Anti-emperyalizm sadece yayılmacı bir güçle, günümüz özelinde ABD ile siyasi ilişkilerin kötü olması demek değildir. Ulusal düzeydeki sömürüye karşı bilinçli, programlı, ideolojik bir karşı çıkıştır. Bağımlılık Teorisi bu konuya kafa yormuş, bağımsızlığın teorisini geliştirmiştir
Bağımlılık teorisi kuramsal olarak 1960’lı yıllarda gelişmeye başlar. Modernleşme Okulu'na tepki olarak doğmuştur ve Marksist temellidir. Marksist tarihin ilerlemeci tarih anlayışını benimser. Genel olarak son 300 yıllık düzenin analizi çabasındadır.
Modernleşme teorisine göre Batılı ülkelerin varmış olduğu sosyal, kültürel, ekonomik konum tüm dünya için nihai hedef olmalıdır. Azgelişmiş toplumlar da Batılıların izinde ve yol göstericiliğinde gelişmiş ülkelerin seviyesine erişecektir.
Bağımlılık teorisine göre ise modernlik bir Batı sistemidir. Batı kendini modern, Batı-dışı dünyayı ise modernlik dışı olarak kavramlaştırır. Modernlik teorisi Batı-dışı dünyanın modernleştirilmesini yani aslında sömürgeleştirilmesini savunur.
Bağımlılık teorisinin temelindeki fikir şudur; merkez ülkelerde, klasik Marksistler tarafından savunulan gelişim süreci yaşanarak kapitalist üretim şekli hakim olmuştur. Çevre ülkelerde ise kapitalist gelişim, gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından engellenmiştir.
Böylece çevre yani sömürülen ülkelerin sağlıklı bir gelişim süreci yaşamasının engellenmesi onların azgelişmiş olarak kalmasına ve merkez yani sömüren ülkelere bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur.
Bağımlılık teorisi azgelişmişlik sorununa ilk defa azgelişmiş ülkelerin penceresinden bakmıştır. Bu sayede modernleşme teorisinde bir gedik açabilmiş, Batı merkezli veya ırk merkezli tezlere karşı bir meydan okuma niteliği kazanabilmiştir.
Bağımlılık teorisinin en önemli esin kaynağı 1950’lerde BM bünyesinde kurulan ECLA (Latin Amerika İktisat Komisyonu) çalışmaları oldu. Çalışmalarda azgelişmiş ülkelerin tarım, gelişmişlerin sanayi üretim ve ticaretinde uzmanlaşmasının azgelişmişliği sürdüreceği sonucuna varıldı.
ECLA ekolünün çözüm önerisi azgelişmiş ülkelerin stratejik bir ithal ikamesi politikası yürütmesi oldu. Ama ardından gelen bir çok sosyalist düşünür sorunun bu kadar kolay çözülemeyeceğini çünkü çok daha karmaşık ve derin olduğunu ortaya koydu.
İlk olarak Paul Baran ve Paul Sweezy gibi Amerikalı sosyalistler konunun üzerine düştü. Baran, bağımlılık tezlerini Marksist analiz ve kavramlara yaklaştırdı. Azgelişmişliğin nedenini direkt olarak sömürüye bağladı. Ona göre kapitalist gelişmenin maliyeti ötekinin gelişmemesiydi.
Paul Baran’dan etkilenen Andre Gunder Frank’ın, Latin Amerika’nın az gelişmişlik durumunun nedenlerini analiz ettiği “Latin Amerika’da Kapitalizm ve Azgelişmişlik” kitabı bağımlılık teorisi için mihenk taşı kabul edilir. Kendisi de bu teorinin en ünlü düşünürüdür.
Kitabının ilk cümlesi aslında tüm kitabın özeti niteliğindedir: “Tıpkı Paul Baran gibi ben de inanıyorum ki, geçmişteki azgelişmişliği yaratan ve hala günümüzdeki azgelişmişliği destekleyen şey, hem dünya çapındaki hem de ulusal alandaki kapitalizmdir.”
Frank’e göre kapitalist üretim sistemi merkez bölgeler ve onlara bağlı oldukları için azgelişmiş kalan çevre bölgeler yaratır. Bu sistem aslında yaratılan artı değerin azgelişmişten gelişmişe doğru aktarılmasıdır.
