Bugün “oluş” kavramından bahsederken akla gelen isimlerden biri olan Gilles Deleuze’ün doğum günü. Disiplinlerarası çalışmalarıyla literatüre önemli katkılar sunan; Sanat, Bilim ve Felsefeyi besleyen ve dönüştüren Deleuze’e daha yakından bakacağız.
Kapalı ve statik sistemleri, durumları ve kavramları reddedip onları olduğu gibi kabul etmekten kaçınan Deleuze, gündelik yaşamda ve bilimsel düşünce sürecinde “verili olan” birçok şeyin dönüşmesi gerektiğini savundu.
Ona göre “Felsefenin, sanatın ve bilimin soruları hayatın sorun geliştirme gücünün uzantılarıdır; küçük organizmalarda ve onların evrimleşme, değişime uğrama ve oluş eğilimlerinde bile ifade edilen güç budur.”
Deleuze çalışmalarında okuru düşünmeye zorladı ve sorgulamaya yöneltti. Kabul görmüş dayanaklar ve kesin tanımlardan çok, değişken anlamları görebilmek için oluş halinde bulunduklarını kabul etmek gerektiğine vurgu yaptı.
Bu dinamik düşünüş tarzı ve dönüşüm temelli fikirleri ekseninde oluşan eserlerinin merkezinde de doğal olarak “farklılık ve oluş” yer aldı.
Oluş’u temelde bir sorun olarak ele alan Deleuze’e göre kültürler, diller, ekonomik ve politik sistemler bir değişim içindedir; kendi deyimiyle bu yapılar sürekli bir oluş halindedir.
Bu sürekli hareket halindeki düşünce pratiği kapsamında, incelenen bir “şey”in ne olduğunu anlamak için ise çevresindeki farklılıkları ve onlara uyum gösterme gücünü de incelemek gerekmektedir.
Deleuze’ün yolu, çalışma hayatının büyük bölümünde birlikte üretim yapacağı Felix Guattari ile kesiştiğinde fikirleri daha yaygın hale geldi. Özellikle birlikte kaleme aldıkları Anti Oedipus metni, geleneksel kalıpları ve bilimsel tartışma ölçütlerini yerinden etti.
Deleuze, felsefeci olmasına rağmen eserlerinde edebi bir dil kullandı; bu çalışmalarında kurmaca karakterler ve bilim kurgu ögelerine de yer verdi.
Öyle ki sanatla doğrudan ilgilenen düşünür, Guattari ile birlikte birbirine rakip kuramcıların çatışmalarını ironik biçimde ele alan bir oyun kaleme aldı. Ona göre sanat, farklılıklar yaratma becerisiydi.
Deleuze’e göre; günümüzde Sanat ve Felsefenin doğrudan gündelik işlevleri üzerinden tanımlanması yanlıştır. Sanat ve Felsefe bizi daha iyi iletişimciler ya da yöneticiler haline getirmelerini beklediğimiz birer pratiğe dönüşmüştür.
Oysa ki Sanatın ve Felsefenin gücü, hayatın ne olduğunu anlatmaktan çok “ne olabileceğini gösterme potansiyellerinden” kaynaklanmaktadır. Deleuze’e göre bu iki fenomen yansıtıcı yönüyle ele alınırken geleceğe yönelik ihtimalleri göz ardı edilmektedir.
Deleuze, sanat üzerine çalışırken bir fenomen olarak sinemayı ayrıca ele aldı. Sinemanın yeni bir felsefe olanağı açacağını öne sürdü, filmlerin yaratımının felsefeyi dönüştüreceğine inandı. Hareket, zaman, mekan ve imge dönüşecek ve yeniden ele alınması mümkün hale gelecektir.
Sinema, düşünce gibi “hareket” ve “zaman” imgeleri üzerine kuruludur. Sinema ve felsefe arasındaki bağı bu şekilde kurmak mümkündür. İşte Deleuze’ün sinemaya önemli katkılarından biri de bu noktada karşımıza çıkar: Sinema 1: Hareket – İmge ve Sinema 2: Zaman – İmge kitapları.
Deleuze, sinema tarihini hareket-imge ve zaman-imge kavramları üzerinden yeniden yorumladı. Sinemanın icadından İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan klasik anlatı sinemasını hareket-imge ile tanımladı ve bu dönemde anlamı belirleyen unsurun montaj olduğunu öne sürdü.
Anlam, uyumlu şekilde dizilmiş imajlarla inşa edilir. Montajla oluşturulan imgelerin mantıklı bir sırayla ve uyum içinde art arda dizilmesi ise filmin zamanını verir. Bu nedenle klasik anlatı sinemasında hareketin devamlılığı esas öncelikken zamanın sunumu ise dolaylıdır.
Deleuze, zaman-imgeyi ‘Yeni Gerçekçi’ sinemayla tanımladı. Yeni Gerçekçilik klasik anlatıyı ve onun kalıplarını sorgulayarak yeni bir imge alanı yarattı. Sıradan hayatın işlenmesi, oyuncular yerine gerçek kişilerin kaydedilmesi ve stüdyonun reddi yeni bir biçem üretti.
Zamanın temsilini yansıtan zaman-imge kavramı, ürettiği yeni üslupla farklı bir algılama biçimi de getirir; izleyicinin kaydedilen konuyu doğrudan keşfetme ve deneyimleme imkanı doğmuştur. Klasik yapıdaki devingen yapı dönüşmüş ve imgenin düşünümselliği önem kazanmıştır.
İletişim, edebiyat, müzik, felsefe, sinema, bilinç, varlık, özne, kimlik ve oluş gibi daha birçok kavram için sorgulamaya yeni alanlar ve imkanlar açan Deleuze; 1925 yılında Paris’te dünyaya geldi, 4 Kasım 1995’te Paris’te 70 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.
Disiplinlerin sınırlarını aşan düşünceleri ve eserleriyle çağımızın önemli düşünürlerinden biri oldu, Felix Guattari ile sıra dışı eserler üretti. Onun çalışmaları Sanat, Bilim ve Felsefe arasındaki ortak noktaları ve bağlantıları güçlendirdi.
Gilles Deleuze ve onun çalışmalarını konu alan iki farklı seminere aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Gilles Deleuze’ün sinemaya ve onun gücüne dair yaptığı şu çarpıcı tespitleri buraya bırakarak bitirelim bilgiselimizi;
“Artık bu dünyaya inanmıyoruz. Başımıza gelen aşk ve ölüm gibi olaylara inanmıyoruz. Sinemayı yapan biz değiliz, bize kötü bir film gibi görünen dünyadır. Dünyaya olan inancımızı yenilemek; işte modern sinemanın gücü budur. Bu dünyaya inanmak için nedenlere ihtiyacımız var.”
Bilgiselimizi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü Araştırma Görevlimiz Emre Koparan hazırladı. Çok teşekkür ediyoruz.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Nesnelerin İnterneti (Internet Of Things) olarak nitelendirilen bu yeni düzen, her çağda olduğu gibi yaşadığımız dijital çağda da teknolojinin hayatlarımıza olan direkt etkisini görünür kılan en yeni örneklerinden sayılabilir.
Peki nedir bu Nesnelerin İnterneti? Kısaca, akıllı niteliğe sahip birçok nesnenin; akıllı saat, akıllı telefon, küçük ev aletleri, akıllı ev sistemleri vs. şebeke içinde kullanılıp birbirine bağlanması olarak tanımlanabilir.