tedarik etmeyi içeriyordu.

Bu programın önemli ve endişe verici bir sonucu, ABD tarafından sağlanan silahların Orta Doğu'nun karaborsasına yayılmasıydı. Kanıtlar, bu silahların bir kısmının IŞİD de dahil olmak üzere aşırılıkçı gruplara yönlendirildiğini gösteriyor. Ayrıca, silahları idare etmekten sorumlu Ürdünlü istihbarat görevlilerinin bunları çaldığı ve kâr amacıyla sattığı ve bu çalınan silahlardan bazılarının daha sonra 2015 Amman saldırısında kullanıldığı yönünde raporlar ortaya çıktı. Program ayrıca, ABD destekli isyancıların El Kaide bağlantılı gruplarla birlikte savaşması nedeniyle endişelere yol açtı. Nihayetinde Esad’ı devirse de, beraberinde Suriye’nin hava savunmasını tamamen yok ederek Türkiye’yi bir tür de facto hava savunması sorumluluğuna zorladı.

İran’ın algılanan saldırılara verdiği tepkiler, kışkırtılmamış bir tırmanıştan çok, ölçülü ve misilleme amaçlı bir çizgide ilerlemiştir. Doğrudan kendisine yönelik saldırılara rağmen, İran’ın “misillemeleri” çoğu zaman orantısız şekilde sınırlı kalmıştır; bu makalenin hazırlanmasına da bu gözlem temel teşkil etmektedir. Örneğin, önde gelen nükleer bilim insanı Muhsin Fakhrizadeh’in suikastının ardından İran intikam sözü verdi, ancak askeri anlamda tırmanışa gitmedi ve tepkisi büyük ölçüde retorikle sınırlı kaldı. Benzer şekilde, 2024’te İsrail’e yönelik İran füze saldırıları da, İran’ın o aşamada kışkırtılmamış bir saldırganlık başlattığına dair bir kanıt olmaksızın, doğrudan önceki İsrail saldırılarına yanıt olarak gerçekleştirildi. Bu tutum, saldırgan genişlemeden çok caydırıcılık ve karşılıklılığa dayalı bir stratejik hesaplamayı yansıtıyor. Ayrıca İran’a ilişkin uluslararası ilişkiler tarihi, genellikle yaptırımları ve askeri müdahaleleri meşrulaştırmak amacıyla ileri sürülen tartışmalı atıflar ve temelsiz saldırganlık suçlamalarıyla doludur.

ABD, Mayıs ve Haziran 2019’da Umman Körfezi’nde gerçekleşen tanker saldırılarını İran’a yükledi; ancak bu olay birçok çevrede İsrail’in düzenlediği bir sahte bayrak operasyonu olarak değerlendirildi. Başlangıçta Batı dünyası bu suçlamayı hızla kabul etti, ancak İran suçlamaları kesin bir dille reddetti. Özellikle Japonya tarafından işletilen Kokuka Courageous gemisinin sahibi, mürettebatın geminin önce “uçan bir cisimle” ve ardından ikinci bir atışla vurulduğunu bildirdi; bu ifade ABD’nin öne sürdüğü limpet mayını iddiasını doğrudan çürüttü. Bu çelişki, ABD’nin suçlamaları destekleyecek kesin ve tartışmasız kanıtların eksikliğini gözler önüne serdi. Olayın güvenlik kayıtlarının yayımlanması ise İran açısından nihai bir aklanma sağladı ve Batı’nın saldırıya yönelik sert tepkilerinin hızla sönmesine yol açtı.

Stuxnet'in ardından, İran'ın nükleer santral santrifüjlerinin erimesine yetecek kadar hızlı dönmesine neden olan, bence oldukça yaratıcı bir siber saldırı sonrasında, İran, Siber Uzay Yüksek Konseyi ve Ulusal Pasif Savunma Örgütü gibi kurumların kurulması da dahil olmak üzere siber savunma yeteneklerini geliştirmek için önemli yatırımlar yaptı, bu, son derece karmaşık ve zararlı siber saldırılara maruz kalmış olmanın doğrudan ve mantıklı bir tepkisidir. Stuxnet, yaygın olarak Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in ortak bir eylemi diye biliriz en azından biz.