Merkez ülkeler artı değeri çekebildiği için gelişmiş, uydu ülkeler ise artı değerlerini kullanamadıkları için azgelişmiş kalmıştır. Üçüncü dünya, merkez ülkeleri takip ettiği sürece bağımlılık ilişkisi devam edecek ve sistem onların merkez ülke olabilmelerine izin vermeyecektir.
Frank, azgelişmiş ülkelerin devlet ve burjuvasının görevinin gelişmiş ülkelere kaynak aktarma olduğu savunur. Merkez ve uydu çevre arasındaki ilişki hem merkezdeki üretim fazlasını çevreye aktarma hem de azgelişmişliğin devamlılığını sağlayan sınıf çıkarları yaratma işlevi görür.
Celso Furtado, ECLA’nın analizlerini yeniden formüle eder ve bir toplum için tarihsel sürecin 4 temel güç kaynağına sahip olup olmama durumu neticesinde geliştiğini söyler: Teknolojinin, finansal kaynakların, piyasanın ve ucuz emek kaynaklarının kontrolü.
Theotonio Dos Santos'a göre bağımlı bir ülkenin iç dinamiklerinin onun gelişiminde hiç bir etkisi yoktur, azgelişmiş ülkelerdeki gelişimi bağımlı olunan ülkeler belirler. Dolayısıyla emperyalist sömürüden kurtulmadıkça sınıf mücadelesi bir anlam taşımayacaktır.
Daha yakın tarihlere geldiğimizde Bağımlılık Teorisi'nin iki büyük ismi karşımıza çıkar. Bunlardan ilki Immanuel Wallerstein'dır. Wallerstein; merkez, yarı-çevre, çevre ve dışsal bölge olmak üzere 4 bölgeli bir sistemden bahseder.
Yarı-çevre, devletlerdeki bir çeşit işgücü aristokrasisidir, merkez ile çevre arasında risk azaltıcı tampon rolü oynar. Yarı-çevre olmayan bir dünya tamamen kutuplaşmış ve ayaklanmalara meydan vermiş olur. Bu sebeple, ortada bulunan bu katman ile karşıtlıklar dağıtılır.
Dışsal bölge ise dünya ekonomisinin dışında kalan kendi kendilerine yeten devasa imparatorluklardır. Dışsal bölgelere tarihten verilebilecek örnekler Osmanlı ve Rus İmparatorluklarıdır. Osmanlı, Wallerstein’ın en gözde inceleme konularından biridir.
Ona göre Osmanlı İmparatorluğu 1750 öncesinde dış bölge iken bu tarihten sonra dünya sisteminin içine çekilerek çevre ülke konumuna gelmiştir, lakin bu tarihi daha sonraki yazılarında 16. yy’a kadar geri çeker.
Wallerstein’ın teorisi tekil ve ulusal tarihçiliği yetersiz bulur. Bütünden yola çıkarak tekili analiz eder. Bu noktada bağımlılık teorilerinden ayrılır. Azgelişmiş toplumlar özelinden yola çıkmak yerine Annales Tarih Okulu'nun da etkisiyle dünya sistemini bütün olarak ele alır.
Wallerstein şahsen çok önem verdiğim bir isim olduğu için üzerinde daha uzun duracağım. Wallerstein, Modern Dünya Tarihi analizini 16. yy’dan başlatır; daha 16. yy’da ticaret sayesinde bir dünya ekonomisi kurulmuştur.
Ardından 18.yy’da dinsel bilgi sorgulanmaya ve yerini rasyonel bilgiye bırakmaya başlar. Yüzyılın sonuna doğru da felsefe ile bilim ayrılır. Bu ayrılığa sebep olanlar hakikate giden biricik yolun deneysel gözlemler ve ona dayanan tümevarımlar olduğunu savunan “bilim” tarafıydı.
19.yy’da ise doğa bilimleri ile sosyal bilimler birbirinden ayrılır. Bu ayrılıştan şu soru doğar: Toplumsal gerçekliğin araştırmasını hangisi yapacaktı? Leopold von Ranke bunu rasyonel bilimle yapmak ister ama sonraki tarihçiler kendilerini sosyal bilimin saflarına yerleştirir.
Tarih alanındaki bu gelişmeler esasen 5 ülkede gerçekleşmiştir. Bunlar; Fransa, Britanya, ABD ve daha sonraları bunlara katılan İtalya ile Almanya’dır. Doğal olarak yazılan ve öğretilen tarih aslında bu 5 ülkenin tarihidir.
