Dünyanın delisi. Dünya onu ilk böyle tanıdı. Deli bir adam. Kafasına göre yaşayan, kavga etmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen, bu yüzden hapsi boylayan, sonrasında on yıl sürgün cezası alıp İtalya, Napoli’ye giden, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Haçlı Seferleri başladığında
hiç düşünmeden gidip adını orduya yazdıran, İnebahtı Deniz Muharebesi’nde İmparatorluk askerlerine esir düşüp köle olarak çalıştırılan; bütün bunlara rağmen yine de mücadele eden, yine de kavga eden, korkularına yenik düşmeyen bir deli adam..
Miguel De Cervantes yoksul olduğu rivayet edilen, bazı kaynaklarda sağlık memuru, bazı kaynaklarda eczacı olarak geçen bir babanın yedi çocuğundan biri.
1547’de Madrid’in Alcala de Henares bölgesinde doğdu.
Cervantes, 1568’de yirmi bir yaşındayken Madrid’de bir kadın meselesi yüzünden düelloda rakibini ağır bir şekilde yaralar. O dönem kanunlarına göre düello kesinlikle yasaktır ve yapanlara ağır cezalar verilmektedir.
Cervantes’in gıyabında yapılan duruşmada halk önünde sağ elinin bilekten kesilmesine ve on yıl için İspanya Krallığı sınırları dışına sürülmesine karar verilir. Bu durum üzerine Cervantes kaçarak Madrid’den ayrılıp İtalya’ya gider.
Daha sonra, Akdeniz’deki Osmanlı üstünlüğüne karşı İspanya, Venedik, Ceneviz, Papalık ve Malta’nın kurduğu Haçlı Donanması’na katılır. 1571 yılında yapılan İnebahtı Deniz Savaşı sonucunda Haçlı donanması, Osmanlı Devleti’ne karşı bir zafer kazanır,
ancak Cervantes savaş sırasında göğsünden ve sol elinden yaralanır. Tedavisi için Mesina’ya gönderilir ve burada altı ay kalır, fakat sol kolunu bir daha kullanamaz.
Eylül 1575’te Napoli’den İspanya’ya doğru güneş anlamına gelen Sol adlı kadırgayla yola çıkar.
Osmanlı kadırgaları, Cervantes, kardeşi ve kadırgadaki diğer kişileri esir alıp Cezayir’e götürür.
Birkaç kaçma girişiminde bulunduysa da başarılı olamadı ve beş yılını Cezayir’de geçirmek zorunda kaldı.
Dördüncü kaçış denemesinden sonra Cervantes’in diğer esirlerle beraber İstanbul’a götürülmesine karar verildi. Ancak o sırada Cezayir’de bulunan Teslis tarikatına bağlı Fray Juan Gil ve Antón de la Bella adlı keşişler, Cervantes için belirlenen fidyeyi ödeyerek yazarı kurtardılar
Tüm zamanların en çok okunan eserleri arasında yer alan Don Kişot’un da söz konusu esaret yıllarından sonra kaleme alındığı biliniyor.
Ocak 1605’te yayımlanan Don Quijote (Don Kişot) tam adıyla El ingenioso Hidalgo Don Quijote de la Mancha (Mançalı Becerikli Beyzade Don Kişot)
üç haftada üç baskı yapacak kadar tutuldu, yazarının adını önce İspanya’ da sonra Fransa, İngiltere, İtalya, Portekiz gibi şövalyelik geleneği olan ülkelerde geniş okur yığınlarına tanıttı. Bu dönemde Lemos kontunun para desteğine kavuştu, geçim kaygısından uzak bir yaşam sürdü.
Dünya çapındaki etkili olan eser birçok operaya konu oldu, senfonik şiir olarak bestelendi (Richard Strauss, 1898); resimlenerek birçok ayrı basımla halka sunuldu (özellikle G. Dore, 1863, 114 levha, 256 süs);
en ünlü sanatçıların desenlerine yol açtı (Picasso, Cocteau, Doli, Buffet, Goya, Daumier) Madrid alanlarındaki bir grup bronz heykel olarak canlandırıldı; ayrıca birkaç bale eseri de ondan doğdu.
Eserde yazarın kendi hayatıyla alay ettiği ve kahramanla aralarında çokça benzerlikler olduğu görülür. Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden biridir ve 38 dile çevrilmiştir.