Burada bir parantez açmamız gerekiyor. İran'ın bugüne kadarki karşı hamleleri, kurdukları birimlerin çokluğu nedeniyle biraz komik hale gelecek kadar etkisiz. Dahil olan kilit örgütler arasında İran Siber Polisi, İstihbarat ve Güvenlik Bakanlığı (MOIS), Siber Uzay Yüksek Konseyi, Ulusal Siber Uzay Merkezi (NCC) ve IRGC Elektronik Harp ve Siber Savunma Örgütü yer alıyor. Ulusal Pasif Savunma Örgütü (NPDO), özellikle altyapı koruması için kurulmuştu ve İran'ın ulusal altyapısına yönelik siber saldırılarla mücadele etmekle görevlendirilmişti. Ve yine de, Ekim 2021'de bir siber saldırı İran'ın yakıt dağıtım sistemini hedef aldı ve hükümet tarafından verilen sübvansiyonlu yakıt kartlarını ve dijital yol panolarını etkiledi, "siber saldırı 64411" (Ayetullah'ın ofis telefonunu her yerde gösterdiler) ve panolarda "Hamaney! Yakıtımız nerede?" mesajlarının gösterildiği enstantaneler yaşandı. Nisan 2025'te İran, "yaygın ve karmaşık" bir siber saldırıyı püskürttüğünü iddia etti. Ancak, püskürtebildilerse Ayyıldız Tim falan yapmıştır herhalde.

Batı medyası ve siyasi söyleminde İran ve müttefiklerinin sürekli olarak “terörü destekleyen köktendinciler” şeklinde tasvir edilmesi, İslamofobik anlatılarla doğrudan örtüşür. Bu tür söylemler, söz konusu aktörlerin karmaşık motivasyonlarını, yerel şikayetlerini ve büyük ölçüde savunma amaçlı duruşlarını görmezden gelerek meseleyi basite indirger. Çatışmayı “medeniyetler çatışması” çerçevesine oturtmak, Batı’nın saldırgan politikalarını ve müdahalelerini meşrulaştırma işlevi görür. Batı medyası ayrıca İranlı kurbanları sistematik biçimde insanlıktan çıkarmakla, olayları asgari düzeyde haberleştirmekle, kurbanlar ve ailelerine dair detayları aktarmamakla ve bunu Batılı kurbanlara yönelik kapsamlı ve empatik habercilikle zıtlık oluşturmakla eleştirilir. Batı sineması da İran’ı genellikle köktendinci bir devlet olarak resmeder; İranlıları, bağlamdan yoksun biçimde, “şiddet yanlısı erkekler ve çarşaflı kadınlardan oluşan öfkeli kalabalıklar” halinde betimler ve ülkeyi teknolojik açıdan geri kalmış gösterir.

İran’ın perspektifinden bölgesel istikrarsızlığı besleyen temel etkenlerden biri, ABD’nin İsrail’e ve medeniyetler çatışmasını gerekçelendirmek için desteklediği cihatçı gruplara sağladığı büyük mali yardımdır. ABD, Şubat 2022’ye kadar İsrail’e 150 milyar doların üzerinde yardım sağlayarak onu en büyük dış yardım alıcısı yapmış; 2019’dan bu yana da yıllık en az 3,8 milyar dolarlık askeri destek taahhüdünde bulunmuştur. Timber-Sycamore programı kapsamında Suriyeli gruplara 20 milyar dolardan fazla nakit ve silah aktarılmıştır. İran’a göre bu yardımlar, İsrail ve Selefi saldırganlığını doğrudan mümkün kılmakta ve bölgedeki istikrarsızlığa ciddi katkı sunmaktadır. Bu mali ve askeri destek, her iki yapıya karşı yürütülen “Direniş Ekseni” söylemini daha da pekiştirmektedir.
Dec 16, 2024 4 tweets 3 min read
☝️😼 pratik bilgiler ☝️😼

Twitter'da "Şebbiha" diye arama yapınca elinizle koymuş gibi terör örgütü bulabilirsiniz Image
Image
Image
Image
İyi yırttınız ha şebbihalar Image
Image
Image
Dec 12, 2024 7 tweets 45 min read
🥳30 GÜNDE 30 SAĞCI YANILGI CHALLENGE🥳

Bana en çok migren veren 30 klişe sağcı fallacy'yi 30 günde çitleyeceğiz ve ptüh diye debunkleyeceğiz.

1. Zenginlere yapılan vergi indirimleri ve teşvikler, yatırımları artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırır ve bu büyüme alt gelir gruplarına da yansır. (Trickle-Down Ekonomisi)

2. Herkesin silahlı olduğu bir toplumda suçlular korkar ve asayiş olur.

3. Asgari ücretin artırılması, işverenlerin maliyetlerini yükselterek işsizliğe yol açar.

4. Aşılar otizme neden olur veya aşılar aslında devletlerin toplum üzerinde kontrol ve izleme kurma stratejisidir; mikroçiplerle bireylerin hareketleri takip edilir.

5. Günümüzde yaşanan iklim değişikliği doğal iklim döngülerinin bir parçasıdır ve insan faaliyetlerinden bağımsızdır.

6. LGBTQ+ hakları aile kurumunu ve ahlaki değerleri tehdit eder, toplumsal düzeni bozar.

7. Feminizm, kadınların ekonomik hayata katılımını teşvik ederek aile kurmamalarına neden olur veya erkekleri eşleri karşısında ezik duruma sokar. Toplumsal cinsiyet rolleri doğuştan gelir, bunları değiştirmek toplumun doğal dengesini bozar.

