1.Kapalıçarşı’da bir restorasyon süreci yaşanıyor. Ancak süreç, eski kalem işi desenlerin tamamen “kazınmasının” ardından yerine aynısının yep yenisinin yapılması olarak devam ediyor. Çarşının tüm yaşanmışlığının, zamanın tatlı izlerinin canına okunuyor:
Bu “ışık seli / ledimsi” aydınlatma tarihi beş asırı geride bırakan Kapalıçarşı’yı ne güzel “açmış” değil mi? Sıfır km yeni desenlerle “pırıl pırıl” olmuş çarşı! Maksatta bu zaten, restorasyon dediğin dokunduğu her yeri pırıl pırıl yapmalı, geçmişin tüm izleri silinmeli. Yakışır.
Şimdi sırayla çarşının bu sokaklarına geliniyor. Üç, beş gün sonra buralar da raspa ile iyice kazınacak, sonra aynısının yenisi yapılacak ve şahane restore başarı(!) ile tamamlanmış olacak… Ya zamanın buraya kattığı ruh? Hayatın izleri? Salla gitsin, kazı geç yepyenisini yap.
Ciddi çürümelere, dökülmelere müdahale et, güçlendirmeler yap eyvallah. Fakat bırak bazı sıva dökülmeleri kalsın, göz tamamlar eksiğini ve böyle de güzeldir aslında. Çünkü bir arka sokakta motifin tam olanı da var. Merak eden bakar görür. Her şeyi kazımak barbarlıktır.
Kapalıçarşı mı, yoksa son 5-10 yılda yapılan market üstü caminin düğün salonu mu?
Kapalıçarşı’nın kalbi, Cevahir Bedesteni’nde Bizans dönemi çift başlı kartal. Bedesten çarşının Bizans’tan kalan çekirdeği. Diğer kısımlar buraya eklemlenerek zamanla gelişti. Şimdi bu kartalı da pırıl pırıl bembeyaz yapma zamanı(!)
Kapalıçarşı doğru yere bakarsanız bir müze gibidir. Yaşayan bir müze. Ta Osmanlı döneminden kalan bir tabela, bir han kapısının ardında, kıyıda köşede sessizce izliyor olanları acaba sıra bana ne zaman gelecek diye… Hafızayı sıfırlayan “restorasyon”(!)
Biraz da halen duran güzelliklerine bakalım. Mesela Kürkçüler Çarşısı’ndaki bu enfes sütun:
Ve ahşap çatısının enfes güzelliği:
Yine Kürkçüler Çarşısı’nın “Merdivenli Kapı”sının basamakları:
Ve olanca güzelliği ile zamanın adeta donduğu Zincirli Han. Burada Şişko Mustafa’nın birbirinden güzel halılarına bakmak, üst kattan avluyu izlemek…
Mercan Kapısı çıkışında soldan ilk han Kızlarağası Han. Rahmetli annem ilkokul boyunca her yaz beni burada bilezik imalathanesine çırak verdi. Elimde 2/3 kilo altın potadan ayar evine, oradan imalathaneye döner dururdum:) Ama bilezik yapmayı iyi öğrendim. Trabzon, Maraş işi vs:)
Çırak ve kalfalar olarak öğle yemeklerini Pastırmacı Han ya da İmam Ali Han’da yerdik.Yemekten sonra mütemadiyen bangır bangır Bülent Ersoy çalan, patronun don-atlet gezinip öğleden akşama bi büyük rakı götürdüğü imalathanede bileziğe devam. Her daim bolca asit ve sigara kokusu:)
Hayatım boyunca şu minberden daha güzel, bana daha sevimli gelen başka bir minber bilmedim. Aslında ne kadar basit ama durduğu yer, rengi vs hep etkilemiştir beni. Çocukken cumalarda hep çıkıp içine girmeyi geçirirdim içimden:) Çarşının en güzel mescididir bence.
Çarşının gizli saklı mescitlerinden biri de Cevahir Bedesteni içindeki bu minyatür, minik mescit. Minyatür gibi adeta ama çarşının olanca koşturmasından kendinizi bir anda soyutlayabileceğiniz bir “kaçış odası / fefirru ilallah” bir güzide mekân burası:)
Ve çarşının olmazsa olmazı Camili Han. Çadırcılar Cd tarafından gelip, Yorgancılar Kapısı’ndan girmeden hemen solda.