İş tarihle sınırlı kalmaz. Bu 5 ülkenin sömürgeleri vardır, buraları da inceleyeceklerdir fakat tarih, iktisat, sosyoloji gibi bilimler modern dünya incelemesi için uygun bilimlerdi, modern olmayan batı-dışı dünyayı incelemek için iki disiplin daha doğdu: antropoloji ve filoloji.
Batı bu yeni disiplinleri kullanarak Batı-dışı dünyayı incelemeye başlar, inceleyenler şarkiyatçılardır. Şarkiyatçılar, Batı-dışı dünyanın tarihini araştırdıkça orada da antik Çin, Pers ve Hint gibi yüksek medeniyet izlerine rastladılar. Bu nasıl olabilirdi ki?!
Şarkiyatçılar Batı-dışı dünyanın bu yüksek medeniyetlerini açıklayabilmek için bu medeniyetlerle Batı arasında filolojik ve antropolojik bağlar kurmaya çalıştı. Böylece Doğu’nun tarihindeki yüksek medeniyetleri Batı ile ilişkilendirerek “mantıklı” bir açıklamaya kavuşturdular.
Şarkiyatçıların vardığı sonuç; Batı-dışı dünyanın tarihindeki yüksek medeniyetlerin tarihin bir aşamasında donmuş ve Batı gibi moderniteye doğru ilerleyememiş oldukları ve eğer moderniteye doğru ilerlemek istiyorlarsa Batı dünyasının yardımına ihtiyaçları olduğudur.
Bu düşünce Batı’nın kendisinde Batı-dışı dünyaya istediği gibi müdahale etme hakkını görmesine sebep olur. Böylece ulusal düzlemdeki sömürünün yani emperyalizmin düşünsel ve tarihsel zemini oluşturulmuştur.
Bu düşünsel zemin 1945'e kadar iş görür. Ancak 1945'ten sonra ABD’nin yeni hegomonik güce dönüşmesi, üçüncü dünyanın sesini yükseltmesi ve dünya üniversite sistemindeki inanılmaz gelişim artık yeni bir düşünsel zemin ihtiyacı doğurur.
Bunun için; ABD'nin öncülüğünde, yol göstericiliğiyle ve sistemi içerisinde; üniversitelerde yetiştirilen iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler şarkiyatçılardan daha entelektüel bir kavram üretir; gelişme.
Bu yeni kavram ve fikir doğrultusunda, gelişmiş olan devletler daha az gelişmiş olan devletler için bir model olmalı ve onlara gelişmenin yolunu yani kendi yollarını göstermeli hatta onları bu yolda ilerlemeye zorlamalıdır. Böylece ABD emperyalizmi şekillenir.
Bağımlılık teorisinin bir diğer büyük ismi Samir Amin'dir. Onun teorisinin özünde eşitsiz uzmanlaşma vardır. Eşitsiz uzmanlaşma, eşitsiz gelişimin hem nedeni hem de sonucudur.
Amin’e göre 5 temel tekel vardır: teknoloji, finans, doğal kaynaklar, kitle iletişimi ve silah. Bu tekelleri elinde bulunduran merkez ülkeler çevre ülkelerin bu alanlarda uzmanlaşmalarına izin vermez ve bunları çevre ülkelere satarak onları kendilerine bağımlı kılar.
Aslında çevre ülkelerde de klasik Marksizmin öngördüğü gelişim süreci yaşanır ama merkezdekiler, ellerinde bulundurdukları tekeller sayesinde çevredekilerin bu gelişimi yaşamasını engelledikleri için çevrede çok farklı bir ekonomik ve sosyal yapı ortaya çıkar.
Amin’e göre çağımız itici gücü anti-emperyalizmdir. 19.yy tarihi Batı proletaryasının devrimci mücadelesiyle belirlenmişti. Çağımızda ise sosyalizm, anti-emperyalizm ile ilerlemekte. Artık sosyalizmin günümüzdeki sloganı “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları bileşin!”dir.
Amin’e göre sosyalizme geçişin çevre yani sömürülen ülkelerden başlaması gerekir ve bağımlılıktan kurtuluş için son derece radikal önerileri vardır. Ona göre çevre ülkelerin merkez ülkelerle olan siyasi, hukuki, ekonomik, bilimsel, sosyal vb. bütün ilişkilerini koparması gerekir.
Bu kopma gerçekleşirse bağımlılık ilişkisi kopar ve merkez ülke merkez olmaktan çıkar. Çevre ülkelerdeki tüm sorunların, krizlerin, geri kalmışlığın sebebi merkez ülkelere olan bağımlılıktır. Bu bağdan kurtulunduğunda eşitsiz gelişme de son bulacaktır.
