Profile picture
İlkay @KemalistIlkay
, 188 tweets, 21 min read Read on Twitter
Devletin Kökeni (Arkhesi).
Devlet özgürlüklerin teminatıdır.

Friedrich Hegel
Devlet toplumsal iradenin ürünüdür.

Jean-Jacques Rousseau
Bireylerin oluşturduğu toplumdaki düzeni, bireysel vicdanlar sağlayamaz, çünkü vicdanın zorlama ve yaptırım gücü yoktur, muhakkak bir yerde tıkanılır, bu yüzden toplumsal yaşamda bireylerin ihtiyaç ve isteklerini, ilişkilerini ve haklarını düzenleyen kurallara, yasalara ve
bunları uygulayacak kurumlar üstü bir kurama gereksinim vardır, bu durumda devlet, amacı sosyal düzenin, adaletin, toplumun iyiliğinin sağlanması olan, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşmiş bir insan topluluğuna dayanan ve
bu topraklar üzerinde bulunan her şey üzerinde nihai meşru kontrole sahip, siyasi örgütle donanmış sosyal bir organizasyondur.
Devletin nasıl ortaya çıktığı konusunda teoriler ise;

👉Devletin doğal bir varlık olduğunu,

👉Devletin yapay bir varlık olduğunu,

savunan görüşler var.
Devletin köken teorileri için güzel bir kaynak; dergipark.gov.tr/download/artic…
Platon Politeia (Devlet) adlı yapıtında, devletin var oluş nedenini ve temelini insanların bir arada yaşama ve birbirlerine gereksinim duymaları olgusundan hareketle açıklar. Devletin varlık nedenini Platon bir bilgi nesnesi olarak “devlet” kullanır.
Çoğumuz, siyaset felsefesinin amacını devletin oluşunun bilgisini vermek zannederiz, oysa devletin var oluş amacının bilgisini vermektir, yani siyaset felsefesinin amacı devletin var oluş amacının bilgisinden hareketle devlet olgusunun kendisini temellendirmektir.
Siyaset Bilimi ve Tarih “devlet”in nasıl kurulmuş olduğu ya da genel olarak devletin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili açıklamaları deneysel ve tarihsel yapar. Peki felsefe bu işin neresinde diyebilirsiniz?!.
Filozofların bu konudaki bilgi aktarımları ve düşünceleri de tarihte etkili ışık olmuştur, tıpkı ilk verdiğim Platon’un Devlet eseri gibi, sonrasında Aristo...vs.
Siyaset felsefesindeki devlet olgusunu kavramsal olarak ele alıp “devlet” denilen varlığın var olmak zorunda olup olmadığını ve var olmak zorundaysa niçin var olmak zorunda olduğuna ilişkin bir açıklama, bir temellendirme verir.
“İnsanlık tarihinde devletin ilk kez ortaya çıktığı belli bir an saptayamayacağımız apaçıktır.” (Cassirer-Alıntı)