8. Dünya bir fikirler arenasıdır. Bugünün dünyasını en popüler fikirler kurmuştur ve bu yüzden hakim düzen en haklıdır. Şayet diğer düzenler ile ilgili fikirler daha iyi olsa daha çok benimsenirlerdi ve dünya öyle olurdu.

9. Toplumsal sorunların temelinde sistemsel sorunlar yoktur; bireylerin ahlaki zayıflığı ve tembelliği vardır. Kendi hayatını düzeltemiyorsan, topluma da karışmamalısın.

10. İnsan hakları normları, zayıfları yapay olarak güçlendirerek doğal hiyerarşiyi yıkar.

11. Feminizm, işe alımlarda pozitif ayrımcılığa neden olarak erkekleri mağdur eder.

12. Geniş çaplı gözetim masumlara zarar vermez. Sadece saklayacak şeyi olanların endişelenmesi gerekir.

13. Sosyal yardımlar tembelliğe neden olur.

14. Özel okullar, piyasanın rekabetçi yapısı nedeniyle daha yenilikçi ve kaliteli eğitim sunarak kamu okullarını da iyileşmeye teşvik eder.

15. Evrensel sağlık sistemi hizmet kalitesini düşürür.

16. İdam cezası geri gelirse, ölüm var diye suçlular korkar ve asayiş olur.

17. Zor zamanlar güçlü insanlar yaratır. Güçlü insanlar iyi zamanlar getirir. İyi zamanlar zayıf insanlar yaratır. Zayıf insanlar zor zamanlar getirir. Şu an zayıf insanlar zamanı.

18. Önemli olan ekonomik büyümedir. Daha büyük pastadan sana da daha büyük dilim düşer.

19. Serbest piyasanın görünmez eli, müdahale olmaksızın en verimli ve adil sonuçları üretir. Her türlü müdahale verim azaltıcıdır.

20. “Ekonomik bencillik” yani bir aktörün kendi kazancını maksimize etmeye çalışma eğilimi, piyasaların etkin işlemesini sağlar. Bu rasyonelliktir. Açgözlülük iyidir.

21. Küresel ısınma eğer gerçekten tehlikeli bir yere giderse şirketler inovasyon yapar onu çözer. Çünkü bkz: Serbest piyasa.

22. Çevre koruma politikaları serbest piyasayı gereksiz kısıtlar, inovasyon ve ilerleme ruhunu baltalar. Ekolojik felaket olursa zaten şirketleri de etkileyeceği için gerekirse serbest piyasa halleder.

23. Sendikalar işgücü verimliliğini düşürüp işverenlerin rekabet gücünü azaltır, böylece toplu işten çıkarmaları kaçınılmaz kılar.

24. Kamu sektörünün büyümesi gereksiz bürokrasi yaratarak ekonomide verimlilik kaybına neden olur.

25. Zenginlerin zenginliği hak edecek bireysel nitelikleri vardır. Yoksulların durumu da tamamen kendi seçimlerinin sonucudur. Daha az harcayıp tasarruf etseler, onlar da zengin olabilirler.

26. Yoksullar fıtratlarından dolayı yoksuldur. Yeniden dağılım politikaları bu nedenle gereksiz mali yüklerdir. Benim ürettiğim katma değeri benden gasp edip müptezele vermektir.

27. Tarım, sanat gibi alanlara sübvansiyon verilmemelidir. Eğer gereklilerse piyasa onları finanse edecektir.

28. Serbest ticaret herkes için gönüllülük esasına dayanır.

29. Eğer fikri mülkiyet ve patent olmazsa kimsenin icatlar yapmak için bir motivasyonu kalmaz ve inovasyon biter.

30. Elindeki telefonu kapitalizm üretmiş sen yine de o telefonu kullanarak kapitalizmden yakınıyorsun.

Yarın başlıyoruz.💓 🥳30 GÜNDE 30 SAĞ DENYOLUK DEBUNK CHALLENGE🥳

GÜN 1: Zenginlere vergi indirimleri, yatırımları artırarak ekonomik büyüme yapar ve bu fakirlere de yansır. (Trickle-Down Ekonomisi)

Trickle-down ekonomisi, "ekonomik pastayı büyütelim, herkes daha büyük bir dilim alsın" düşüncesine dayanır. Zenginlere sağlanan vergi indirimleri ve teşviklerin, onların yatırımlarını artırarak yeni iş imkanları, daha yüksek maaşlar ve ekonomik büyümeyi yaratacağı varsayılır. "Bu büyüme, yukarıdan aşağıya doğru süzülerek toplumun tüm kesimlerine yayılır" denir.

Bir çiftlik düşünün, bütün hayvanlara eşit yem dağıtmak yerine sadece en büyük boğaya yem veriyorsunuz. Neticede kağnıyı o boğa çekiyor. Gürbüzified olursa tarlayı daha hızlı sürer, mahsul artar ve diğer hayvanlara da yiyecek çıkar diye düşünüyorsunuz. Ancak pratikte, tavuklarınız açlıktan yumurtadan kesiliyor.