Dünya düşününde genel durum böyle idi. Gelelim Türkiye'ye. 60’lı yıllarda Türk aydınlarının üzerinde en çok tartıştığı soru; “Türkiye azgelişmiş ve emperyalizme bağımlı bir ülke olmaktan nasıl kurtulur, kalkınmasını nasıl sağlayabilir?” idi.
Bu sorunun cevabı emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş, bunu kazanmış ama buna rağmen kısa sürede yine emperyalizme bağımlı hale gelmiş olmanın şaşkınlığı içerisinde aranıyordu.
Bağımlılık teorisi üzerine eğilen ve Türkiye’nin bağımlılık sorununa çözüm arayanların başında Doğan Avcıoğlu ve Yön Dergisi çevresinde toplanan aydınlar geliyordu. Sorunun çözümü için cevap bulunması gereken soruyu Avcıoğlu ortaya koymuştu: “Bu pezevenkler bizi nasıl geçti?”
Avcıoğlu, bağımlılık teorisinden şu noktada ayrılır: Bağımlılık teorisine göre kapitalizm ile ilişkiye giren her coğrafya artık kapitalist sayılmalıdır. Avcıoğlu'na göre ise Türkiye kapitalizmle ilişki kurmuş olsa da aslında kapitalizmin gelişmediği, feodal bir toplumdur.
Avcıoğlu, 3 tip kalkınma modeli sayar: 1) Sermaye birikimi sonrası burjuva devrimlerinin gerçekleşebildiği Amerikan tipi kapitalist kalkınma modeli 2) Sovyetler Birliği’nin benimsediği sınıf esasına ve proletarya diktatörlüğüne dayalı sosyalist model.
3) Tarihsel olarak modernleşme yarışında geride kalmış ülkelerin uygulaması gereken devletçi ancak proletarya diktatoryasına dayanmayan ulusal sosyalist bir model. Türkiye'nin izlemesi gereken yol da bu üçüncü yoldur.
Avcıoğlu parlamenter demokrasinin burjuvazinin çıkarına hizmet eden bir yönetim biçimi olduğunu ve bu yönetim biçimi ile gerçek demokrasiye ulaşabilmenin mümkün olmadığını savunur. Buna ülkenin sosyo-ekonomik geriliği izin vermeyecektir.
Bu sebeple Avcıoğlu’nun “zinde kuvvetler” adını verdiği asker, bürokrat, aydın, genç, işçi ve köylülerden oluşan birleşik bir grubun herhangi bir sınıf ayrımı gözetmeksizin oluşturduğu ilerici partisinin başa getirilmesi gereklidir.
Avcıoğlu'nun çıkardığı Yön Dergisi bağımlılık sorunu ile kurtuluş yolu arayışlarının merkezi olmuştu. Yön'e göre temel sorun iktisadi kalkınmaydı. İktisadi kalkınmayı hızlıca sağlayacak yeni bir Kemalist program etrafında birleşilmeliydi.
Bu yeni programla, kapitalist gelişme yolunu seçerek hata yapan eski Kemalist kadroların hataları tekrarlanmayarak sosyalist bir yol çizilecekti. Kemalizmin hedeflerine varabilmesi için sosyalist bir yola girmesi şarttı.
Yöncülere göre Türkiye’de önce milli demokratik devrim gerçekleşmelidir, bu sayede Türkiye bağımlılıktan kurtularak gelişimine devam edebilecektir. Avcıoğlu, sosyalizmi Türkiye için en uygun model görmesine rağmen MDD gerçekleşmeden atılan sosyalist sloganları yersiz bulur.
Türkiye bağımlılık teorisine kafa yoranlar cenneti gibidir, bu konuda küçük büyük bir sürü isim sayılabilir ama ben son olarak farklılık arz etmesi sebebiyle tamamen farklı bir bağımlılık teorisi sunan İdris Küçükömer'e yer vereceğim.
Küçükömer’e göre Türkiye’nin bağımsızlık savaşından sonra tekrar bağımlı hale gelmesi Amerikan kapitalizmine ve onun getirdiği eğitim, ordu gibi kurumların ülkeye girmesine Batıcı bürokratlar tarafından izin verilmesinin sonucudur.