1600’lü yılların başlarında yazdığı tahmin edilen Oviedolu Katalina Sultan,
yazarın İstanbul ve Topkapı Sarayı hakkında bilgilerin en çok yer aldığı eseridir.
Bazı kaynaklarda belirtilen Cervantes’in İstanbul’da esir olarak kaldığının düşünülmesine neler sebep olmuştur?
İlk başta eserlerinde yarı otobiyografik anlatının gerçek yaşam öyküsünün önüne geçmesi en büyük etken olarak görülmektedir. Cervantes Cezayir’deki esirlik hayatını Don Quijote’nin Otuz Dokuzuncu Bölümünde kurgu ile İstanbul sahnesinde sergiler.
Don Kişot’un usta yazarının İstanbul’a esir olarak geldiği ve 1578 -1580 yılları arasında Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camisi’nin inşaatında çalıştırıldığı rivayet edilir.
Bu iddia, bugüne dek hiçbir akademik yayınla desteklenmedi .
Keşişler tarafından kurtarılması da Kılıç Ali Paşa Camisi’nin tamamlandığı zamana denk geliyor.
Cervantes'in İstanbul’da bulunmadığını iddia edenlere göre, özellikle Kutsal Teslis tarikatından Juan Gil ve Anton de la Bella’nın fidye için tuttukları evraklardan
Cervantes’in Cezayir’de tutsak olarak bulunduğunu anlıyoruz.
Bulunsa idi bu durumun eserlerindeki ağrılığı daha fazla olurdu.
Araştırmacılara göre Cervantes, İstanbul’a hiç gitmemiş bile olsa İstanbul’la ilgili pek çok şeyi Cezayir’deki esirlik yıllarında
denizcilerden duymuş ve buna göre kurgulamış olabilir.
Alaycı mizah anlayışı, ahlaki mesaj kaygısı gütmemesi ve karakterlerinin psikolojik dünyalarını yansıtması ile yenilikçi bir tarzda yazdı.
Cervantes romanında olayları birbirine bağlamakla kalmadı, aynı zamanda karakterlerinin duygu dünyalarını araştıran ilk batılı yazarlar arasında yer aldı.
Cervantes’in Don Kişot ile kazandığı başarı, aslında bir yazar olarak öteki eserlerini gölgede bıraktı.
Çağı geçmiş bir ülküyü kitaplar dünyasında edinerek düşleriyle besleyen yaşlı soylu Don Kişot, şövalyelik görevleriyle, haklıyı, doğruyu, güzelliği savunmak amacıyla, uyduruk araç gereçlerle donanmış olarak yollara düşer.
Toplumun yeni koşulları içinde dövülür; alay edilir, hor görülürse de şanlı bir geçmişin düşleriyle bezediği yüce bir geleceğe bağlılık duygusuyla ölünceye kadar ülküsünün yolundan vazgeçmez.
Atı (Rocinante), sevgilisi (köylü kadın Dulcinea), yoldaşı gerçekçi Sancho Panza ile geçirdiği serüvenler dizisi (yeldeğirmenleriyle savaş Mambrino’nun miğferini bulma sanısı, Camacho’nun evliliği, Barataría Adası…)
Evliya Çelebi hakkında şöyle yazar:
“İstanbulun izdiham ve güzide yerinde Ali Osmanın hazinei azimi bir bezazistandır ki güya Kal’ai Kahkaha’dır”
Herhangi bir alışveriş kültüründen çok daha fazlasını barındırır Yüzyıllardır popülaritesini yitirmemesinin nedeni de aslında budur
Kapalıçarşı sadece İstanbul’un değil, dünyanın da en büyük ve en eski çarşılarından biri.
Kapalıçarşı’nın inşası için ilk çalışmalar 1455-56 yılı kışına, yani Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan hemen sonrasına dayanıyor.
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalı Çarşı, üzeri kubbelerle örtülü bir alışveriş pazarıdır. Geçmişteki adı “Çarşu-yı Kebir” olarak ta bilinen bu tarihi alanın ana omurgasını iki bedesten oluşturur.
1991 yılında bir çiftçi, Vietnam’daki Phon Nha-Ke Bang Milli Parkı’nda daha önce keşfedilmemiş bir mağara olduğunu fark eder.
Mağaranın girişinden garip bir su sesi geliyordu.
Çiftçi bu gürültüden korkunca, mağaranın içine girmekten vazgeçer.
