İFK HADİSESİ
Adını, Kur’an’daki olaya ilişkin âyetlerde (en-Nûr 24/11-22) iki defa geçen (en-Nûr 24/11, 12) ifk kelimesinden alır. İfk “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” demektir. İfk, Kur’an’da ayrıca iki yerde (el-Furkān 25/4; Sebe’ 34/43) sözlük anlamında geçmektedir.
İftiraya yol açan ve hemen hemen bütün kaynaklarca Hazreti Âişe’den aynı şekilde nakledilen hadise şöyle gelişmiştir:
Bilindiği üzere münafıklar, bir sefer dönüşünde Hazreti Âişe Validemiz hakkında ağır bir iftira ortaya atmış ve
sistematik bir şekilde bu iftirayı Müslümanlar arasında yaymışlardı.
Öyle ki bazı samimi Müslümanlar bile kitle psikolojisiyle bu akıma kapılmaktan kurtulamamış ve onlar da sağda solda münafıkların söylediklerini söylemişlerdi.
Esasında âyet-i kerimenin,
إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ
“O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir güruhtur.” (Nûr Sûresi, 24/11) şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bu iftirayı ortaya atanlar üç beş kişiydi.
Resûlullah'ın ﷺ hanımlarından hiçbiri iftirada en ufak bir rol almadıkları gibi, onu tasvip edici en ufak bir söz bile söylemediler. Diğer müslümanların tutumları ise şu tek bir örnekle açıklanabilir:
Hazreti Ebu Eyyub el-Ensari'nin hanımı iftira söylentilerinden söz ettiğinde, bu büyük sahabi şöyle demiştir:
"Ey Eyyub'un annesi,Aişe'nin yerinde orada sen olsaydın böyle bir şey yapar mıydın?" Karısının"Allah'a yemin olsun ki asla yapmazdım. demesi üzerine de şunu söylemiştir:
"O halde Aişe senden daha iyi bir kadındır. Bana gelince, Safvan'ın yerinde ben olsaydım, böylesine kötü bir düşünceyi aklımdan bile geçirmezdim. Safvan ise benden daha iyi bir müslümandır."
Böylece, münafıkların düzdüğü şerrin sonucu, varmak istediklerinin tam tersine oldu ve müslümanlar bu imtihandan manevi yönden daha da güçlenmiş olarak çıktılar.
Fakat yinede bu hâdise hem Resûlullah'ı ﷺ hem de Hazreti Ebu Bekir ailesini çok derinden sarsmıştı.
İffetine, ismetine, itibarına çok düşkün olan paklardan pak Hazreti Aişe Validemiz, atılan iftiranın ağırlığı karşısında yatağa düşmüş ve ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı. Mübarek Validemize atılan bu iftira, ahirette altından kalkılması mümkün olmayan çok büyük bir günahtı.
Neticede Hazreti Aişe, bizzat Kur’ân tarafından iki sayfaya yaklaşan âyet-i kerimelerle tezkiye edilmişti. Bu konuda nazil olan âyetler onun kâmet-i kıymetini bir kat daha yükseltmiş, her yönüyle Efendimiz’e ﷺ ehil ve layık olduğunu ortaya koymuştu.
Nûr sûresinde yer alan bu âyetler âdeta onun nuraniyetini aksettirmişti.
Kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler, okudukları Kur’ân âyetleriyle onun temizliğini ve yüceliğini bir kere daha haykıracaklardı ve öyle de oldu.
Eğer bir insan, Kur’ân’ın onu temize çıkarmasından sonra hâlâ onun hakkında bir kısım olumsuz düşünce ve beyanlara girecek olsa, ulemanın da ifade ettiği üzere dinden çıkar. Zira o, bu tür düşünce ve sözleriyle Kur’ân’ın kat’î nassına muhalefet etmiş olur.
Meselenin diğer bir yönü olarak bahsi geçen ayetlerden biri olan bu âyet-i kerime her ne kadar özel bir hâdise münasebetiyle nazil olmuş olsa da ifade ettiği hüküm bütün mü’minleri ilgilendirmektedir.
Zira tefsir usulünde önemli bir kaide olduğu üzere sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mâni değildir.
Daha açık bir ifadeyle ifk hâdisesi münasebetiyle inen bu âyet-i kerime, bir taraftan sahabe efendilerimize Âişe Validemize atılan çirkin iftira karşısında
nasıl davranmaları gerektiğini ifade ederken, daha sonra gelecek mü’minlere de bu tür iftiralarla karşı karşıya kaldıklarında nasıl düşünmeleri, ne demeleri ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini talim etmiştir.
Bu meselede Resûlullah ﷺ istişarelerde bulunmuştur.
Zira Allah Resûlü ﷺ:
مَا نَدِمَ مَنِ اسْتَشَارَ
"İstişare eden pişman olmaz."
[Taberânî, el-Mu'cemü's-sağîr, 2/175.] buyurmuş ve bunu bizzat uygulamıştır.
İlk dönem kaynaklarında geçmeyen ve senet açısından tenkit edilen bir rivayette, bu meseleyle ilgili bir istişâre münasebetiyle, Efendimiz ﷺ ve Hazreti Ömer arasında şöyle latîf bir konuşmanın geçtiği de kaydedilir:
Allah Rasûlü ﷺ, Hazreti Ömer'e, Âişe Vâlidemiz hakkındaki düşüncesini sorar.