Ona göre Osmanlı’nın bağımlı hale gelmesi de yine bu Batıcı bürokrasinin suçuydu. Tanzimatçılar ve Jön Türkler Batının uzun bir tarihi gelişimle vardığı kapitalist düzeni, böyle bir düzeni kurmanın hiç bir olanağı olmayan Osmanlı’da kurmaya çalışmışlardı.
Olanak olmamasına rağmen Batıcılar Batı’nın ekonomik yapısına has kurumları taklit ettiler. Bu durum düzenin yabancılaşmasını doğurdu, yani Batılılaşma aslında düzenin yabancılaşmasıydı. Bu durum kapitalizmin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde hakimiyet kurmasına uygun ortam yarattı.
Küçükömer’e göre İslamcı kesimler Batılılaşmaya karşı kendimize özgü İslam kurumlarını yaşatmak için direnmişmiş. İslamcılık dini kılığına rağmen toplumun bazı sınıflarını içinde barındırmaktaymış, bazı üretim güçlerinin sahibi geniş kitlelerin ideolojisi durumundaymış.
İslamcıların karşısındaki Batıcı – laik bürokrat grup ise bu üretim güçlerini dışlamışmış ancak kendisi de Osmanlı koşulları altında bir sınıf oluşturamamışmış çünkü ellerindeki artık ürünü tekrar üretime yatırarak bu yoldan bir artık ürün elde edebilme imkanı yokmuş.
Batıcı-laiklerin bu tutum ve durumu Osmanlı’daki üretim güçlerinin tasfiyesine sebep olmuşmuş. Bu yüzden de hem İslamcı – halkçı dediği akım içerisinde bir sınıf hareketinin doğmasına hem de dışa bağımlılığın reddine gidebilecek bir oluşumun gelişmesine engel olmuşmuş.
Netice itibariyle Küçükömer’in tezinin özü; Türkiye’nin kapitalistleşmeden Batılılaşamayacağına ancak Türkiye’nin kapitalistleşmesinin de tarihi olarak olanağı bulunmadığına, bu sebeple Batılılaşma çabasının beyhude hatta ülkenin zararına bir çaba olduğuna dayanıyor.
Buraya kadar gelebildiyseniz epey sıkılmışsınızdır diye tahmin ediyorum. Öyleyse konuyu belki biraz ilginçleştirebiliriz. Bağımlılık teorisi kuramsal olarak 1960'larda gelişti ama biz daha eskiye gidip ilkel haliyle de olsa aynı teorileri ileri süren iki gruptan bahsedelim.
Bunlardan ilki Bolşevik Devrimi'nde Müslüman / Türklerin önde gelen liderlerinden biri olan Mir Seyit Sultan Galiyev ve yoldaşları. Galiyev, ulusal düzlemdeki sömürüyü analiz ederken metropol ve sömürge ayrımını kullanır.
Ona göre, Batının ilerlemesine etkide bulunan tarihsel ve doğal-coğrafi bir dizi koşul dünyanın farklı kesimlerindeki halklar arasında ekonomik ve kültürel iletişim araçlarının yani uluslararası iletişim yolları ve askeri-stratejik noktaların Batılıların eline geçmesini sağladı.
Böylece Batı ve Doğu arasındaki politik ve ekonomik ilişkilerde bütün üstünlük Batının eline geçmiş oldu. Batı bu üstünlüğünü kullanarak sömürgelerdeki endüstrileşmeyi engelledi ve onların tarımsal, köylü toplumlar olarak kalmasına sebep oldu.
Bu gelişmeden sonra Batı-dışı dünyanın halkları kendi ülkelerinin doğal zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakkı olmaksızın, efendilerinin yani metropollerin yararına çalışan kölelere dönüştü.
Galiyev, Marx ve Engels’ten beri ulusu ancak sınıf mücadelesinin önüne engel olarak çıktığında bir sorun olarak ele almak yerine onu tarihsel süreç içerisinde doğal olarak oluşmuş bir yapı kabul ederek Marksist ve anti-emperyalist kuram içerisine bir öğe olarak ele aldı.
Üçüncü dünya devrimciliğinin önderlerinden olan Galiyev’e göre Batı proletaryası, Doğu proletaryasından çok daha rahat ve ileri konumdadır. Bu konumlarını kendi kapitalistleri ile işbirliği yapmalarına borçludurlar.