Göbeklitepe,gibi tarihin sürprizleri var, bazen bilim de kesin olmadığı için(yenilenebilir bilgilerle tarihin gelişimini etkileyen durumlardan dolayı)kesin bilinemez
Köken terimi tarihsel veya kronolojik köken anlamında değil, mantıksal köken anlamında düşünülmeli. Bir mantıksal başlangıç terimi olarak köken devletin varlığıyla ilgili bir temellendirme verir ve bu temellendirme ya da başlangıç da insan doğasında yatar.
Devletin doğasının insan doğasıyla ilişkisini Platon Politeia adlı yapıtında insandaki adaleti araştırmak için toplumda adaleti sorgulamaya başlar ve kaç tür devlet varsa o kadar o sayıda da insan karakteri olduğunu söyler.
“İnsanda hem bir hak duygusu, bir adil olma duygusu hem de haksızlığa ve adaletsizliğe doğru bir eğilim vardır” (Mengüşoğlu-Alıntı)
İnsan hem iyidir,hem kötüdür; hem çıkarını düşünerek suç işleyebilen,haksızlık yapabilen bir varlıktır,hem de başkalarına saygı gösteren,kendi çıkarını başkalarının hakkının önüne koymayı reddeden bir varlıktır,insan en acımasız hayvandır,hele böylesi devlet başına geçerse vah!!!
İnsanın bu birbiriyle uyuşmaz yanlar içeren varlık yapısı genetiğinde sarılıdır, insan doğası denilen şeyi oluşturur. İnsanın adaletsizliğe ve kendi çıkarı uğruna suç işlemeye olan eğilimini vicdan denilen şey her zaman engelleyemez, ancak devletle olur.
Devletin varlık yapısının insanın varlık yapısından doğması böyledir, devlet bu durumda adaletsizliği ve haksızlığı önleyecek, insanın eylemlerini ve yapıp etmelerini düzenleyecek bir güç olarak karşımıza çıkardı; ki bu çağda bir tuhaflık var...
Platon’un “devlet anlayışı” için güzel bir yazı. felsefe.gen.tr/filozoflar/pla…
Aristoteles’in “devlet anlayışı”nı güzel anlatan bir yazı. felsefe.gen.tr/filozoflar/ari…
Filozoflardan en çok sevdiklerim arasında Konfüçyüs vardır, sebebi inançlı olsa da asla o konuda empoze etmeye çalıştığı bir dini inanç olmadı.
Konfüçyüsçülük bir dinden ziyade bir ahlak felsefesidir, o; kişileri siyasi eğitimle mutluğa kavuşturmaya çalıştı. Akıllılık, erdemlilik, iyilik doğruluk ve edeplilik ilkelerine uymak gerekiyordu, erdem!!! Aile yapısını önemseyen ve devlete kadar etki göstereceğine inanıyordu.
Cumhuriyet sayesinde halktan birileri devlet başına geçebiliyor, Atam sayesinde. Fakat düşünsenize; devletin başına gelen düzgün aile bireyleri olsaydı, acaba ülkemiz ne olurdu? Konfüçyüs’ün bu yüzden sistemin temeline asırlar önce odaklanmış olması hep çok ilgincime gitmiştir.
Meşşaî filozofların devlet anlayışları;+
Devlet ve idare şekli hakkında görüşlerini sistemli bir şekilde temellendiren ilk Meşşâî filozofu Farabi’dir,o siyaset anlayışını epistemolojik ve etik bir temele dayandırır.Ahlak ve siyaseti birbirinden ayrı düşünmeyen Farabi bildiklerini eyleme dönüştürmesi olduğunu da ima eder
Siyaset temelinde vurgulanan epistemolojiyle insanın bilgi (amel yönüne dikkat
çekilirken), ahlak denildiğinde ise daha çok mutluluk ve fazilet
kavramları ön plana çıkmaktadır. Nitekim Farabi’ye göre, insanın var oluşundan maksat, yüce mutluluğa erişmesidir.
Farabi’nin devlet anlayışı,bir anlamda onun metafizik,ontolojik ve kozmolojik değerlendirmelerinin bileşimidir denilebilir;o,devleti canlı bir organizma olan insanla özdeşleştirmektedir,insana canlılık veren kalbi merkeze alıp,devlet idaresinde devlet başkanıyla ilişkilendiririr.
Farabi, kalp ile devlet başkanı arasında benzerlik kurarken her ne kadar bir kaynağa referansta bulunmasa da, onun kalbin maddi
manevi önemine dikkat çekmesi Muhammed’in şu hadisini hatırlatmaktadır:
“Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi
olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası ‘kalp’tir.”
Farabi, sosyal bir varlık olarak gördüğü insanın hemcinslerinin yardımı olmadan temel ihtiyaçlarını karşılayamayacağını düşünür. Ona göre, insanın mükemmele ulaşması için de fıtratına yerleştirilen sosyal hayatın içinde olma, bir yönüyle, zorunluluktur.
İnsan iyilik ve mükemmelliği, ancak muhtelif insanların yardımlaşma amacıyla bir araya geldiğinde elde edebilir. İnsanların bir araya gelerek meydana getirdiği topluluk, Farabi’ye göre ya kâmil (tam), ya da nâkıs (eksik)tır.
Büyük, orta ve küçük kısımlarından oluşan kâmil topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortası yeryüzündeki ayrı ayrı milletleri, küçüğü ise, bir ülkede oturan şehir halkıdır. Nâkıs topluluklara gelince, bunlar köy, mahalle, sokak ve ev halkından meydana gelmektedir.
Daha sonra şehirleri de kendi içinde gruplara ayıran Fârâbî, bir şehrin faziletli olmasını, orada yaşayan insanların mutluluğu elde etmek için birbirine yardım etmesine bağlamaktadır.
Filozofa göre, eğer bir millet saadete ulaşmak için el ele verir yardımlaşırlarsa, onlar da en faziletli millet olur, eğer bütün milletler bu amaç doğrultusunda el birliği yaparlarsa, o zaman içinde yaşanan dünya da en faziletli dünya olmuş olur.
Farabi’nin yapmış olduğu bu ayrım, eski Yunan’da yoktur. Onların sisteminde aile ve sitenin ötesinde devlet veya birleşik devletler fikri yoktur.
Halbuki Farabi’nin devlet felsefesinde nihai amaç,bütün insanlığı içine alacak,ahlaki erdemleri ilke edinmiş,iş bölümü ve sosyal dayanışmanın en mükemmel şekilde gerçekleştiği, sevgi ve saygının yaygın olduğu,hukukî ve sosyal adaletin tam olarak uygulandığı birleşik devletlerdir.
Bu da Farabi’nin siyaset felsefesi konusunda ortaya koyduğu kendine özgü görüşlerden bir diğeridir.
Farabi şehrin idaresiyle bedenin idaresi arasında yapmış olduğu benzetmeden sonra, devletin idare şeklini ve insan topluluklarını, bilgi derecelerine ve onların neticesinde kazanılan mutluluk keyfiyetine göre dört ana gruba ayırır.
👉Faziletli devlet ve millet,

