“Türkiye`nin değişebilmesi, gelişebilmesi,
gerikalmışlıktan, yoksulluktan,
ahlaksızlıktan, kurtulabilmesi,
demokrasinin, hukuk devletinin yerleşebilmesi,
bilim ülkesi olabilmesi,
halkın bilinçlenmesi, aydınlanması,
cehaletten kurtulması ile mümkündür.
Bunun için de atılacak ilk adım,
"inanmıyorsan bile inancıma saygı duy"
yalanı, safsatası, kandırma ( tabuyu ) yıkmaktır.
Bu gerçekleşmediği sürece,
bir tek adım atılabilmesi,
bu halkın kurtulması mümkün değildir.
Atatürk`ü ancak o zaman anlayabilecektir.
Eğer bir kişi ( kim olursa olsun )
Siyasi, entellektüel, sanatçı vs.
Hiç farketmez, eğer dini eleştirmiyorsa,
Yok efendim aslında falanca, filanca,
dini istismar ediyor diyorsa,
Yalan söylüyordur ve korkaktır.
Veya ninelerinden öğrendiği masalları islam zanneden ahmaktır.
İstismar edilen bir din yok.
İslam dini neyse aynen o yaşanıyor.
Yalan, talan, inkar, iftira, şantaj, kumpas, darbe, tecavüz, hukuksuzluk, zulüm, işkence, her türlü olumsuzluk ve kaos islam`dan kaynaklanmaktadır. Başka bir neden arayan kişi ya ahmak, ya sahtekar ya da korkaktır.
Atatürk`ü 82 yıldır anlayamayan bir toplum eğer aptal değilse nedir? Ama sorsanız herkes seviyor, lan bu nasıl bir sevgi?
Kendilerini koruyamıyorlar, hiçbir hadisenin de sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Nihayet insanlık vicdanında bir kuvvet yarattı.
O da işte Allah'tır. Herşeyi ondan beklediler, ondan istediler.
Hastalıktan, felaketten korunmayı hep Allah'larından istediler.
Kralların ve padişahların istibdadına (baskılı yönetim), dinler mesnet olmuştur.
Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur, din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir.
Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur.
Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel büyük bir milletti.
Arap dinini kabul ettikten sonra Türk milletinin milli rabitaları gevşedi; milli hisleri ve heyecanı uyuştu. Türk milleti, bir kelimesinin manasını bilmediği halde, Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.
Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, bir arap milleti siyasetine münçer oluyordu.
Fakat modern çağlarda insan herşeyi Allah'tan beklemedi.
Ancak toplumdan bekledi. Her şeyin koruyucusu insan cemiyetidir.
Bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur. Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur, din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir.
Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir bir millet nazariyle bakılabilir mi?
Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar, bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz.
Görürsünüz ki, ulusu mahveden, tutsak eden, yıkan fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir. Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
Türbelerden, ölülerden yardım istemek uygar bir toplum için lekedir, ayıptır. Çağdaş bir insan gerçekçidir; akla, bilime inanır. Bu dünyanın olgusunu yine bu dünyanın olgusuyla açıklar. Hiçbir olguyu gözlem dışı bir etkene, örneğin cinlere, evliyaya, yatıra bağlamaz.
Arkadaşlar ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, tarikatlar, müritler ülkesi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve talebini yapmak, insan olmak için yeterlidir.
Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak, başka hiçbir zaman yapamayız.
Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır.
Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.
Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler! …
Ben, manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım Bilim ve akıldır.”
(Kaynak: Medeni bilgiler ve Atatürkün El Yazmaları )
Değerli Dostlar,
Atatürk’ün bu vatanı kurtarmaktaki başarısını soran bir İngiliz gazeteceye, şu yanıtı vermişti:
-Akıllıca birleşmek!
Akıllıca birleşmek için gerekli formülü bulsak bunca dostla neler olurdu?
Her gece bu derde düşünürüm işte!
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Yıl 1929..