Hazreti Ömer: 'Yâ Rasûlallah Âişe katiyen pâk ve temizdir' der. Efendimiz; Âişe Vâlidemiz'in pâk ve temiz olduğuna nasıl hükmettiğini sorunca da, Hazreti Ömer şöyle buyurur:
'Bir gün bize namaz kıldırıyordunuz. Tam namaz esnasında, ayağınızdaki nalınları çıkarıverdiniz.
Namazdan sonra keyfiyet sorulunca, ayakkabınıza bir pislik bulaşmış olduğunu ve Cebrâil'in gelip bunu haber verdiğini; bunun üzerine de ayakkabınızı çıkardığınızı ifade etmiştiniz..
şimdi eğer, pâkize zevcenize böyle bir şey bulaşmış olsaydı Allah onu hiç haber vermez miydi..?' Bu vakanın aslı hadîs kriterlerine takılsa da, faslı üzerinde bir şey söylenemez.
İstişarede bulundukları arasında Hazreti Ali de vardır. Zayıf bir rivayete göre Hazreti Ali (radıyallâhu anh): "Âişe'den başka kadın yok değil ya!"demiştir.
(Buhârî, şehâdât 15; Müslim, tevbe 56.)
Bu sözde Hazreti Âişe'ye bir ta'n ve bir tavır yoktur.
Bununla beraber, Emevilerin az bir kısmı, bahis mevzuu âyetin Hazreti Ali hakkında indiği iddiasındaydılar.
Tâbiinden, hadisleri Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’in emriyle resmen tedvin eden büyük âlim Ebû Bekr Muhammed b. Müslim b. Ubeydillâh İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742) ise
haksızlık ve yanlışlık karşısında susmayan bir ruhtu.
İşte bu iddia karşısında da susmamış ve hükümdarın huzurunda:
"Bizzat Âişe Validemiz'in Resûlullah'tan ﷺ rivayetine göre, bu âyetin, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl hakkında indiğini" söylemiştir.
(Buhârî, megâzî 34; Müslim, tevbe 56.)
"Ey babasız! Gökten bir münadi bana: 'Allah yalan söylemeyi helâl kıldı.' diye nida etse, ben yine yalan söylemem."
karşılığını verdi.. "kibriyle burnunu dikip gidenin" de Hazreti Ali değil, Abdullah b. Übeyy b. Selûl olduğunu üzerine basa basa ifade etti.
[İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 55/371.]
Evet, Zührî, asla Emevi müdâhini olmadı; aksine başlarına vura vura Emevi sarayına
Ehl-i Beyt muhabbetini sokan o oldu. İş çok açıktı; ama, Ebû Hüreyre'yi yalanla ilk itham eden Ebû Cafer el-İskâfî adlı bir Şiî âlim olduğu gibi, Zührî'yi de hadis uydurmakla itham eden Yakubî adlı Şiî bir tarihçi olmuştur.
Ayrıca meselenin önemli bir yönü de şudur ki;
Hiçbir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzuda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunca 'emîn' olarak tanınmış bir iffet ve namus âbidesiyse!
Gerçek bu iken, Resûlullah'ın ﷺ hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bu hâdise; tam bir ay belini büker, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükler, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe Validemiz'i (radıyallâhu anhâ) ve en büyük dostu
Ebû Bekir Efendimiz'i (radıyallâhu anh) ve diğer mü'minleri üzer.
Eğer Resûlullah ﷺ istemiş olsaydı, şerefine karşı girişilen saldırının sorumlularının derhal cezalandırabilirdi. Fakat, tam bir ay herşeye sabırla katlandı.
Münafıkların Âişe Validemiz'e attıkları iftira karşısında, eğer Kur'ân'ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikati ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilan etmek için bir ay bekler miydi?
Eleştiri ve iftira konusu olan bu mesele dahi Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu açıkça göstermektedir.
Son olarak bu hadisenin şöyle bir yararı olmuştur. Müslümanlar Resûlullah'ın ﷺ gaybı bilmediğini bütünüyle anlamış oldular. Onun bildiği, ancak Allah'ın kendisine bildirdiğiydi.
Bunun dışında, onun bilgisi normal bir insanın bilgisiyle aynıydı. Tam bir ay Hazreti Aişe ile ilgili olarak büyük bir ızdırap içinde kalmış olması bunun en açık delilidir.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Tebük'ün kuzeyinde Hicrî 2. asra ait Mahzumiye Kureşî'nin nesep silsilesinin bulunduğu bir kaya yazıt.
Yazıtın metni şöyle;
"Ben Abdullah b. Halid b. Abdullah b. Osmân b. el-As b. Vabsa el-Mahzûmî Allah'a Birr/İyilik (üzere olmayı) ve takvayı tavsiye/vasiyet ederim.
Allah beni ve Müminleri ..."
Kardeşi Attaf b. Halid b. Abdullah b. Osmân b. el-As b. Vabsa el-Mahzûmî (ö.79/795) muhaddis olup Leys b. Sa'd'dan hadis rivayet edenlerdendir.
(Zehebi, Siyer, VIII, 138.)
Leys b. Sa'd'dan, hadis rivayet edenlerin hemen tamamının, Kütüb-i Sitte müellifleri ile Ahmed b. Hanbel'in hadis naklettiği kimseler arasında yer alması dikkat çekicidir.
(İbn Hacer, er-Rahmeıü'l-gaysiyye, s. 96-98.)