#ZübeydeHanım'a vatanı kurtaran adamın annesi gözüyle bakıyoruz hep. Atatürk'ün bize yaşattığı saadetin kaynağı gibi görüyoruz onu. Bu yüzden de büyük bir dramı gözden kaçırıyoruz.
Ömrünü oğluna hasretle geçiren, tam kavuşmuşken hayatını kaybeden bir ananın yarım kalan öyküsü.
Zübeyde Hanım'ın yarım kalan öyküsü aslında aslında Fatma, Ömer ve Ahmet isimli evlatlarını çocuk yaşta kaybetmesiyle başlıyor. Mustafa doğduğunda onun da ölmesinden çok korkuyor ve bu nedenle ona derin bir bağlılık başlıyor.
Fakat çocuklarıyla sınanan Zübeyde Hanım bu defa eşini kaybediyor. Hayatı, derin kayıplarla sürerken Mustafa ve Makbule isimli iki çocuğuyla yaşama tutunmaya çalışıyor.
Nihayetinde oğlu askeri okula gidince bu defa ona olan hasreti başlıyor.
Mustafa 1896'da evden ayrılırken Zübeyde Hanım ayrılığın bu kadar uzun ve sancılı olacağını düşünmemiştir muhtemelen..
Zübeyde Hanım için hasret ve özlemle başlayan bu ayrılık zamanla korku ve tedirginlik halini aldı.
Mustafa askeri okulda çıkardığı bir dergi nedeniyle zindana atıldı. Zübeyde Hanım durumu haber alınca İstanbul'a gidip günlerce oğlunun izini sürmeye çalıştı.
Mezuniyetten sonra Mustafa Suriye'ye sürgün edilince yeni bir hasret daha başladı.
Mustafa artık görevden göreve atlayan cesur ve parlak bir askerdi. Suriye görevinden sonra İstanbul'da çıkan bir isyanı bastırmak için görev aldı. Akabinde 1909'da Libya'ya gitti. Bu süre zarfında Zübeyde Hanım evinde, oğlunun sağ salim dönmesini bekliyordu.
1912 yılında Balkan Savaşı patlak verdi. Selanik düştü. Zübeyde Hanım evinden, ata yurdundan bir daha dönmemek üzere ayrılmak zorunda kaldı. Bu zor gününde oğlu Mustafa Kemal yanında değildi. Çünkü İtalyanlara karşı savaşmak için Libya'ya gitmişti.
Zübeyde Hanım için artık rutin hale gelen korku ve tedirginlik, Osmanlı'nın Dünya Savaşı'na girmesiyle boyut değiştirdi. Oğlu artık milyonlarca insanın öleceği kanlı bir savaşın tam ortasındaydı.
Çanakkale, Muş, Bitlis, Suriye... Her gün oğlunu kaybetme korkusuyla geçiyordu.
O günlerden birinde oğlunun kör olduğunu duyunca dayanamadı. Onun sağlıklı olduğunu görmeden yapamazdı. Halep'e, oğlunun yanına gitti. İyi olduğunu gördü. Geri döndü.
Bu süreç 1918'in sonuna kadar böyle devam etti.
Kasım 1918'de savaş sona erince Mustafa Kemal İstanbul'a döndü. Yıllar sonra Zübeyde Hanım oğluyla birlikte yaşamaya başladı. Fakat işgalin gölgesindeki bu birliktelik kısa sürdü.
Bir Mayıs günü oğlu geldi ve yine gitmesi gerektiğini söyledi. Fakat bu defa farklıydı.
Mustafa Kemal şimdiye dek hep askeri görevlere, isyan bastırmaya, düşmanla savaşmaya gitmişti. Bu defa görev bambaşkaydı. Zübeyde Hanım bir defa daha vatanın selameti için didinen oğlunu bilinmezliğe uğurladı.
Zübeyde Hanım'ın tedirginlik ve korkuyla süren hasreti, çok geçmeden katlanılmaz bir dehşete dönüştü. Gazeteler oğlundan hain diye bahsediyordu. Padişah tarafından asi ilan edilmişti. Ana yüreğine ağır geliyordu artık.
Bir defasında oğlunun faaliyetlerine öfkelenen Ermeni komitalar Zübeyde Hanım'ın evini kundaklamaya kalktı. Beşiktaş sporcuları önlem almamış olsaydı, hayatını yitirebilirdi. Artık güvende değildi.
Zübeyde Hanım'ın hasret, özlem, korku ve tedirginliklerle sarsılan kalbi oğlunu idam mahkumu bir kafir ilan eden fetva ilan edildiğini duyduğunda daha fazla dayanamadı. Felç geçirdi. Ölümün kıyısından dönmüştü.
Gözleri iyi göremez olmuştu. Sağlığı gün geçtikte kötüye gidiyordu. Anadolu'da vatanı kurtarmaya çalışan Mustafa Kemal, bir yandan anasının da yitip gitmemesi için çareler üretmek zorundaydı. Bir plan tasarlandı. Zübeyde Hanım gizlice Sakarya'ya götürüldü.
