Talibanın 4-5 yaşında alınıp ta dünyadan habersiz,kadını tanımayan hayatında kadın görmemiş bedensel olarak güçlü kuvvetli üyeleri ve Afganistan'dan tüm dünyaya sunulan haşhaş üretimi üzerine...1071 li 1090 lı yıllar..
Hasan Sabbah 11. yüzyılda İran’da yaşayan ve Hz. Ali taraftarı birisidir. O dönem yaygın olan İsmaili tarikatına üyedir. Bu tarikatın düşünce sistemini pek benimsemeyen Sabbah bir gün köylerine gelen İsmaili tarikatından bir bilgenin yanına gider.
Düşüncelerini bilgeye anlattığı zaman bilge ona aslında bu tarikatın bazı düşüncelerinin insanları tarikata çekmek için olduğunu söyler. Sabbah’ın bu düşüncelerini duyan babası Sabbah’ı bir medreseye verir.
Medresede Ömer Hayyam ve Nizam-ül Mülk adında iki kişi ile tanışır ve geçen zaman bu 3 kişiyi yakın arkadaş yapar. Bir gün birbirlerine aralarından birisi yükselirse diğer ikisine yardım edecek diye söz verirler. Yıllar sonra Nizam-ül Mülk Selçuklularda vezir olmuştur.
Ömer Hayyam ise matematikçi ve astrolog olmuştur. Birbirlerine verdiği sözü hatırlayan Hasan Sabbah Nizam-ül Mülk’ün yanına gider ve ona birbirlerine verdikleri sözlerini hatırlatır. Nizam-ül Mülk ona sarayda bir iş verir.
Ardından sarayda Sabbah’ın yükselişi başlar bunu istemeyen vezir bir komplo ile Sabah’ı saraydan sürdürür. Sabbah bu sürgünden kurtularak İran’a döner. Ömer Hayyam ile İsmaili tarikatı üzerine konuşurken aklına bir fikir gelir ve Rey şehrine döner.
Bu bölgede ele geçirilmesi çok zor olan Alamut adında bir kale vardır. Kale komutanını kandırarak kaleyi ele geçirir ve kendini İsmaili tarikatı tarafından müjdelenen mehdi ilan eder. Hassan Sabah’ın namı İsmaili tarikatı arasında yayılırken Sabbah,
kalenin görünmeyen arka bahçesine dünyanın çeşitli yerlerinden getirttiği bitkilerle doldurmaktadır. Kalenin bu kısmına ağaçlar ve bitkiler dışında birbirinden güzel kızlar da koyar. Kızların buraya gönderilen herkese iyi davranması bulundukları yerin cennet olduğu konusunda
gelen kişileri kandırması istenmiştir. Bu kurala uymayan ve hata yapan kızların feci bir şekilde öldürüleceğinden bahsedilmiştir.
Ardından Sabbah kalesine gelen kişilere cennetin anahtarına sahip olduğunu ve eğer Sabbah’ın sözünden çıkmazlarsa onları cennete sokacağını söyler.
Yetiştirdiği öğrencileri haşhaş otu etkisi ile uyuşturup kalenin arkasındaki gizli bahçeye bırakır ve onlara cennette olduklarını güzel kızların huri olduğunu burada yaptıkları hiçbir şeyin günah olmadığından bahseder.
Tüm geceyi bahçede geçiren gençler tekrar haşhaş otu verilerek kaleye getirilir. Gördüklerini ve yaşadıklarını arkadaşlarına anlattıkça insanların Hassan Sabbah’a olan inancı iyice artmaya başlar. Sabbah, bu bahçeye gönderdiği gençleri artık cennetle müjdelendiklerini
öldüklerinde tekrar buraya gideceklerinden bahsederek çeşitli ülkelere suikastçı olarak yollar. Selçuklu komutanlarına yapılan suikastlar sonucu Selçuklu bu kaleye bir akın düzenler. Kaleye gelen elçiler teslim olmalarını Selçuklu ordusunun çok büyük olduğunu anlatır.
Sabbah ise daha önce cennet diye bahçeye yolladığı iki fedaisinin ölmelerini emreder ve bu iki adam gözlerini bile kırpmadan intihar ederler ve Selçuklu komutanı şaşırıp kalır Sabbah'ın bu ''gücüne''....
Bir Bodrum masalı!
Siyaseti hayat sanan bir dostumla bir akşamüzeri Bodrum’da denize karşı oturmuş hepimizin her gün konuştuğu mevzular laflıyoruz.
Baktım bu sıkıcı konuşma uzayacak, “çalışmadığı bir yerden sorayım da lafın güzergâhı değişsin bari” dedim;
arkamızda sıra halinde duran palmiyeleri göstererek, “Bu palmiyeleri buraya kim getirdi biliyor musun?” diye sordum.