👉Fâsık devlet ve millet,

👉Câhil devlet ve millet,

👉Sapık devlet ve millet.
Filozofun devlet şekillerini sınıflandırmasında göze çarpan ana unsurlar, o toplumu idare eden reisin ve toplumdaki insanların şahsi özellikleri, bilgi dereceleri ve maddi şeylere olan ilgisi veya ilgisizliği gibi şeylerdir.
Farabi’nin siyaset anlayışında daha çok Platon’u takip ettiği görülmektedir. O da, Platon gibi, devlet idaresinde ‘filozof reis’in olması prensibini benimsemektedir.
Faziletli şehrin reisinde bulunması gereken özellikler hakkında pek çok şey sayan Farabi’ye göre, eğer devlet başkanı cahil veya fasık yahut sapık olursa,
👉kanunlar mükemmel olsa da idare fena olur.
Bu yüzden faziletli/erdemli ve mükemmel devlet bir tek türlüdür ve bunu bir filozof idare etmelidir; çünkü, hikmet (felsefe) riyaset için şarttır. Eğer hikmet riyasetin şartı olmaktan çıkarsa, o zaman faziletli şehir/devlet idarecisiz kalır.
Bu da o şehrin/devletin yıkılmaya maruz kalması demektir. Ancak bu filozof başkan, mutluluğu tesis etmek için faziletleri pratiğe yansıtma yolunda çaba harcamalıdır, Farabi’nin devlet başkanına yüklediği en önemli görev de budur ve ona göre peygamber ya da filozof reis olabilir.
Fârâbî, bir devlet başkanı olarak peygamberliğin, tabii bir insan hali olduğunu ifade eder, ayrıca güzel/faydalı kanunun değerini bilip onu korumalıdır der.
Filozof, faziletli devletin dışında kalan devlet şekillerini değerlendirirken özellikle cahil devlet şeklinde,konumuzla ilgili bilgiler vermektedir. Bu konuya geçmeden önce mükemmel olmayan şehirlerin nasıl ortaya çıktığı veya çıkacağı meselesine de kısaca değinmek gerekmektedir.
Faziletli şehirden (devlet) cahil, fasık veya sapık şehre nasıl geçildiği konusunu Farabi bir benzetmeyle açıklar: Filozof burada; nevâib-nevâbit (türediler-belalılar) adını verdiği kimselerin faziletli şehir içinde yaşayabileceklerini ancak onların, zarar vereceğini söyler.
Bu gibi kimselerin faziletli şehir için, karamut buğday tarlası için ne ise, bunların da o olduğunu vurgulamaktadır. Fârâbî, aynı zamanda nebat kökünden gelen bu nevâbitin, zararlı otlar misali, kötü veya gayr-i meşru birleşmeler sonucu doğan bozuk tabiatlı çocukların oluşturduğu
bir grup olduğunu belirtir ve onların şehrin bozulmasına sebep teşkil ettiğini öne sürer. Farabi’nin, kendi zamanında, günümüzdeki kadar yaygın olmasa da, böyle bir hususa dikkat çekmesinin önemli bir tespit olduğunu bilinmekte.
Filozofun faziletli şehrin devamlılığı için vurgu yaptığı konu, ailedir. Farabi’nin faziletli şehrin bekası ve toplumun huzuruyla ilgili olarak nevabit meselesine değinmesi, konunun devlet-toplum nazarında ne kadar hassas olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Farabi’nin demokrasi hakkındaki görüşleri, onun cahil devleti değerlendirdiği bölümlerde karşımıza çıkmaktadır.
Ona göre cahil devlet sakinleri gerçek mutluluğu bilmeyen ve ona ulaşmak için çaba göstermeyen bunun yanında hayatın aldatıcı zevklerine kapılmış kimselerden oluşan devlettir.
Platon’un da kötü yönetim şekli olarak zikrettiği timokrasi, oligarşi, demokrasi gibi devlet şekillerinin aynı şekilde Farabi tarafından da kötü olarak nitelendirildirilir.
Farabi, yaşadığı bölgede demokratik bir idareyle karşılaşmış değildir. O daha çok Platon’u örnek alarak demokrasi hakkında kendi görüşlerini serdetmeye çalışır.
“Bu devlette herkes, öncelikle nefsinin zebunu olmuş ve her istediğini yapan kimselerdir. Herkes birbirine eşit olup, özde hiç kimse bir diğerinden üstün değildir. Bu yönüyle her birey demokratik sistemde istediğini yapmakta hürdür.
Hiç kimsenin başka biri üzerinde baskı kurmaya hakkı yoktur. Böyle bir toplumda çok farklı huylar ve zevkler vardır. Bunları saymak da mümkün değildir.
Demokratik devlet öyle bir idare şeklidir ki, burası farklı özelliklerin bir araya geldiği, aşağılık bir kimseyle şerefli bir kimsenin bir arada olması gibi, hakikatte yöneten ve yönetilen diye bir ayrımın olmadığı yerdir.
Çünkü bu gibi hususların, onların nazarında pek fazla önemi yoktur. Onlar için önemli olan, hürriyetin ve isteklerine göre yaşama duygusunun bu devlette yaşayan kimselerde hâsıl olmasıdır.”
Farabi’ye göre bir devlette en önemli unsuz devlet başkanının faziletli olmasında yatıyor.
Farabi’den sonra en önemli ikinci temsilci İbn Sina siyasetle ilgili müstakil bir kitap yazmayı planlamışsa da maalesef bunu gerçekleştirememiştir. Filozofun siyasetle ilgili görüşlerini, daha çok eş-Şifâ adlı eserinin “el-İlâhiyyât” bölümünün onuncu makalesinde ve
diğer metafizikle alakalı eserlerinde görmek mümkündür. Ancak İbn Sînâ’nın bu tür eserlerinde de siyaset, bütün ayrıntılarıyla ele alınmayıp, sadece metafiziği ilgilendirdiği kadarıyla incelenmekte olduğundan
filozofun siyaset konusundaki görüşlerini detaylı bir şekilde ortaya koymak mümkün değildir.
Toplum içinde insanların birbirlerine muhtaç olduğunu, iş bölümü yapmaları gerektiğini belirten filozof, bundan dolayı da insanların şehir ve topluluk oluşturmak zorunda olduğunu vurgular. İbn Sînâ’ya göre toplu halde yaşamanın bir diğer getirisi de ortaklaşmadır.
Ortaklaşma ise bir muamele yani karşılıklı ilişki demektir. İlişkide de bir yasa ve adaletin olması gerekir. Yasa ve adalet için ise, bir yasa koyucu ve adil bir kimse olmalıdır.
İbn Sînâ nübüvvetin gerekliliği konusunda öne sürdüğü deliller ile bir anlamda peygamberin yönetiminin siyasal meşruiyetini de göstermeye çalışmaktadır.
Filozof, insanların toplumda görüş ayrılığına düşmemesi ve orada adaletin tesisi için, yasa koyucunun ancak peygamber olması gerektiğini söyler. Kanun koyucu, emir ve yasakları sadece dünya mutluluğunu elde etmek için koymaz.
(Bu benim notum, peygamberin öleli çok oldu; peygamber gibi hasislerin üretilip, yasakların değiştiği günümüzde din istismarlarıyla, günümüze uymayan ya da gümümüzde yaşamayan Sina’nın siyasi teorisi çok zayıf gibi..)
Filozofa göre, devlet başkanı da olan peygamber, toplumun her iki dünyada da mutlu olması için gayret gösterir. İbn Sînâ peygamberin insanların hem bu dünyadaki yaşayış biçimlerini hem de ahiretteki maslahatlarına uygun yönetimi sağlayan özel bir kişi olduğu üzerinde durmaktadır.
O, peygamber öldükten sonra da kanunları hep hatırlatmış ve şeriatı benimsemiş, o manevi yaptırımı öncelik kılmış teorisinde gibi.