Zübeyde Hanım Sakarya'ya vardığında aylardır görmediği oğlunu karşısında buldu. Dünyalar onundu. Artık yine onunla beraberdi. Birlikte Ankara'ya geçtiler.
Fakat bu kez de düşman kapıya dayanmıştı.
Zübeyde hanım oğlunu bu defa Büyük Taaruz'a göndermek zorundaydı. Mustafa Kemal gitmeden evvel anasına uğrayıp görüştü. Taarruz gizli olacağından çay ziyafetine gideceğini söylemişti ama oğlunu yıllardır savaştan savaşa gönderen Zübeyde Hanım durumu anlamıştı.
Bir kez daha vatanın selameti için oğlunu ateşlerin ortasına gönderiyordu. Ne yapabilirdi ki... Söz konusu vatan olunca anneliğini yaşayamamak kaderi olmuştu. Oğlu cepheye gittikten kısa süre sonra bir mektup yazdı:
Kazanmadan gelme, ben seni beklemeyi de bilirim.
Cepheden gelen zafer haberi Zübeyde Hanım'ı bir başka sevindirmişti. Biricik oğlu vatanı kurtarmıştı. Ona olan özlemin, hasretin karşılığında vatan kurtulmuştu.
Kısa süre içerisinde yanına, İzmir'e gitti. Artık savaş bitmişti. Oğluyla yaşamasının önünde engel kalmamıştı.
Onca isyanın, savaşın, felaketin ardından oğluyla mutlu mesut yaşamak için beklediği esnada kapıyı bu defa ecel çaldı.
Feyzullah kızı Zübeyde, 14 Ocak 1923 günü hayata gözlerini yumdu.
Zübeyde Hanım'ın hasretinin diyetiydi aslında vatanın selameti. Vatan kurtulacaktı ama karşılığında oğluna doyamadığı bir yaşam sürecekti Zübeyde hanım. Bu keskin diyet cenazesinde bile sürdü.
Vatan için çabalayan Mustafa Kemal, annesinin cenazesine katılamadı. Ne büyük gam.
Yıllardır Atatürk'ün yaptığı konuşmalarını okurum. Pek çok konuşmasını okudum. Onun tarzı daima popülizmden uzak, rövanşist olmayan, sakin, bilgilendirici olmuştur. Kitleleri öfkelendirmek için yapılan ucuz şeyleri o yapmamıştır. Daima olgun ve yapıcı sözler etmiş biridir.
Bu yüzlerce konuşma içerisinde Atatürk'ün bir defa farklı bir tarz kullandığını gördüm. O da 12 Ekim 1925 günü Karşıyaka'da yaptığı konuşmadır. Ve Zübeyde Hanım'la ilgilidir.
Atatürk o gün şunları söyledi:
Karşıyakalılar. İzmir'i gördüğüm gün evvela sizin sinenizde yatan anamın mezarını gördüm. Anamın kabrine dedim ki "Seni öldüren mazideki istibdat, sultanlar, halifelerdir." O gün söz verdim ki anamı öldürenlerden bu millet intikam alacaktır.
Arkadaşlar, aldığınız intikamın dereceği kafi değildir. Çok intikamcı olunuz. Düşmanlarımız çoktur. Dost ve düşmanı ayırma alışkanlığı kazanmalısınız.
Atatürk'ün Karşıyaka konuşmasındaki bu tarzı başka hiçbir konuşmasında görmedim. Belki de annesinin yaşadıkları karşısında ilk kez öfkesini dışa vurmuştu. Kim bilir...
Onca düşmana rağmen vatan kurtarmak zor iş.
Vatan kurtaranın anası olmak çok daha zor imiş.
Zübeyde Hanım'ı hürmetle anarken, onun yaşadıklarını hissederek onun açısından bakmanızı istedim. Umarım maksat hasıl olmuştur. Okuduğunuz için teşekkürler.
Onun bağrındaki bitmemiş evlat hasretinin diyetidir bize bu vatan. Allah rahmet eylesin.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Bu mevzudaki asıl tedirginlik kaynağı, cemaatlerin kendi dini anlayışları üzerinden insanları etkileme kaabiliyetlerindeki sonsuz avantajıdır.
Din faktörü çarpıtıldığı vakit Fetö'yü de ortaya çıkarır, el kaide'yi de ışid'i de.. Buna neden olan işte bu kaabiliyettir.
Konuya politik bakanlar ister muhafazakar olsun, ister Kemalist olsun yanlış bakıyor demektir.
Mesela bir Kemalist, cemaatlere gıcık olduğu için bu yurtların kapatılmasını istiyorsa, mevzuyu o da anlamamış demektir.