2- Tarihi

Milton Friedman'ın ABD istihbaratı tarafından evlat edinilip kendisine Chicago Üniversitesi hediye edilmesi, Hayek'in Nobellenmesi gibi mevzular süregiderken, 1970'lerde Operation Condor, Güney Amerika'yı neoliberalizmin laboratuvarı yapmıştı. Sonuç, özelleştirme, sendikasızlaştırma ve kamu hizmetlerinin parçalanmasıyla gelir eşitsizliği ve yoksulluğun derinleşmesi oldu.

1980'lerde Reagan yönetimi, Latin Amerika’daki neoliberal başarı(!) modelini ABD’ye ithal etti. Reaganomics, trickle-down ekonomisi ve sendikasızlaştırmayı ana eksenine alarak kamu harcamalarını kıstı, zenginlere yönelik vergi indirimlerini genişletti. Sonuç bir öncekinin az daha post-endüstriyel haliydi: sermaye birikimi hızla üst sınıflarda yoğunlaştı, orta sınıf eridi, gelir eşitsizliği Amerikan tarihinde görülmemiş seviyelere ulaştı.

Neoliberalizm, yalnızca ABD'nin iç politikaları değil, aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla küresel bir sömürü mekanizması haline geldi. Latin Amerika'dan Asya'ya, borç krizleri neoliberal programların zorla dayatılması için kullanıldı. Ulusal ekonomiler, çokuluslu şirketlerin oyun sahasına dönüştü. Sovyetler'in pamuş kalbi bunlara dayanamayıp vefat ettiğinde leşini yemek için Chicago Boys kımıl kımıl kanatlarla beklemekteydi. "Rusya'nın Oligarkları" efsanesi de 90larda işte böyle doğdu.

Neoliberalizm, Pinochet'nin işkence odalarından Reagan'ın Beyaz Saray'ına, hatta komünizmin kalbine kadar taşınan, kapitalist sınıfın sömürü ve tahakküm aracı oldu. Bu sistem, zenginleşmenin yalnızca birkaç seçkinin kasasına aktığı, geri kalanların ise yoksulluğa itildiği bir küresel düzene dönüştü.

3- Pratik dersen sallanmakta

Trickle-down ekonomisi, ağanın zenginleştikçe biz marabaya daha iyi bakması fikrine yaslanır. Lakin pratikte zenginlere sağlanan vergi indirimlerinin ve teşviklerin ekonomik büyümeyi yaratmak yerine gelir eşitsizliğini artırdığı görülmüştür. ABD'de 1980'lerden bu yana, en zengin %1'in serveti %279 artarken, orta ve alt gelir gruplarının reel gelir artışı yalnızca %12 olmuştur. Üstüne üstlük, ortalama işçinin ürettiği reel değer %64 artarken, maaşı yalnız %17.3 artmıştır. [1]

Çünkü zenginler bu teorinin iddia ettiğinin aksine ellerine geçen ekstra paralarla gidip yeni istihdamlar yaratan yatırımlar falan yapmazlar. İstif yaparlar. Sonra çok parayı senin ülkene getirme vaadiyle senden imtiyaz koparacak leverage elde ederler.

Örneğin zenginlerin gelirlerinin yalnızca %20'si üretken yatırımlara dönüşürken, kalan %80'i tasarruflarda tutulur veya borsada kullanılır. En alttaki %50’nin harcama eğilimi çok yüksekken, en üstteki %10’un gelirlerinin yalnızca %15-20’si harcamaya yönlenmektedir. Yani damlama etkisi çalışmaz ama, kökten bitkiye su yürüme etkisi (öyk ne kadar kötü bir metafor) çalışır. [2][3]

4- Cennet Vatan

Türkiye'de büyük ölçekli şirketlere ve yüksek gelir gruplarına sağlanan vergi indirimleri ve teşvikler, toplam vergi harcamalarının yaklaşık %85'ini oluşturmaktadır. Yani trickle down ekonomisine tam ve bütüncül bir iman, en azından davranışsal düzeyde var gibi durmaktadır. [4].

Dolaylı vergiler, Türkiye'nin vergi gelirlerinin %70'ini oluşturmaktadır. Bu vergiler, düşük gelirli hanelerin harcamalarının %15'ini, yüksek gelirli hanelerin ise sadece %5'ini etkilemektedir. Çünkü bu vergiler tüketim esnasında alınır. Şayet paranızı istif yaparsanız da sizden alınmaz. Dolayısıyla dolaylı vergiler, zengine vergi kesintisi yapmaya benzer bir mantıkla çalışır. [5].