Görece rahat ve ileri olmalarının Batı sermayesinin, Doğu’yu sömürmesinden kaynaklandığını bilen Batı proletaryası, bu konumunu koruyabilmek için kendi kapitalistlerine ses çıkarmaz. Emperyalist sömürüden onlar da pay alır ve bu düzenin devamını savunurlar.
Galiyev’e göre, Doğu proletaryası Batıya kıyasla iki kere proleterdir, çünkü hem sınıfsal hem de ulusal sömürü altındadır, bu yüzden gerçek bir devrimi ancak Doğu proletaryası gerçekleştirebilir.
Emperyalizmin kıskacındaki toplumların kurtuluşun yolu ise ancak sömürge ve yarı sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatörlüğüyle sağlanabilir böylece sömürge halindeki gerçek üretici güçlerin özgürlüğü güvence altına alınabilecektir.
Galiyev'in yoldaşlarından olan Mustafa Suphi, 1919'da gerçekleşen Komintern 1. Kongresi’nde yaptığı konuşmada sömürülen Doğu toplumlarının kurtuluş yolunu aşağıdaki gibi açıklar. Şimdi Samir Amin'in çözüm önerisini tekrar hatırlayalım. Suphi'nin ki ile hemen hemen aynıdır.
Galiyev ve yoldaşlarının 20.yy başlarında dile getirdiği fikirler adeta 1960'larda gelişecek olan bağımlılık teorilerinin önsözü veya özeti niteliğindedir. Bağımlılık teorilerinin öncüsü diyebileceğimiz diğer hareket de 1932'de Türkiye'de yayına başlayan Kadro Dergisi’dir.
Derginin amacı Kemalist devrimlerin yerleşmesini sağlamak ve bu doğrultuda bir ideoloji oluşturmaktır. Kapitalizme karşı olmuş ve devletçi ekonomiyi savunmuşlardır. Her ne kadar Marksizme yaklaşsalar da Marksizmin dışında üçüncü bir yol oluşturma çabasındadırlar.
Kadrocuların görüşlerinin temelinde ulusal düzlemde sömürü vardır. Bu konuda gelişmiş bir temelden yoksun olsalar da Osmanlı'nın bağımlılığını görmüş olmaları ve yeni çıkılan bağımsızlık savaşının etkisiyle antiemperyalizm, sömüren – sömürülen toplum gibi konulara yönelmişlerdir.
Kadro’nun temel tezi, sınıfsal sömürünün üstünde ulusal düzlemde bir sömürünün bulunduğu ve Türkiye gibi ülkelerin bu sömürüden kurtularak kalkınabilmesinin yolunun sosyalizm ve kapitalizm dışında üçüncü bir yoldan geçtiğidir.
60'larda Andre Gunder Frank’ın bağımlılığa karşı sunduğu çözümü Şevket Süreyya Aydemir, Kadro'daki bir yazısında daha o yıllarda sunmuştu. Ona göre Türkiye’nin sanayileşmesi ancak emperyalist ülkelerle olan iktisadi ilişkinin minimuma düşürülmesiyle sağlanabilirdi.
Yön ile Kadro arasında benzerlik vardır ancak Kadro sınıfsal çözümlemelerden uzak durmaya çalışmış, Yön ise sınıfsal analizler konusunda daha açık davranmıştır. Yine de her iki hareket de Kemalizmin sınıfsal kökenlerini aramaya çalışmamıştır.
Türkiye’nin Batı’dan farklı ve geri kalmış gelişim tarihinde devletçi ekonominin sınıf çatışmalarını önleyeceği tezi iki hareketi de solidarizme yaklaştırmıştır. Her iki hareket de yerli burjuvaziyi ağır eleştirmiş ve komprador burjuvazi olmakla suçlamıştır.
Son olarak bağımlılık teorisinin akıbetine değinelim. Bağımlılık teorisi Küba ve Çin devrimlerinin yaşandığı, ABD'nin Vietnam'da yenildiği, dünyanın pek çok yerinde bağımsızlık savaşlarının başladığı 60'lı yılların sosyal ve politik ortamında gelişmişti.
Emperyalizmin azgelişmişliğin yegane sebebi olduğu yönündeki görüş 70’li yılların sonlarına kadar sol/sosyalist düşünceye hükmeden bağımlılık teorilerinin ana karakteristiğidir ancak 70’lerden itibaren teoriye yönelik Marksist eleştiriler yükselmiştir.
Bağımlılık teorisi, Marksist görüş tarafından emek sürecine ve sınıf çatışmasına yer vermemekle eleştirildi. Bağımlılık teorisi kapitalist kârın dolaşım alanı üstüne bir teoridir ancak Marksizm için belirleyici olan sadece dolaşım alanı değil, ondan önce üretim ilişkileridir.