Khanh geri döndüğünde mağaranın yolunu bulamayınca bu doğal güzellik 18 yıl daha saklı kalmış. İşin ilginci ormanda yiyecek ararken kaybettiği girişi gören çiftçi mağarayı tekrar bulan kişi de olmuş.
Bu tarihten sonra İngiliz Mağara Arama Organizasyonu BCRA araştırmaları başlamış
Hang Son Doong 2010 yılında ara kesitine göre dünyanın en büyük mağarası unvanını almış.
5 kilometre uzunluğunda ve 200 metre yüksekliğindeki ana mağaraya 40 katlı bir bloğu sığdırmak mümkün.
Tarihin başından beri, insanoğlu her zaman düşüncelerini aktarmanın ve kaydetmenin yollarını ve bunları nasıl daha ileriye götüreceğini araştırmış, en yaygın hali olan yazıya başvurmuşlardır.
İnsanlar yazı yazmak için kağıttan önce kil tablet, papirüs, parşömen, kaplumbağa kabuğu, ahşap tablet, bambu çubuğu, palmiye yaprağı ve ipek kumaş gibi birçok farklı malzeme kullanmıştır.
M.Ö. 4000 , Eski Mısırlılar bizim bildiğimiz şekliyle kağıt benzeri ilk maddeyi bulmuşlardır. Papirüs denen bir madde dokunarak hasır haline getirilmiş saz kamışlarının dövülerek sert ve ince bir sayfa haline getirilmesiyle oluşmuştur.
Hem sanatta hem de bilimde eşsiz yeteneklere sahip idi.
Aynı zamanda Anotomi ile de ilgili idi.
İnsan bedeninin kusurluğu ve barındırdıkları oran onu yakından ilgilendiriyordu.
Onun günlüklerinden birinde bulunan, çizdiği bir eskiz bu konudaki görüşlerini ortaya koymaktadır.
“Vitruvius Adamı”
Dahi bir mimar olan Vitruvius Pollio’nun (MÖ.80-15) bir eserinde açıkladığı oranlardan esinlenerek yapıldığı için bu isimle anılır.
Leonardo da Vinci ilk kez 1480’lerin sonlarında insan vücudunun oranları, anatomi ve fizyoloji konularında
kapsamlı çalışmalara başlamıştı. 1489’da ‘İnsan Figürü Üzerine’ adlı bir kitabın hazırlıklarına başladı. Kitabı bitirememişti ancak bu projesi için çeşitli çizimler yapmıştı. Oturmuş ve diz çökmüş bedenlerin oranlarını incelemeye başladı.
1960’lı yıllar, ülkemizde batı müziği eserleri, oldukça zengin, doyurucu ve örnek ölçeklerde temsil edilir.
Ankara Opera ve Balesi de kendi kulvarında saygın bir teşkilat olarak bilinen, batı ülkelerinde opera sanatı ile ilgilenenlerin sahnesine çıkmak istediği bir dünyadır.
İtalyan Büyükelçiliği, kurumun ileri gelenlerine İtalya’da yeni yeni ünlenen bir sesten bahseder, Luciano Pavarotti..
Gerekli görüşmelerden sonra Luce, La Boheme müzikalinde Rodolfo karakterini canlandırmak için 1963 yılında Ankara’ya gelir.
Bu gelme eyleminden yıllar sonra La Stampa gazetesine verdiği röportajında üstat, kelimesi kelimesine şunları söylemiştir ;
“Mesleğime Ankara Operası’nda başladım diyebilirim.
La Boheme operası ile sahneye çıktım ve coşku ile selamlandım.
Sekiz bin yıllık serüven dolu yolculuğunda insanoğlunun ufkunu açmış, tutkularını alevlendirmiş, kimi zaman üzüntüye boğmuş, kimi zaman da karşılaştığı felaketlerin reçetesi olmuş.
Anadolu’nun kadim halklarının kültürünün bir parçasıdır.
“Ve Nuh çiftçi olmaya başladı ve
bir bağ dikti ve şaraptan içip
sarhoş oldu.”
Tekvin (yaratılış 9: 20,21)
Nuh Peygamber’e atfedilen bir efsanede, Nuh Peygamber, tufandan sonra hayvanları ile Ağrı Dağı eteklerinde yaşamaya başlar.
Karınlarını doyurmak üzere civarda dolaşan hayvanlardan keçinin, bir gün olağanüstü neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince Nuh Peygamber keçisinin peşinden giderek, bu durumun yediği bir meyveden kaynaklandığını keşfeder.