Diğer bir deyişle yüksek gelir grupları, gelirlerinin %60'ını tasarruf veya finansal yatırımlara yönlendirirken, düşük gelir grupları gelirlerinin %90'ını temel ihtiyaçlara harcamaktadır. Bu, zenginlerin ekonomiye katkısının sınırlı kaldığını, düşük gelir gruplarının ise tüketim yoluyla ekonomiyi desteklediğini göstermektedir [6].

En zengin %10'luk kesim, Türkiye'deki toplam servetin %77'sine sahiptir. Buna karşılık, en yoksul %50'lik kesim toplam servetin sadece %2'sine sahiptir. [5].

Dolayısıyla Trickle Down Ekonomisi gerçek olmadığı gibi, Türkiye gerçekmiş + yarın yokmuş gibi yaşamaktadır. Ve gittikçe eşitsizleşmektedir.

Bunları nasıl tolere ettiğimize bazen inanamıyorum. Pardon inanamamaktayımdır. Dil resmi olsun. Sevgiler.

Kaymaklar:

1. epi.org/blog/growing-i…

2. ourworldindata.org/income-inequal…

3. brookings.edu/articles/estim…

4. oecd.org/tax/revenue-st…

5. data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p…

6. tcmb.gov.tr/wps/wcm/connec…Image
Dec 6, 2024 6 tweets 10 min read
HTŞ: Türkiye’nin Taliban’ı mı? (🧵 5 fasikül flood)

2013 yılında ABD tarafından başlatılan Timber Sycamore Operasyonu, Suriye iç savaşında İran’ın ve Esad rejiminin etkisini azaltmayı hedefleyen geniş çaplı bir gizli harekâttır ve göçmen krizinin başlıca sebebidir. CIA liderliğinde yürütülen bu operasyon, Suriye muhalefetini güçlendirmeyi ve İran karşıtı unsurların etkinliğini artırmayı amaçladı.

ABD'nin bu operasyondaki temel yaklaşımı, "faydalı radikaller" olarak adlandırılan gruplara destek sağlamaktı. Bu gruplar, başlangıçta Suriye’deki rejim karşıtı harekete liderlik eden oluşumlar olarak görülüyordu. Bu grupların önemli bir kısmı Selefi (Vahhabi tipi olan versiyon) ve radikal ideolojilerden geliyordu. ABD’nin operasyon için yıllık yaklaşık bir milyar dolarlık bütçe ayırması ve bu bütçenin büyük ölçüde Suudi Arabistan gibi müttefik ülkeler tarafından desteklenmesi, herkesin hayatını etkileyip hiç yaşanmamış gibi davranılan bir mevzu olarak tarihe geçti.

Operasyonun önemli unsurlarından biri, Suriyeli muhaliflere sağlanan silah ve mühimmat desteğiydi. CIA’nın abartılı miktarlarda sağladığı bu silahların önemli bir kısmı IŞİD ve Nusra Cephesi gibi radikal örgütlerin eline geçti. 2015 yılında CNN ve 2017 yılında Al Jazeera, silahların radikal gruplar tarafından kullanıldığını belgeledi. Operasyonun bir diğer boyutu, Suriye muhalefetine sağlanan askeri eğitimdi. CIA, bu grupların savaş kabiliyetini artırmak için eğitim kampları kurdu ve lojistik destek sağladı.

Bugün resmiyette Timber Sycamore bitmiş olsa da iş birliğinin devam ettiğini görebiliyoruz. Times of Israel 2024 Aralık’ta HTŞ’nin sürgündeki üst düzey isimlerinden Fahad El-Masri ile bir röportaj yaptı. El-Masri, İsrail’in Ahtapot Doktrini’ni birebir tekrar ederek, “İsrail liderliğini Suriye’deki İran destekli milislerin mevzilerine yoğun saldırılar başlatmaya çağırıyoruz,” ifadelerini kullandı. Bu açıklamalar, ya bu figürlerin İsrail stratejisini benimseyecek kadar etkilenmiş olduklarını ya da iki taraf arasında örtük bir iş birliği olabileceğini düşündürüyor.

İran’ın direniş eksenini zayıflatma amacı, bir ölçüde başarıya ulaştı. İsrail’in Suriye’deki İran destekli grupları hedef alma politikası da meşruiyet kazandı. 2017 yılında Trump yönetimi, Timber Sycamore’u sonlandırdı. Ancak bu süreçte Suriye, silahlarla dolu bir savaş alanına dönüşmüş, milyonlarca insan yerinden edilmiş ve radikalleşme hızlanmıştı. (1/5)Image Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), Suriye iç savaşında, radikal Selefi ideolojisi ve bölgedeki gücünü artırma stratejileriyle dikkat çeken bir aktör olarak ortaya çıktı. Başlangıçta Nusra Cephesi olarak bilinen bu yapı, Batı tarafından İran’a karşı kullanılmak üzere “ılımlı” ve “faydalı” ilan edildi ve yeni bir isim aldı: HTŞ. Ancak bu sahne ışıkları ve showbiz’in arkasında, bölge halkı ve uluslararası toplum açısından büyük bir yıkım ve trajedi yatıyordu.