Şöyle izah edeyim:
Bir üç kağıtçı, kendisine doktor izlenimi vererek sahte muayene ve tedavi adı altında insanları istismar edebilir. Çokça para kazanabilir. Ama bunun bir sınırı vardır. Kimse sahte doktorun lafıyla canlı bomba olmaz.
Faizler inatla düşürüldü. Enflasyon yükseldi. Dolar sıçradı. Zamlar yağmaya başladı. Finans ve ekonomi uzmanları anlam veremedi. Toplum ekonomik güçlüklerle boğuşurken bir anda "Çin Modeli" kurtuluş formülü olarak ortaya çıktı.
Peki Çin modeli nedir? Şimdi bunu konuşalım.
1* ABD, Soğuk Savaş döneminde baş düşman olarak Sovyetler Birliği'ni görüyordu. Liberalizm ve Komünizm adeta iki düşman gibi çarpışıyordu. Çin, o dönemde komünizmi benimsemişti ve Sovyetler'in potansiyel müttefiki gibiydi. Fakat işler öyle gitmedi.
2* Çin'in komünist lideri Mao ile Sovyetler arasında çeşitli sorunlar yaşandı. Detaya girmiyorum. ABD, düşmanı olan Sovyetler'i yalnız bırakabilmek için Çin'le örtülü bir diplomasi geliştirdi. Bu diplomasinin mimarı ünlü stratejist Kissinger'dı.
O mahfillerin kafa yapısını bilmeden, babanın bu cümlesini tam olarak kavramak mümkün değil.
Baba için o mahfil o kadar mukaddes ve yüce ki, uğrunda çocuğunun kafasının kesilmesi bile kabul edilebilir bir kurbandır.
Allah uğruna ölmekle eş tutuyor o mahfili.
Cemaat yurdunda sapıtık bir görevlinin çocuğunun kafasını kesmesini, sırf bu eylem cemaat habitatında gerçekleştiği için kutsallaşıyor. Burada esasen gizli şirk bile olabilir.
Bir de şu var. Cemaat uğrunda ölmesini geçtik, cemaat yurdunda vahşice katledilmesi bile yetiyor.
Bu grup Sergen Yalçın'ın takıma gelmesini baştan istemiyordu. Geçen sezonun başında işler kötü giderken başka hocalarla görüştüler. Sezon sonunda şampiyon olmasına rağmen yeni sözleşme görüşmelerini baltaladılar. Takım kötüye gittiği anda Sergen'e taarruza başladılar.
Bu yöneticiler (ve medya aktörleri) isteselerdi şampiyon takıma ve hocaya destek vererek çok daha başarılı bir ortam yaratılmasını sağlardı. Ama bunun yerine hocaya duydukları karşıtlık nedeniyle şampiyon takımın sezona yeterince hazırlanamamasını tetiklediler.
Bazıları "ama o da alkolu motor kullanıyor" şeklinde savunma yapıyor. Alkollü araç kullanımına yapılacak işlemler belli. Polisin meşru savunma hakkı belirli durumlarda var ama görüntüde bunu gerektirecek şey olmadığı belli.
Görüntülerin başı ve sonu yok evet. Ama kanunda polisin bu şekilde tokat atmasını sağlayacak imkan yok. Yani başında ve sonunda ne olursa olsun bu tokat açıklanamaz.
Bu keyfiyettir. Doğru değildir. Yanlıştır. Buna yanlış demezseniz benzeri sizi bulabilir.
Bu tip hadiseleri çok yönlü değerlendirmek gerekiyor. Polislerin sinirleri çok mu gergin? İş şartları çok mu ağırlaştı? Yoğun çalışmanın getirdiği olumsuzluklar mı var? Yoksa polis, tahrik edildiğinde tokat atacak gücü kendinde buluyor mu? Bana bir şey olmaz düşüncesi mi var?
Ya bu telefoncu amcalar hep 70'lerde girdiği gaz kuyruğundan bahsediyor. Ama arkadaşlarının üzerine bomba atıp günde 20 kişinin ölümüne sebebiyet verip anarşi ürettiklerinden hiç bahsetmiyorlar.
Gençler sokak röportajlarında bu konuda kontralar yapmalı.
Gençlerin kıyafetine göre gelir testi yapan bu telefoncu amcalar 70'lerde bırakılan bıyığa göre ideoloji tespiti yapıp, sevmediklerini sopalıyordu. Şaka değil. Karşı tarafın bıyığı varsa darp ediyorlardı. Hele karşı tarafın gazetesi veya kitabı varsa daha beter ediyorlardı.
Bu telefoncu amcaların küçükleri de 70'lerde abilerine özenip çocuk halleriyle karşı cepheye geçip muhbirlik yapıyordu. Ee çocuk oldukları için şüphelenen olmuyordu.
Şimdi üç kişi yürüdü mü alerji oluyorlar. Ağzını açtıkları anda bu geçmişleri yüzlerine kibarca vurulmalı.