“Bilmem. Burada yetişmişler herhalde” diye cevap verdi.
“Hayır,” dedim. “Burada yetişmediler, sonradan birisi getirdi onları buraya.
Halikarnas Balıkçısı adını duydun mu?”
“Duydum galiba” dedi.
“İşte o getirdi. Ha sadece palmiyeleri değil, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları da o getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de.
Bir gün Rosa, işten yorgun bir şekilde çıktıktan sonra otobüse bindi ve oturdu.
Beyazlar öfke dolu gözlerle onu izliyordu. Hemen oradan kalkmasını istediler.
Rosa 32 yaşındaydı. Bir şirkette terzilik yapıyordu ve çok yoğun çalışıyordu.
O günlerde siyahilerin oturarak seyahat etmesi yasaktı. Sadece beyazlar otururdu.
Hayır dedi Rosa, yerinden kalkmadı. Şoför arabayı durdurdu ve kalkmasını istedi.
Kalkmıyorum dedi Rosa. Çünkü bu yapılan şeyin insanlık dışı olduğunu düşünüyorum.
Bunun üzerine şoför polis çağırdı.
Polis Rosa'yı dövdükten sonra tutukladı. Daha sonra kefaletle serbest kaldığında bu eylem aslında çok ta umursanmadı.
Ancak Alabama üniversite'sindeki bir profesör bu olaydan haberdar oldu. Bu olayın üstüne gitmeye karar verdi ve tüm siyahileri otobüsleri boykot etmeye çağırdı.
Gençler hatırlar mı, bilir mi bilmiyorum.
Ama bizim yaştakiler gayet iyi bilir.
Eski Türkiye’de, yani bu kadar “muhafazakar olmayan” Türkiye’de tek yayıncı olan TRT’nin televizyonunda senede bir gün, yılbaşı akşamları ekrana dansöz çıkabilirdi.
Senede bir gece, o da yılbaşı gecesi ekrana çıkabilen bu dansöz genelde Nesrin Topkapı olurdu.
Millet de niyeyse pek büyük bir heyecanla bu dansözü beklerdi.
Bugünün “hayli” muhafazakar Türkiye’sinde ise ekranda dansöz görmek için yılbaşını beklemenize gerek yok.
Cumhurbaşkanı’nın fikir, iktidar partisinin politika değiştirdiği anda yani sıklıkla ekranları dansözler dolduruyor.
Üstelik eğlence televizyonlarını da değil, doğrudan haber televizyonlarını.
BARBAR TÜRKLER , KIZILDERİLİLER GİBİ YOK EDİLMELİDİR...
100 yıl önce sadece bir işgal için, zenginliklerimize sahip olmak için gelmediler...
Amaçları Türklüğü Anadolu'dan söküp atmak, hatta kızılderililere yaptıkları gibi, Türklere soykırım uygulamaktı...
Ernest Renan 1870'lerde bunu açıkça ifade etmişti... yalnız o da değil, 1916-1922 yılları arasında İngiltere başbakanı olan Davit Lloyd Gerorge da benzer ifadeler kullanıyordu...
1870'li yıllardan sonra tarihi gerçeklerin saptırılarak,
"Türklerin barbar ve medeniyetler yıkan bir millet olduğu" algısının oluşturulması, planlanan bu soykırıma zemin hazırlamak amacını taşıyordu...
Kurtuluş savaşı sadece bir vatan mücadelesi değil, aynı zamanda bir ölüm kalım, soykırımdan kurtulma mücadelesiydi...
🩸"Harese nedir, bilir misin oğlum?
Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür.
O kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.
Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider.
Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.
Yıl 1929.. Lise 3 ders kitabı. Adı: Kozmografya.. Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar. Atatürk’ün isteği ile yazıldı. Büyük önderdeki öngörüye bakar mısınız?
Hikayesi ise inanılmaz.... “Bu kitabı bulabilmek için uzun zamandır çaba sarf ediyordum. Sonunda bir sahafta buldum.
Adı Kozmografya. Türkiye’deki ilk astronomi kitabı. İlk baskısı 1929’da yapıldı. Benim bulduğum ise 1933 baskısı. Yazarı Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Yar.
Bu kitap yazılmadan 8 sene önce Ankara Hükümeti’nin kasasında sadece 48 kuruş vardı.
İşgal güçleriyle, fakirlikle, cehaletle ve hastalıkla mücadele ediliyor; savaş sonrası Osmanlı’nın borçları ödeniyor, diğer yandan bilimle sanatla Cumhuriyet inşa ediliyor, fabrikalar yapılıyor, operalar temsil ediliyor,