HTŞ, 2020'lerin başlarında İdlib ve çevresinde yaklaşık %70'lik bir kontrol sağlamış durumdaydı. Türkiye’nin bölgedeki vekalet savaş aparatı rolünü benimsedi. İHA desteği, askeri ekipman tedariki ve stratejik alanların HTŞ'nin elinde kalmasına göz yumulması, grubun İdlib’deki üstünlüğünü pekiştirdi. Bunun sonucunda:

- Çok Sayıda Sivilin Hayatını Kaybetmesi: Kadın, çocuk ve yaşlıların da dahil olduğu normal insanlar yaşamını yitirdi. 2021 yılında, bir kerede yüzlerce kişi öldürüldüğü oldu mesela. Çünkü biliyorlar ki buralara salındıkları zaman her şeyleri mazur görülür.
- Göç ve Yerinden Edilmeler: İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kalmakta, mülteci krizleri derinleşmektedir. 2020-2021 yılları arasında HTŞ'nin saldırıları nedeniyle binlerce Arap sivilin yerinden edildiği bildirilmiştir.
- Altyapının Tahrip Edilmesi: Okullar, hastaneler ve temel hizmetlerin verildiği yapılar zarar görmektedir. Bu durum, bölgedeki yaşam koşullarını daha da zorlaştırmaktadır.
- Suriye'nin Bölünmesi: HTŞ'nin kontrol ettiği bölgeler, Suriye'nin egemenliği ve toprak bütünlüğü açısından tehdit oluşturmaktadır.
- Direniş Ekseninin Zayıflaması: HTŞ'nin yükselişi, İran, Hizbullah ve diğer direniş unsurlarının Lübnan'daki etkinliğini de etkileyebilir.
- Emperyal Güçlerin Nüfuzu: Batılı ve bölgesel aktörlerin bölgedeki etkisi artarak, dış müdahalelerin artmasına ve bölgedeki istikrarın daha da bozulmasına yol açmaktadır.

HTŞ’nin liderlerinden Ebu Muhammed el-Cevlani, sürekli jilet gibi takım elbisesiyle röportaj veriyordu. 2021 yılında PBS'nin Frontline programında El-Cevlani, Suriye’deki “ılımlı muhalefetin” lideri olarak tanıtıldı. Program, El-Cevlani’yi sadece bir askeri lider olarak değil, aynı zamanda “vizyon sahibi” bir figür olarak pazarlamaya çalıştı. BBC ve CNN gibi uluslararası medya organlarında da benzer içeriklerle HTŞ’nin meşrulaştırılmaya çalışıldığı görüldü. Bu süreçte, Katar’ın medya gücü olan Al Jazeera da HTŞ’yi bir direniş grubu olarak sunmaya yönelik yayın politikaları benimsedi. Katar’ın finansal ve medya desteği, HTŞ’nin uluslararası arenada görünürlüğünü artırarak, radikal bir örgütü meşru bir siyasi aktör gibi göstermeyi hedefledi.

Katar, bu süreçte Türkiye’yi yeni bir pozisyonda işe aldı: Gayrımeşru ve asimetrik vekil savaşları koordinasyon müdürü. (2/5)Image
Nov 13, 2024 6 tweets 6 min read
Ocak 2024’te BlackRock, iShares Bitcoin Trust (IBIT) adlı spot Bitcoin ETF’sini piyasaya sürdü. Ürün, iki hafta içinde yönetim altındaki varlıklarında 2 milyar doları aşarak dikkat çekti ve finans endüstrisi böylelikle tamamen crypto bro olmuş oldu.

ETF (Exchange Traded Fund), bir borsada işlem gören yatırım fonudur. Borsa Yatırım Fonları (ETF'ler), hisse senedi gibi borsada işlem gören yatırım araçlarıdır. Bir ETF, genellikle bir endeksi, sektörü, emtiayı veya diğer varlıkları takip eden bir yatırım sepetidir.

Bu da yatırımcılara tek bir işlemle çeşitli varlıklara yatırım yapma olanağı sunar. Böylelikle riskiniz düşmüş olur. Bunu da kolay şekilde yaparsınız. Tek hareketle bir buket fon.

iShares ilk Spot Bitcoin ETF’si, ve yatırımcılara doğrudan Bitcoin satın almadan, kripto varlığın fiyat hareketlerinden yararlanma imkânı sunma iddiasında. Bitcoin piyasası büyük ölçüde düzenlenmemiş bir piyasadır, oysa ETF'ler düzenlenmiş finansal ürünlerdir. Bu durum, düzenlenmiş ve düzenlenmemiş piyasalar arasında sermaye geçişine olanak tanıyan bir "kapı" oluşturabilir.