(Özetlediğim kaynağın dışına çıkarak şu notu yazmalıyım, filozoftan öte teolog buluyorum onu.)
İbn Sînâ’nın devlet anlayışında dikkat çeken bir başka husus, Fârâbî’nin diğer idare şekilleri konusunda yaptığı eleştirilere rastlanmamasıdır. Bundan dolayı filozofun demokrasi hakkında olumlu veya olumsuz herhangi bir görüşünün bulunmadığını söyleyenebilir.
Fakat onun devlet başkanı seçiminde nassa yer vermesi, İbn Sînâ’nın, demokrasinin vazgeçilmezlerinden olan kişilerin kendi kendini idare etme özelliğine, zıt bir tavır takındığı izlenimi vermektedir.
Buna karşın İbn Sînâ’nın halifenin belirlenmesi konusunda ileri sürdüğü önde gelenlerin icması, günümüz demokrasilerindeki seçilmişlerin (meclis) takdiriyle iş yapmasını çağrıştırmaktadır.
Kısaca İbn Sînâ’nın devlet idaresi şekli, kendi döneminin yaşadığı şartlara uygun olarak hilafettir. Ayrıca o, devlet başkanı konusunda bilgili olmaya vurgu yapması, Fârâbî’nin aynı konuda filozof olma özelliğine yaptığı vurguyla paralellik göstermektedir.
Demokrasi Anlayışı
Meşşâî felsefesinin en öenmli temsilcilerinden ve Aristo’nun eserlerini kendi
doktrinine bağlı olarak şerhettiği için “eş-şârih” olarak bilinen İbn Rüşd’ün devlet anlayışı hakkında öncelikle dikkati çeken şey, Platoncu ve İslami öğelerin ağırlığıdır.
Bundan dolayı onun ideal devlet düşüncesinin temelinde kısmen felsefi veya Platonik kısmen de teolojik veya İslami unsurlar olduğu söylenebilir.
Aristo şarihi olarak bilinen İbn Rüşd’ün, Aristo’nun Politics kitabı yerine Platon’un the Republic
adlı eseri üzerine şerh yazması dikkat çekicidir.
Her ne kadar filozofun siyaset felsefesi Platon’ncu öğeler taşımaktaysa da, Platon’nun idealleştirdiği devletin ütopya olmasına karşın İbn Rüşd’ünki daha reel bir karaktere sahiptir. Ayrıca İbn Rüşd’ün diğer konulardaki akılcı yaklaşımını siyaset öğretisinde de görmek mümkündür.
O, hukukun, devletin, halifeliğin esaslarını yalnız akıldan çıkarmaya çalışmaktadır.İbn Rüşd de selefleri gibi devletin gerekliliği meselesinde insanın toplumsal varlık olma yönünü önceleyerek konuyu temellendirir.
Ona göre, insan için toplumsal yaşam nasıl
gereklilik ise, aynı şekilde insan, ahlaki erdemleri de ancak toplumla yaşayarak öğrenebilir. İnsanı hayvandan ayıran şeyin, sosyal bir varlık olmasının da altını çizer ki insanın devletsiz yaşayamayacağını öne sürer.
Ona göre, insanın toplum dışında mutluluğa ve mükemmelliğe ulaşması bir yana; hayatını sürdürmesi de imkansızdır.
Filozofun ideal devlet anlayışının özünü, dört halifeyi referans göstererek, dinin hukukla şekillenmiş bir idare olması gerektiğidir.

