Bu yazılarda Müslüman filozofların (Fârâbî, İbn Sina, Tusi, Icî) bahsettiği "tedbirü'l menzil-tedbirü'l müdün" kavramına dayanıyorum.
Bu filozoflar için ahlâk, bir şehir teorisidir.
"Muhafazakâr" olduğu belirtilen geniş kesimler ise hem Batı kenti ile geleneksel şehiri aynı şey zannettiler, hem de dindarlığın artışının ahlâklı toplumu varlığa çıkarcağı yargısıyla hareket ettiler.
Allah Resulü "Ben ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur. Eğer dindarlıkla ahlâk artsaydı "Ben dindarlığı yaygınlaştırmak için geldim" buyururdu.
"Vay o namaz kılanların haline" buyruğu da dindarlık ile ahlâk arasında fark olduğunu kanıtlar.
Bu bir entelektüel krizdir.
Günümüzde "kültürel hegemonya" adı verilen muhafazakâr aydınların büyük kısmı da "kenti durdurmak imkânsızdır, bizim ütopyalarla işimiz yoktur" diyerek Namık Kemal'in açtığı yolda yürümekte.
Oysa Mescid-i Nebevî'nin zemini topraktır.
İnsanın kendi enerjisi ile hareket edemeyip teknolojiye bağımlı kılınması Batı'da bile akıl-dışı sayılmaktadır.