Bu sermaye geçişi, finansal sistemde risklerin artmasına ve potansiyel piyasa manipülasyonlarına yol açabileceği için sorgulanabilir bir durumdur. Düzenleyici kurumlar, yatırımcıları korumak ve piyasa istikrarını sağlamak için bu tür ürünlere karşı temkinli davranmaktadır. Bu nedenle de SEC, iShares'i onayladığında çok mevzu oldu.

Bugüne baktığımızda ise 30 Ekim 2024’te IBIT, 875 milyon dolarlık günlük net giriş ile rekor kırdı. Ancak asıl dikkat çeken gelişmeler Kasım ayında yaşandı. 7 Kasım 2024’te, Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından, IBIT ilk 20 dakikada 1 milyar dolarlık işlem hacmine ulaştı. Bu durum, Bitcoin’in jeopolitik olaylara duyarlılığını ve ETF’ye olan yoğun ilgiyi gösterdi.

11 Kasım 2024’te Bitcoin fiyatı 88.000 doları aşarken, IBIT’in günlük işlem hacmi 4,5 milyar dolara ulaştı.

Ne denendiği, gideceği yön ve alınan riskler hakkında başka bir zaman konuşacağız. Temel olarak "weaponization of dollar"ın daimiyetini korumaya çalışmakla ilgili olduğunu tahmin ediyorum ama biraz daha emin olmam gerek.

Bugün ise Blackrock'ın aslında neden illüminati olduğunun 4 omen'ini konuşacağız (1/5) 🧵Image Pasif yatırımın temelini anlamak için önce “endeks” kavramını açıklayalım. Endeks, bir piyasanın genel performansını ölçen bir listedir. Örneğin, Borsa İstanbul 100 Endeksi (BIST 100), Türkiye’deki en büyük 100 şirketin performansını gösterir. S&P 500 ise ABD’nin en büyük 500 şirketinin performansını takip eder.

Pasif yatırım, bu tür endeksleri birebir kopyalamayı hedefler. Yani yatırımcı, tek tek hisse senetleri seçmek yerine, endeksteki tüm şirketlere yatırım yapar. Bu strateji, genellikle düşük maliyetli ve uzun vadede istikrarlı olduğu için tercih edilir. Buna “endeks izlemek” denir çünkü yatırımcı, endeksin performansını aynen yansıtır.

Ancak bu sistem, piyasa dinamiklerini değiştirebilir. Normalde, yatırımcılar şirketlerin gerçek değerlerini analiz ederek alım-satım yapar ve bu analizler varlık fiyatlarının doğru belirlenmesine yardımcı olur. Pasif yatırımda ise bu analizler yapılmaz; alım-satım kararı, yalnızca hisselerin endekste olup olmamasına bağlıdır.

Bu, endekste yer alan büyük ve popüler şirketlerin sürekli daha fazla talep görmesine yol açar. Sonuç olarak, bu şirketlerin hisse fiyatları yükselir ve zaten yüksek olan değerlemeleri daha da artar. Yani değerli olan daha değerli hale gelir. Öte yandan, endeks dışında kalan küçük veya az bilinen şirketler, kaliteli olsalar bile göz ardı edilir ve değer kaybeder.

BlackRock, 11.5 trilyon dolarlık yönetimi altındaki varlıklarıyla bu sistemin en büyük oyuncularından biridir. Üstelik birçok büyük şirkette hissesi olduğundan, piyasa hangi yönde hareket ederse etsin kazanan taraf genellikle BlackRock olur. Kim kazanırsa kazansın o kazanır. (endeks büyüdükçe) (2/5)Image
Nov 9, 2024 14 tweets 15 min read
İnsanların hala "Elon Musk ailesini bir arada tutmaya çalışan dini bütün bir deha" zannetmesi beni delirtiyor.

Tamamen yanlış. Tony Stark ile tek ortak noktası da kurgu karakter olmak.

Haydin size gerçekleri anlatayım ve Elon balonunu patlatalım (1/13) 🧵 Image Teşvik ve Bailout Desteği: Zenginlere Sosyalizm, Fakirlere Kapitalizm

Musk, kariyeri boyunca lobi gücü ve politik kapitalini maksimize etmeye çalıştı ve karşılığını fazlasıyla aldı. Tesla ve SpaceX gibi şirketleri, devletten milyarlarca dolar teşvik ve sübvansiyon sağladı. Örneğin Tesla, ABD’de elektrikli araç alıcılarına verilen 7.500 dolarlık vergi kredilerinden “trickle up” misali faydalandı. Ayrıca Kaliforniya’da sıfır emisyon kredileri satarak milyonlar kazandı.

İronik olan, Musk’ın bu yardımlardan yararlanırken sosyal yardımların kaldırılmasını savunması. Üç kez iflasın eşiğine gelmişken devlet tarafından kurtarılan Musk, sosyal devlete karşı alerjik. Chomsky’nin deyişiyle bu, “zenginler için komünizm.” Devlet yardımı iş dünyasına olunca sorun yok, ama sosyal politikalara gelince devlet elini çeksin istiyor. (2/13)Image
Image
Aug 11, 2024 10 tweets 6 min read
Ben hem dinsizim, hem 7 yıldır Yemen'e düzenli bağış yapıyorum, hem de hayatımda düzenli bağış yaptığım Türkiye dışındaki tek yer Yemen. Ben herhalde konuşabiliyorum.