İbn Rüşd’e göre ideal devlet

👉İslam dininin hükümleri (Şeriat) imâm
veya
👉emîru’l-mü’minîn
diye adlandırılan ideal yöneticisi olmalı.
Burada filozofa göre dini hukuk, insanlar tarafından yapılan genel hukukun çoğunu da içermektedir. Dini hukuk, Müslüman devletin kanunlarını oluşturur ve bu hukuk vatandaşların mutluluğunu yerine getirmeyi hedefler.
Burada devletin ve devlet başkanının üstünlüğü, onun dinle irtibatlı olmasından ileri gelmektedir.
İbn Rüşd’e göre, Fârâbî’de olduğu gibi, ideal devlet başkanı, şahsında filozofun, kralın, kanun koyucunun ve imamın özelliklerini ve fonksiyonlarını birleştiren kişidir, bu da bir peygamber olmalıdır.
Ayrıca filozofa göre, hikmet, iyi anlayış, hayal gücü ve savaşma yeteneği gibi özelliklere sahip yöneticinin başkan olduğu devlet erdemli devlet sayılmaktadır.
İbn Rüşd, kendi döneminde gerçekleşen yanlış uygulamalardan hareket ederek diğer idare şekilleri hakkında fikir beyan etmektedir. Muaviye’yi örnek vererek tenkit ettiği timokrasiden başka, oligarşi, demokrasi ve despotizm şeklindeki yönetimleri de kısaca şöyle değerlendirir.
Aslında bu idare şekilleri zamanla birbirlerinin yerine geçme özelliği de gösterirler. Ona göre oligarşide para sevgisi daha ön plandadır. Demokraside, paranın yerini hürriyet sevgisi almıştır. Despotizmde ise, güce karşı meyilli olma hakimdir.
Bütün bunların içinde zenginlik tutkusu, en kötü bir konumda bulunmaktadır.
İbn Rüşd’e göre demokrasi ile idare edilen şehirde ev, olması gereken ilk şeydir. Zaten şehir de bunun içindir.
Bundan dolayı bu şehre, soy esasına göre kurulan ‘aile şehri’ (el-medîne el-üsraviyye) denilir. Bu şehirde herkes hürriyet hakkına sahiptir.
Ona göre demokrasi, çeşitli yapıda olduğundan dolayı herhangi bir idare şeklini üretebilse de, onun doğal çocuğu despotizmdir. Demokratların aşırı özgürlük anlayışlarına göre insanlar, özellikle varlıklı sınıf, onların en iyisi olan popüler bir kahramana dönüşür.
Bu kişi, insanlara hizmet etme yerine kendisine hizmet eder ve o, elindeki güce yoğunlaşır, halkı emri altına alır ve halkın zenginlerini soyar.
İbn Rüşd demokrasinin despotizm,tiranlık veya başka bir idare şekline dönüşümünü, yaşadığı dönemde devlet başkanı olan kimselerin uygulamalarından örnekler vererek açıklar.Bu bağlamda İbn Rüşd özellikle dört halifenin‘faziletli idaresi’ile timokrasi arasına bir sınır koymaktadır.
İdarenin ilk defa bozulmasının da, daha çok 👉 Emeviler’in başlangıcında olduğuna dikkat çekmiştir.
İbn Rüşd, demokraside herkesin istediğini yapabilme hürriyetine sahip olabildiğini söyleyerek, böyle bir idarenin ideal şehrin yapısına aykırı olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda Endülüs’te var olan devletlerin birçoğunun demokratik siyaset grubuna girdiğini belirtir.
Onları doğru bir biçimde idare eden kimse, liderliğin gücüne sahiptir. Bu nedenle herkes, dilediği şeyi elde edebilir ve elde ettiği şeyi koruyabilir. İbn Rüşd’e göre demokratik idare şekli, diğer yönetimler arasında zarȗret yönetiminden ortaya çıkan ilk yönetim şeklidir.
Çünkü insan zorunlu ihtiyaçlarını giderdikten sonra arzuladığı şeyleri elde etmeye yönelir. Dolayısıyla demokratik şehir, başlangıç itibariyle zaruret üzerine kurulmuştur.
İbn Rüşd’e göre demokrasi idaresi, ilke olarak müstebid yönetimin karşıtıdır. Millete ait olması gereken mal-mülk ise, gerçekte yönetimi elinde bulunduran aileye aittir. Bu yapı, İbn Rüşd’e göre, Endülüs kentlerinde görülebilir.
İbn Rüşd, bu görüşleriyle kendi zamanındaki küçük emirlikleri ve Murabıtlar’ı eleştirmektedir. Filozof, demokrasi yönetimi için yaptığı olumsuz eleştirilerin tamamının, yukarıda sözü geçen idarelerde görüleceğini ifade etmektedir.
İbn Rüşd, her idare şeklinin birbirine dönüşme şekli üzerinde dururken demokrasinin de bundan istisna tutulamayacağını vurgulamaya çalışır.
Fakat İbn Rüşd, Platon’un aksine, demokrasinin, Fârâbî tarafından başlatılan Arap siyasi geleneğinde bir devlet olarak isimlendirilen “zorunlu şehir/devlet”den meydana geldiğini iddia eder. Zaten bu da siyasi organizasyonun en temel formudur.
Bu ‘zorunlu şehir/devlet’, doğal olarak ortaya çıkan ilk şehir/devlettir ve ondan da demokrasi gelişir ve büyür.
Bu kaynaktan özet yaptım, ayrıntılı incelemek isterseniz diye ekliyorum. academia.edu/26170448/ME%C5…
Siyasal Antropoloji: ilkel ve çağdaş toplumlardaki siyasal sistemleri ve bunların dönüşümünü açıklamaya çalışan; coğrafi koşulların, tarihsel süreçlerin, toplumsal, ekonomik ve ideolojik yapıların basit ve
karmaşık insan topluluklarındaki siyasal sistemlerle olan karşılıklı ilişkisini ve bu ilişkilerin kanunlarını araştıran sosyal bilim dalı; olduğundan keşke bu konudaki eğitim almış birileri yazsaydı çok daha faydalı olurdu bu zincire.
İbn Haldun’un “devlet” anlayışı için bu makaleyi araştırabilirsiniz.academia.edu/35361107/Siyas…
“Toplumun içinden çıkan, ama onun üzerine yerleşen ve ona giderek daha da yabancı hale gelen bu iktidar, devlettir.”