Lise 3 ders kitabı.
Adı: Kozmografya..
Yazarı: Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.
Atatürk’ün isteği ile yazıldı.
Büyük önderdeki öngörüye bakar mısınız?
Hikayesi ise inanılmaz....
“Bu kitabı bulabilmek için uzun zamandır çaba sarf ediyordum. Sonunda bir sahafta buldum. Adı Kozmografya. Türkiye’deki ilk astronomi kitabı. İlk baskısı 1929’da yapıldı. Benim bulduğum ise 1933 baskısı. Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.
Bu kitap yazılmadan 8 sene önce Ankara Hükümeti’nin kasasında sadece 48 kuruş vardı. İşgal güçleriyle, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele ediliyor; savaş sonrası Osmanlı’nın borçları ödeniyor, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet inşa ediliyor, fabrikalar yapılıyor,
Dostlar bugün size bilgi aktarımı olarak Puşide-i Siyah’ı seçtim.
Sen, Puşide-i Siyah nedir bilir misin ?
Osmanlı ' yı bilmeden kendı tarini okumadan kime neye hizmet erttiği kuşkulu zat.. Bursa Belediyesi Başkanı
TBMM Kürsüsündeki Kara Örtü; PUŞİDE-İ SİYAH…
Görsel:(Tbmm kürsüsü ve üzerindeki siyah örtü)
Ne yapacaksın..Cehalet toplumun ayrılmaz parçası olmuş.. Sana hakaret etmem..bazı magandalar gibi terbiyemi bozamam...Şuursuz.. Bilgisiz..
Yalnızca seninle aynı gökyüzü altında yaşadığım için kendimi talihsız görürüm..
Yüreklerimizde ki yangını alevlendiren satırların, şiirlerin, romanların ve öykülerin zihin dünyamızda yaktığı ateşin yanık kokusu burnumuzda değil mi hala?!.
Yalnızlığımızın sesi;
Yalnızlık huzursuzluğunu belki de severek kucaklıyordu.
Bütün eserlerinde kendi hayatını ve deneyimlerini yansıttığı için mi; bize bu kadar yakın ve sıcaktı duruşu?..
“Evlilik kutsal bir müessesedir” diye bir cümle devlet yöneticilerin ana felsefesidir.
Müessese nedir peki? Müessese; ticari alış, verişin yapıldığı, karşılığında para ödenen kurum, kuruluştur.
O zaman bizimkilerin evlilikten bahsettikleri bu olamaz!
Müessesenin bir anlamı daha var: Bir toplumda kimi sorunların çözümü için uygulanan yöntem. İşte bizim konumuz da budur!
*
Hep söylüyoruz ya duyarsız bir toplum olduk, bana neci, umarsız bir nesil yetişiyor, kimse kimseyi düşünmüyor, sanal aleme dalıp, gerçek hayatı unuttuk vs. gibi söylemler hepimizin diline pelesenk olmuş durumda.
Söyleniyoruz da arada bir durup, dönüp kendimize pek ayna tuttuğumuz da yok. Kime sorsan mükemmel, kim konuşsa etraftan şikayetçi. Hal böyle olunca kendimizi hiç mi hiç fark etmiyoruz. Şikayet belki de enerjimizi düşüren en yanlış eylemlerden biri.
Geçenlerde sosyal medyadan takipleştiğim ve yıllardır dostum gibi kendime yakın hissettiğim bir arkadaşım yaşadıklarını paylaştı. Cep telefonundan kendisine ulaşamayınca oğlu, önce kız kardeşini sonra sağı-solu arayıp herkesi telaşlandırıp, meraka düşürmüş.
Arkadaşım neden sonra telefonu eline alıp da defalarca arandığını görünce çok şaşırmış. Oğlu da bundan sonra telefonunu yanından ayırmaması için çok sıkı uyarmış. Ben yetişkin bir kadınım, bunca “nümayişe”, kaygıya ne gerek var diye serzenişte bulunuyordu.