İSRAIL'IN YAPTIĞI ŞEY ALELADE BIR SOYKIRIMIN ÇOK ÖTESINDE:
1- israil 90lardan beri sistematik olarak Filistinli mahkumlardan organ ve deri çalar.
2- 2. intifada'dan beri israil filistinlilere düzenli cinsel işkence uygular.
3- İsrail'in işkence ar-ge'si için kullanılan Sed Teiman gibi merkezleri vardır.
4- İsrail ABD'ye Filistin'de öğrendikleri üzerinden Ebu Gureyb'de işkence danışmanlığı vermiştir.
5- İsrail Filistinlileri susuzluğa mahkum etmek için yağmur suyunu toplayan sarnıç kurulmasını bile kimi durumlarda ölümle cezalandırmıştır.
6- İsrail Filistinli çocukları canlı kalkan olarak kullanır.
7- İsrail çocukların sakatlanması için bilerek misket bombası mühimmatı kullanır.
8- İsrail öylesine öjenisttir ki kendi ölen askerlerinin spermlerini de sperm ekstraksiyon üniteleri ile toplar. Soy takıntıları var.
9- Bunun karşısında "Filistin yok, filistinli kültürü yok" demek için bütün yazılı kayıtlarını ve edebiyatlarını, "büyük kitap hırsızlığı"nda yok etmişlerdir.

Her birine bir tweet yapalım bir flood. YALNIZCA SEKÜLER VEYA İSLAMDAN ÇOK DA HOŞLANMAYAN KAYNAKLAR KULLANALIM. Kapsamlı bir yanıt olacak, bunu yanıt verenlerin altına falan spamlerseniz hora geçer. Organ Çalma
1990'larda İsrail'e karşı ileri sürülen organ çalma iddiaları, özellikle 2009 yılında İsveç'te yayımlanan Aftonbladet gazetesinde yer alan bir makale ile yeniden gündeme geldi. Bu makalede, İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) öldürülen Filistinlilerin organlarını çaldığı öne sürüldü. Bu iddialar, İsrail'de büyük tepki uyandırdı ve antisemitik bir karalama olarak nitelendirildi. İsrail hükümeti ve yetkilileri bu iddiaları sert bir şekilde reddetti.

Ancak, aynı dönemde İsrail hükümeti yetkilileri, 1990'larda bazı Filistinli ve İsrailli ölülerden ailelerinin izni olmadan organ alındığını kabul etti. Bu uygulamanın daha sonra sona erdirildiği belirtildi. Bu bağlamda, Aftonbladet'in iddiaları, özellikle İsrail hükümetinin bu açıklaması ile daha da karmaşık bir hal aldı ve uluslararası tartışmalara yol açtı.

İsrail'in "Deri Bankası" iddiaları, özellikle 2009 yılında yeniden gündeme gelen organ hırsızlığı suçlamaları ile ilişkilidir. İsrail'de büyük bir deri bankasının var olduğu ve bu bankadaki deri stoklarının Filistinlilerin vücutlarından izinsiz alınan derilerle oluşturulduğu iddia edilmiştir. Ayrıca, İsrail'in Filistinlilerin organlarını çaldığına dair çeşitli raporlar ve tanıklıklar bulunmaktadır. Örneğin, İsrail Adli Tıp Enstitüsü'nün eski direktörü Yehuda Hiss, 1990'larda Filistinli cesetlerden izinsiz organ alındığını itiraf etmiştir. Bu durum, Filistinlilerin cesetlerinin ailelerine organları alınmış halde iade edildiğine dair iddialarla da desteklenmektedir. İsrail'in deri bankasının büyüklüğü ve bu organların kaynağı konusundaki tartışmalar devam etmektedirImage
Jun 12, 2024 11 tweets 3 min read
@KavalaFaik Sen şimdi buraya bir whatsapp mesaj ekran görüntüsü atınca ezberine de uyuyor diye gelip burada şakşakşak alkışlayacaklar. Ama bir bakalım mı durumlar gerçekte neymiş? Image @KavalaFaik Image
May 30, 2024 5 tweets 2 min read
AL NASR HASTANESİ - 12 Kasım 2023
IDF hastaneyi işgal etti. Yoğun bakımdakiler + prematüre olanlarla 31 bebeği ailelerinin ve doktorların yanlarına almalarına izin vermediler.

"Bebekler güvende. Kızıl Haç ilgilenecek" dediler. (1/4)
Tahliye esnasında insanlara bir rota söylendi. Bu daracık rotaya sıkış tepiş dolduruldular, ve üzerlerine ateş açıldı. (2/4)