Marc Abélès
Bakınız, Arapların hainliğinin tarihte sayılarak bitmeyeceği bilinir; peki bu durumda onların bize mülteci gelip, bizlerin mülteci olarak sınıflandırılmamız da, bu devletin yıkılışına şahit ettirecek kanaatindeyim, çünkü akraba değiliz.
Bu durum için size ilginç bir teorik anlatımla devam edeceğim...
Maine, Roma toplumunda evlat edinme pratiğinin öneminin altını çizer, devletin doğal bir kökeni olduğu inancının akrabalık grupları arasında gerçekleştirilen dalavereleri ne ölçüde gizlediği gözlenmektedir.
Çok arkaik bir dönemde aile ilişkilerini sürdürmeye ve geliştirmeye yardım eden “yasal kurguların” devreye sokulmasıdır. Her şey, sanki bireylerin birlikte yaşamak için ortak soyağacı bağları göstermeye ihtiyaçları varmış gibi cereyan etmektedir.
“Yeni gelenler kendilerini, gelip eklenmiş bulundukları halklarla aynı soykütüğünden gelmiş gibi göstermek zorundaydılar”.
Olgular ile değerler arasındaki bu düzlem farklılığından, Maine’in çıkardığı sonuç, bütün toplumların ortak bir soya dayanmaktan uzak oldukları, ama varlıklarını uyumlu bir biçimde sürdürebilmek için bu inanca ihtiyaç duyduklarıdır.
Yine de arkaik gruplanmaların “bir ebeveynler birliği ilkesi ya da modeli” üzerine örgütlendikleri doğrudur. Eğer işler bir evrim geçirdi ise, bu, cemaatlerin belli bir dönemde kendi içlerine kapanmış olmaları yüzündendir.
Bunlar böylece ayni kökenlerden geldiklerini ilan edemeyecek gruplarla çevrelenmiş aristokrasiler haline geldiler. Bu ayrışık gruplar arasındaki tek birleştirici özellik olarak toprak bitişikliliği ilkesi, böylece ortaya çıktı.
Maine’ye göre, insanlığın tanıdığı iki büyük evre arasındaki geçişin kabul edilebilir bir açıklamasını sunmaya imkân verecek bir varsayım önermekte tereddüt etmez. Bu geçiş, sözleşmesiz, yani siyasal bağın varolmadığı bir doğal al önvarsayımının olmadığı bir geçiştir.
Ancient Law yazarına göre, kan bağı modeli siyasal ilişkiyi biçimlendirmekte ve ona iki yönlü bir nitelik kazandırmaktadır.
Weber’in, “bir toplumsal ilişki içinde, direnişlere karşı kendi iradesini galip getirme şanslarının -neye dayandıklarının pek de önemli olmadan- tümü “şeklindeki güç tanımı, çatışmalı ilişkilerin varlığını içerir.
Bu bağlamda iktidar ilişkisi, tahakkümle eş anlama gelir; bu da mantıksal olarak Weber’i, “bir gruplaşma, idari yönetimi nedeniyle her zaman biraz da bir tahakküm gruplaşmasıdır” saptamasına götürür.
Bu bağlamda devlet, öteki tahakküm gruplaşmaları arasında bir tür olarak görünür: idari yönetiminin, meşru şiddet tekelinin hak talebinde bulunduğu bir tahakküm grubu.
Her şey, sanki kişiler, bir egemene bırakmak üzere önceden tekil güçlerinden vazgeçmişler gibi cereyan ettiğinden, birçok açıdan Hobbesçu bir kavrayış söz konusudur. Devlet bu şiddet geriplanı üzerine kurulur: farklı tarihsel şekilleriyle meşru tahakkümü somutlaştırır.
Weber bu açıdan, Engels’in, devleti “toplumun resmî özeti” olarak nitelediği klasik metinde ifade edildiği haliyle Marksist geleneğe daha yakındır:
devlet ezelden beri varolmak şöyle dursun, toplumsal çelişkiler hasım çıkarların düzensiz çarpışmasına yeterince dayanıklı bir siyasal yapının varlığını gerekli kılacak derecede arttığında, tarihsel olarak ortaya çıkar.
Devlet, o toplumun önleyemediği uzlaşmaz karşıtlıklarla bölünerek kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkiye saplandığının itirafıdır.
Ama hasım tarafların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların birbirlerini ve toplumu yiyip bitirmemeleri için, görünürde toplumun üzerinde olan bir iktidarın çatışmayı yumuşatması ve düzeni sağlaması ihtiyacı doğar.
Devletin Temel Özellikleri