Yani bağımlılık teorisi kapitalizmi ticari düzeyde tanımlamıştır böyle olunca sınıf mücadeleleri ile ortaya çıkan bir kapitalizm yerine iş bölümü ve niceliksel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan sınıf mücadelelerine varılır.
Ayrıca; gerek Frank’in bağımlılık teorisinin, gerekse Wallerstein’in dünya sistemleri teorisinin yüzyıllardır süregelen durgun bir yeniden dağıtım sistemi gördükleri yerde klasik Marksistler dünyayı değiştiren bir gelişim süreci görmüşlerdir.
Yine gelen eleştirilere göre; bağımlılık teorisi ve Marksizm anti-emperyalist politikada örtüşebilir ama Marksizm için anti-emperyalizm kapitalizme karşı bir etkinlik iken, Bağımlılık Okulu’na göre nihai bir etkinliktir.
En ciddi eleştiri ise bağımlılık teorisinin bir ülkedeki tüm sorunların sebebini o ülkenin iç dinamiklerini ve yapısını göz ardı ederek tamamen dış müdahale ve emperyalist sömürüde aramasıdır, bu abartılmış bir tutum olarak görülmüştür.
Bu eleştiriler yükselirken dünya da değişmiştir. 80'lerden itibaren tüm dünyada esen muhafazakar - sağ rüzgarlar 60’lı yıllardaki gibi bağımlılık teorilerini destekleyecek siyasal bir atmosfer bırakmamıştır.
Yükselen post-modern teorilerin büyük anlatıları eleştirerek entelektüel iklimi neden-sonuç ilişkilerinden kaçınmaya yöneltmesi de Marksizmin veya bağımlılık teorilerinin büyük anlatılar içeren görüşlerini gündemden giderek uzaklaştırmıştır.
Bağımlılık teorisi, Marksizmden yöneltilen eleştirilere rağmen, 20.yy’da klasik Marksizmin içine düştüğü darboğazdan Neo-Marksist görüşlerle çıkılabileceğini göstermiştir. Nitekim Paul Baran ve Paul Sweezy gibi bağımlılık teorisyenleri aynı zamanda Neo-Marksizmin öncüleridir.
Bağımlılık Okulu azgelişmişliği ve emperyalizmi ilk defa bu kavramların mağduru olan azgelişmiş ve sömürülen ülkelerin tarafından bakarak ele almış ve gelişme yazını karşısında bir az gelişme yazını ortaya çıkarmıştır.
Üçüncü dünya ülkelerindeki sorunların kaynağının yalnızca geleneksel olduğu ve tek çözümün Batı tipi modernleşme olduğu, ilerlemenin tek yolunun ise Avrupa ülkelerinin izlediği yol olduğu tezine karşı çıkışa öncülük etmiştir.
Bağımlılık teorisi Batı’nın Batı-dışı dünya üzerindeki ayrıcalıklı olduğu iddiasını reddetmiş, Frank’ın deyimiyle “emperyalizmi saklamaya hizmet eden imparatorun örtüsünü kaldırmıştır.”

• • •

Missing some Tweet in this thread? You can try to force a refresh
 

Keep Current with Zinde Kültür

Zinde Kültür Profile picture

Stay in touch and get notified when new unrolls are available from this author!

Read all threads

This Thread may be Removed Anytime!

PDF

Twitter may remove this content at anytime! Save it as PDF for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video
  1. Follow @ThreadReaderApp to mention us!

  2. From a Twitter thread mention us with a keyword "unroll"
@threadreaderapp unroll

Practice here first or read more on our help page!

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just two indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member ($3/month or $30/year) and get exclusive features!

Become Premium

Too expensive? Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal Become our Patreon

Thank you for your support!

Follow Us on Twitter!