Camili Han içindeki mescit 1505 tarihli. Hanın çatısından şahane bir Tarihi Yarımada manzarası görünür ama çıkabilene😉
Kapalıçarşı’nın en ikonik ve masalsı dükkanı benim için açık ara Çukursaray tarafındaki bu dükkandır. Gider uzun uzun seyreder, zamanda yolculuğa çıkarım buradan:)
Ve Sandal Bedesteni… Öyle yerler, öyle mekânlar vardır ki, oralar bir toplumun ortak hafızasıdır. Buralar her parayı verenin düdüğü çatlamayacağı yerler olmalıdır. Ne yazık ki Kapalıçarşı hızla Mısır Çarşısı’na dönüşüyor. Mantar gibi çoğalan kuruyemişçiler, çakma çantacılar vs…
Bir kaç tüyo: Döviz / şerit altın alacaksanız iddia ediyorum tüm İstanbul’da fiyatları Çavuş’tan daha uygun yer bulamazsınız. İçeride : “Al say, say ver” yazar:) Bilenler Çavuş’a gider.
Sihirli yol:) İki kişi yan yana geçemez. Buradan girip sola dönerseniz Çarşının en güzel avlusu olan Lûtfullah Sokağa çıkarsınız. Sağa dönerseniz yenilenen Sarraf Han’ın şahane avlusunda güzel bir kahve içebilirsiniz.
Ne yenir? Mercan Kapısı çıkışına varmadan köşedeki dönerci, Yorgancılar Kapısı’ndan girmeden sağdaki köfteci, Camili Han içindeki esnaf lokantasında sulu yemek (tas kebap 10 numara), Rejon’da Kilis Tava / Kuzu şiş (et-tuz).
Çadırcılar Kapısı Fesçiler Kapısı üzerinde Hattat Sami Efendi’nin “El kâsibu habiballah / Çalışıp kazanan Allah’ın sevdiğidir” yazılı su gibi hattı.
Ve çarşının en anıtsal kitabeli kapısı olan, Sultan II.Abdülhamit tuğralı Nuruosmaniye Kapısı. “Zinet efza makam-ı muallâ hilâfet-i İslamiyye … diye başlar gider kitâbe. Üstünde de muhteşem bir Arma-i Osmani.
Çarşı korunmalı. Her dileyen dilediği sokağa, dükkana kafasına göre dükkan AÇAMAMALI. Buranın bir ruhu var korunması gereken. Steak Houselar, çakma çantacılar, onlarca kuruyemişçi buraya AİT DEĞİL. Bir üst akıl kuyumcu terazi hassasiyeti ile çarşının tarihi dokusunu korumalı.
Çarşıyı gezin, dolaşın ve burada zaman geçirip gözlem yapın. Han avlularında çay için. Esnaf lokantalarında yemek yiyin. Ve mutlaka Sahaflar Çarşısı’ndan geçip Hüseyin Avni dedeye bir selam verin. Mümkünse 10, 20₺’ye bir kitabını alın. Alın ki hep orada olsun:)
V’esselam
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
İstanbul'da Latin Krallığı Paraları
1204-1261 yılları arasında Kudüs ve kutsal topraklara sefere diye niyet edip, İstanbul'u görünce burayı ele geçiren Haçlı-Latin yönetimi kendi paralarını da bastı. Bizans paraları tarzında basılan bu paralar düşük ayar gümüş (Billon) paralardı.
Latin işgali dönemi paraları üzerinde ''Hristiyan İsa'' ibaresinin kısaltımış hali olan ''IC - XC'' ve Hz.İsa tasviri, Melek Mikâil, çeşitli azizlere yerilmiş. Baskı, ve madeni pul kalitesi oldukça zayıf olan bu paralar iç bükey, adeta gazoz kapağı gibi basılmış:)
Darp kalitesi bu kadar düşük ve çöp adam tarzı zayıf tasvir düzeyi, Latinlerin şehirde köklü bir ekonomik / finansal düzen kurma gayreti içinde olmadıklarını düşündürüyor. Bu kargacık burgacık figürler özensizce hazırlanmış. Kimi örneklerde imparator tasvirini de yer verilmiş.
Avustralya'nın güneyindeki Tasmanya Adası'na yerleşen Britanyalı yerleşimciler, adanın 48 kabileden oluşan yerli 1803-1847 yıllarında yerlilere uyguladıkları soykırımla adanın safkan halkı ''bitirildi''+
1828-1832 yılları arasında yerli halkı yok etmeye yönelik olarak yapılan ''Kara Savaş'', tarihte kaydedilen ilk modern soykırım örneği olarak bir utanç ve kara leke oldu. Safkan Tasmanyalıların tamamı yok edildi bu soykırımda.