1- Egemenlik

2- Kamusallık

3- Meşruluk

4- Hükmetme

(Acaba hala devletimiz var mı diye düşünüyorum...)
Hobbes’a göre; sözleşme öncesi “doğa (tabiat) hali”nde insanlar birbirleri ile sürekli çatışma halindedirler.
Sonu gelmez savaşlar ve mücadeleler, doğa durumunda yaşayan bireyler, hak ve özgürlüklerinin bir kısmından feragat ederek güvenliklerini sağlayacak aşkın bir aygıtı, devleti oluşturmuşlardır.
Hobbes’a göre insan doğası bencil olduğu için doğa durumunda insanlar sürekli çatışma içerisindedir. “Homo hominu lipus” (insan, insanın kurdudur) özdeyişi Hobbes’un meşhur özdeyişidir.
Locke ise devlet için; tabiat halinde insanların gerçekte eşit, özgür ve muhtemelen mutlu olarak yaşadıklarını savunur.
Ancak aralarında çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümü ileride sorun yaratabilecek; hakkı ihlal edilen birey, hak ihlalini gerçekleştiren bireyden zararın tazminini istediğinde, olumsuz cevap alabilecektir.
Bu nedenle bireyler, aralarındaki anlaşmazlıklarda hakem rolünü oynayacak bir politik aygıt olarak devleti tesis ederler.
Rousseau ise, toplum sözleşmesi kuramında, meşru iktidarın ancak anlaşma yoluyla kurulmuş olabileceği düşüncesini kalkış noktası olarak alır; ona göre bireyler, canları ile mallarını korumak için bir araya gelir ve özgürlüklerinden vazgeçmeksizin bir toplumsal bütün oluştururlar.
Böylece her birey bütünüyle topluma bağlanmış sayılır ve herkes aynı durumda olduğu için bütünü oluşturan her parça “eşit” kabul edilir. Oybirliğiyle akdedilen sözleşme aracılığıyla oluşan bütün (genel irade) devlettir.
Rousseau’ya göre bu bütüne katılan birey, bundan sonra yasaları kendi koyacağı için (zira bütünün iradesi kendi iradesidir) kendi koyduğu yasalara uyarak özgürleşecektir.
Şimdiye kadar yazdığım toplumsal sözleşme teorileri varsayıma dayandığı için hipotetik teorilerdir (doğruluğu ispatlanmayan). Sosyal sözleşmeyi “tarih dışı” olmasından dolayı eleştiren pek çok düşünüre göre bu teoriler devletin nasıl çıktığını açıklayamamaktadır.
David Hume’a göre ise devletin ortaya çıkışını “rıza”ya dayalı olarak açıklamak boşunadır...
Çatışmacı teorilerin temel paradigması ise, devletin rızaya dayalı sözleşme ile ortaya çıktığı fikrinin eleştirisine dayanmaktadır.
Marx’a göre devlet belli bir sınıfın çıkarını savunmak için belli bir sınıf tarafından (burjuva sınıfı) oluşturulmuştur.
Dolayısıyla böyle bir devlet çatışan çıkarları burjuva lehine düzenleyen bir işleve sahiptir. Halkın yani bütünün rızası alınmadan egemen sınıflar tarafından icat edilmiştir.
Hume’a göre; devlet rızadan ziyade gasp etme veya zor kullanarak ortaya çıkmıştır. Yeni bir hükümet ortaya çıktığında, insanlar ona “sadakatten veya ahlaki yükümlülükten ziyade, korku ve zaruretten dolayı itaat etmektedirler.
Yeni kurulan devletler de bir sözleşmeye dayanmamaktadır; bugün mevcut olan devletlerin neredeyse tamamı, ilk olarak halkın rızasına veya gönüllü tabii oluşuna değil, gaspa veya zapt etmeye ya da bunların her ikisine dayalı olarak kurulmuştur.
Başta bir gasp söz konusu olsa da zaman bunu silmekte ve toplum sonraki yönetimleri de bir tercihin ürünü olarak değil, gereklilikten dolayı kabul etmektedir…
Franz Oppenheimer ise; devletin, savaşçı bir topluluğunun diğer bir topluluğu yenerek onlar üzerine tahakküm kurmasıyla başladığını savunur. Ona göre devlet, yenenlerin, yenilenler üzerindeki ekonomik sömürü amaçlı tahakkümüdür.
Toplumsal sözleşmeci teorilerle, çatışmacı teorilerin her ikisinin de devletleri açıklama noktasında kabul edilebilir tarafları mevcuttur. Devletin kökeni fetihtir ve devletin kökeni sosyal sözleşmedir cümlesi rakip iki açıklama değildir.
Birisi gerçek zamanda devletin kökenini, diğeri mantıksal sonuç çıkarma anlamında devletin kökenini ele almaktadır. Aynı anda her ikisi de doğru olabilir.
Çağdaş Siyasi Doktrinler ve Devlet
📌Sosyalizm:

Geçici Bir Kötülük Olarak Devlet; Klasik sosyalist terminolojide devlet pratikte her zaman egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmiştir.
Eski çağlarda, köle sahibi kişilerin, ortaçağda feodal lordların ve zamanımızda ise burjuvaların çıkarlarını temsil eden bir kurum olarak işlev görmüştür.
Komünist manifestoya göre modern devlet, bütün bir burjuvazinin ortak işlerinin yürütücüsüdür.
Ancak Engels’e göre, proleterya (işçi sınıfı)nın iktidara el koymasıyla, üretim araçlarının mülkiyeti devlete geçecek; tüm sınıf ayrımları ve sınıf çatışmaları kaldırılacak ve toplumda sınıf çatışması olmayacağından devlete de ihtiyaç kalmayacaktır.
Devrimin tamamlanması, devletin belirli bir sınıfın degil, tüm toplumun temsilcisi haline gelmesi, yani gereksizleşmesi sonu ve sonuçta ilga edilmesine gerek kalmaksızın, kendiliğinden sönmesi anlamına gelecektir.
📌Faşizme

Göre Devlet Çağdaş siyasi doktrinler içinde devleti yücelten tek ideoloji, görüş, faşizmdir. Hitler için devlet, ırkın üstünlüğünü sağlamak için bir araç iken Mussoloni için devlet bizatihi amaçtır.
Faşistler, “devleti bireyin üzerinde yüceltirler, parlamenter kurumları hor görürler ve liberal demokratik hakları, ulusun bütününe tehdit olarak algıladıklarından yadsırlar. Kısaca faşizme göre devlet özgürlüğün,refahın,mutluluğun adıdır, birey ve bireysel haklar ise bir hiçtir.
📌Liberalizm ve Devlet

Liberalizmin temel ilkeleri; bireycilik, özgürlük, piyasa ekonomisi ve sınırlı devlettir. Liberalizm bireyi felsefesinin temeline aldığı için “birey” liberal felsefede her şeye öncüldür.
Devlet bireyin haklarını tehdit edebileceğinden,liberalizm devletin hukuka bağlı ve yetkilerinin de hukuk tarafından belirlenmesini talep eder. Bireysel haklar söz konusu olduğunda liberaller olası maksimum özgürlüğü tercih etmekte dolayısıyla devlete gece bekçisi olarak bakmakta
John Locke’a göre, insanlar sözleşme ile devleti oluştururken, ona tabiat halinde sahip oldukları hakları koruma ve bu hakları ihlal edeni cezalandırma görevi vermişlerdir. Yani devlet, doğal haklarla sınırlıdır.
Peki insanların “hayat, hürriyet ve mülkiyet” olmak üzere sahip oldukları hakları devlet tarafından ihlal edilirse ne olacaktır? Locke’a göre böyle bir durumda “direnme hakkı” doğacaktır.
Bireyin haklarına ve bu çerçevede özgürlüğe yönelik en büyük tehdit başka bireylerden ve özellikle de en büyük örgütlü güç olarak devletten geldiğinden dolayı, devleti baştan sınırlandırmak gerekir.
Devleti minimal devlet (mümkün olduğu kadar küçük devlet) olarak tasarlayan liberal felsefeye göre devlet, piyasaya da müdahale etmemelidir.
Adam Smith’in meşhur laisses faire (bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler) deyiminden de anlaşılacağı gibi, liberalizm devletin ekonomik alanda müdahalesini en aza indirgemeyi hedeflemektedir.
Liberalizme göre asli görevlerinin yanında eğitim, sağlık, sanat vs alanlarında görev yüklenerek şişkinleşen devlet, hantallaşıp asli fonksiyonlarını yerine getiremeyecek ve halka tembelliği aşılayacaktır.
📍Etatist Liberalizm

İngiliz düşünür Thomas Hill Green (1836-1882), klasik liberalizmin temel tezlerine ve faydacı felsefeye karşı çıkarak, devletin işlevinin sadece piyasanın düzenli işlemesini sağlamaktan ibaret olmadığını,
toplum içinde kötü şartlarda yaşayan insanların durumlarını iyileştirmek için bir takım önlemler alması gerektiğini ve bu amaçla gerekirse piyasaya müdahale etmesini savundu.
Sosyal devletin kuramsal altyapısını hazırlayan ve daha sonraki süreçte Keynes’le yaygınlık kazanan bu anlayış Etatist liberalizm olarak anılır. Etatist liberal geleneğin vurgusu bireyden çok topluma, ekonomik özgürlüklerden çok siyasi özgürlüklere yöneliktir.
📌Muhafazakarlık ve Devlet

İnsanlığın modern zamanlarda içinde bulunduğu duruma karşı eleştirilerin biçimlendirdiği bir düşünce geleneği ve yaklaşık 300 yıllık siyasi ideoloji olarak “Muhafazakarlık”, genel olarak güçlü devletten yana olarak bilinir.
Ancak bu genel yargı her zaman ve her muhafazakarlık türü için geçerli olmayıp, onlara göre, devletin güçlü olmasıyla sınırlı olması aynı anda mümkündür.
Muhafazakarların asıl duyarlı oldukları konu, aile, din ve gelenek gibi kurumların korunmasıdır, ki anlayışı da yoktur. Bana göre, tek ırk ve din için anlaşan belki en fazla bir evde olmalı, zararlarını günümüzde görüyoruz.
Klasik Muhafazakarlığın ilk ve en önemli ismi sayılan Edmund Burke, Fransız Devrimini, ara kurumları tasfiye ederek, bireyi devlet otoritesi karşısında çıplak ve silahsız bıraktığından dolayı kınıyordu.
Devletin gücü, bireyi içine alıp ona anlam ve güç kazandıran bu kurumların sınırına kadardı ve bu sınırı aşan bir devlet, muhafazakarların hasmı demekti.
📌Anarşizm ve Devlet

Anarşist felsefede her türlü otorite kabul edilemez. Devleti otoritenin en son hali olarak değerlendiren anarşist geleneğe göre devlet, kötülüklerin başıdır. Anarşist felsefede devlet, insan özgürlüklerinin önündeki engeldir.
Devletin zorbalığa dayalı bir örgütlenme olduğunu iddia eden Anarşizm, insanların doğuştan iyi niyetli ve barışa eğilimli olduğunu fakat devletin ortaya çıkmasıyla beraber kötülüğün baş gösterdiğini ve dolayısıyla insanların bir kısmının da kötüleştiğini iddia eder.
📍Bütün devletlerin zora başvurmaları gerektiği için, bütün devletler zorunlu olarak kötüdür… Demokratik bir devlet yine de devlettir; yine zora dayanır ve yine kötüdür.
📌Hukuk Devleti ve Kanun Devleti

Hukuk devleti, tüm eylem ve işlevlerinde hukukun genel ilkelerine bağlı kalan ve meşruiyetini de bu bağlılıktan alan devlet türüdür. Ancak burada “kanun devleti” ile “hukuk devleti” arasında net bir fark vardır.
Hukuk devleti, eylem ve işlemlerinde kendisini evrensel hukuk kurallarla değerlerle sınırlı görür; salt kendi koyduğu yasalarla değil.
Kanun devletinde ise kanunları yapan mercii, evrensel hukuk değerlerine aykırı yasalar da yapabilir ve bu yasaları halkına uygulatabilir (Hitler örneğinde olduğu gibi).
Türkiye’de Devlet; Tarihten Günümüze...
Son paylaştığım dört kaynağı özetlemeye kalksam çok zorlanacaktım, ama muhteşem ve anlatımımla kıyaslanmayacak kaynaklar ekledim, okuyup beğenmeniz dileğiyle.
Missing some Tweet in this thread?
You can try to force a refresh.

Like this thread? Get email updates or save it to PDF!

Subscribe to İlkay
Profile picture

Get real-time email alerts when new unrolls are available from this author!

This content may be removed anytime!

Twitter may remove this content at anytime, convert it as a PDF, save and print for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video

1) Follow Thread Reader App on Twitter so you can easily mention us!

2) Go to a Twitter thread (series of Tweets by the same owner) and mention us with a keyword "unroll" @threadreaderapp unroll

You can practice here first or read more on our help page!

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just three indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member and get exclusive features!

Premium member ($30.00/year)

Too expensive? Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal Become our Patreon

Thank you for your support!