İlk Britanyalı yerleşimcilerin 1803 yılında geldiği Tasmanya'da yaşanan bu soykırım; çoğu çağdaş Avustralyalı tarihçi tarafından soykırımdan daha ciddi olan ''imha'' sözcüğüyle tanımlanıyor. Türkçe kaynaklarda ise Aborjin Soykırımı adı altında biliniyor.
Bir Kıtayı Çalan Katliam 2: Kızılderili Katliamı
19.yy'da Amerikalı yerleşimcilere kıtanın doğu kıyısından batı kıyısına kadar genişlemeyi hedef gösteren Manifest Destiny çağrısı yapılınca katliamlar tekrar başladı ve Kızılderili nüfusu 12 milyondan 237 bine geriledi.+
Yuki Kızılderilileri kapatıldıkları rezervasyon çiftliğinde zorlama ile çalıştırıldılar. Yukilere yalnızca kişi başına günde altı buğday başağı olarak açlık diyeti (starvation diet) uygulandı ve yetersiz beslenme ile hastalıklardan çok sayıda ölümler görüldü.
Kaliforniya'da kendini human (insan) olarak tanımlayan beyaz yerleşimciler Yukileri ''Subhuman'' (insan-altı, alt-insan, insanımsı, insan olmayan, insanla aynı kategoride bulunmayan, insandan daha aşağıda bulunan) olarak tanımlıyordu.
Yakın çağın en büyük, en kanlı ve en acımasız katliamı olan Kızılderili Soykırımında 100 milyondan fazla insan öldü.
Hayatları ve toprakları bitmeyen bir ihtirasla yağmalandı.
Dünya tarihinin gördüğü en büyük vahşetti bu...+
''Beyaz adamlar bize çok söz verdiler. Hem de hatırlayamayacağım kadar çok söz verdiler. Bir teki dışında tutmadılar sözlerini: Topraklarımızı alacaklarını söylediler ve aldılar." Kızılderililerin büyük şeflerinden Kırmızı Bulut'un bu sözlerle anlattığı bir soykırım bu.
Silahla ve bulaşıcı hastalıklarla kırılan Kızılderili nüfusuna uygulanan bir diğer canilik ise kültürel soykırımdı. Öksüz, yetim kalan yerli çocukları yatılı okullarda ‘’dönüşüme’’ tabi tutuldu. Yok olan diller, yok olan halklar…
Amerika’nın 20 yıl boyunca kana boğduğu Vietnam’da yol açtığı facialardan biri de kimsesiz kalan binlerce bebekti. Ağır bombardıman ve toplu katliamlardan kurtulup sağ kalan binlerce bebeği 1975'te devşirdi ve beraberinde götürdü.
Amerika'nın Vietnam'da savaşta yetim kalan bebeklerden birkaç bin tanesini kaçırıp çoğunluğu Amerika'ya olmak üzere, Kanada ve İngiltere gibi kendine yakın ülkelere dağıtıp evlat edinilmelerini sağladı. Bu operasyonun temel motivasyonu artan kamuoyu baskısını azaltmaktı.
Anne, babalarını öldürüp, uzak diyarlarda başka insanlara büyüttürülen bu çocukların önemli bir kısmı ileride, Birinci Irak Savaşı'nda Iraklılarla savaştırıldı. Amerika derenin taşıyla, derenin kuşunu vuruyordu. Hem kamuoyu algısı yönetiyor, hem de kendisine asker yetiştiriyordu.
ABD Michigan, Big Rapids'de Ferris State Üniversitesi'nin kampüsünde Jim Crow Museum adlı ilginç bir müze var. Bu müze, reklam ve ticaret dünyasında siyahilerin nasıl aşağılandığını gösteren kartpostallar, süs eşyaları ve ürün ambalajları gibi çarpıcı bir koleksiyona sahip.
Siyahi insanların aşağılayıcı görüntüleri, 20. yüzyılın ortalarına kadar Amerikan popüler kültüründe ve ürün pazarlama stratejilerinde yaygın olarak kullanıldı. Kölelik kaldırılmıştı ama bu sadece kâğıt üzerindeydi. Irkçılık olanca gücüyle devam ediyordu.
Bu aşağılayıcı yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri siyahi bebek ve çocukların Florida ve Louisiana gibi güney eyaletlerinde ''Timsah Yemi'' olarak kullanıldığı ve karikatürize edildikleri betimlemelerdir. Değersiz "timsah yemi" olarak siyahi çocukları kullanmak...