Evliya Çelebi hakkında şöyle yazar:
“İstanbulun izdiham ve güzide yerinde Ali Osmanın hazinei azimi bir bezazistandır ki güya Kal’ai Kahkaha’dır”
Herhangi bir alışveriş kültüründen çok daha fazlasını barındırır Yüzyıllardır popülaritesini yitirmemesinin nedeni de aslında budur
Kapalıçarşı sadece İstanbul’un değil, dünyanın da en büyük ve en eski çarşılarından biri.
Kapalıçarşı’nın inşası için ilk çalışmalar 1455-56 yılı kışına, yani Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan hemen sonrasına dayanıyor.
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalı Çarşı, üzeri kubbelerle örtülü bir alışveriş pazarıdır. Geçmişteki adı “Çarşu-yı Kebir” olarak ta bilinen bu tarihi alanın ana omurgasını iki bedesten oluşturur.
1460 yıllarında inşasına başlanan ilk bedestene Cevahir ismi verilmiştir.
Zamanla tüm bölgenin en önemli ticari merkezi haline gelen, İstanbul’un en zengin esnaflarına ev sahipliği yapan, Dünyanın her yerinden gelen mücevherlerin ve kıymetli takıların ticaretinin yapıldığı
Kapalıçarşı, bu yıllarda bir banka ve finans merkezi gibi de hizmet vermiştir. Aynı zamanda İstanbul’u ve Avrupalıların gözündeki Doğu yaşamını en iyi biçimde yansıtan yerlerden biri olarak görülmesi nedeniyle çok sayıda seyahat kitabında ve ressamların tablolarında yer etmesi
Kapalıçarşı’nın tarihi ve kültürel önemini de kanıtlamakta.
Kapalıçarşı, 45.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulu ve tam 3.600 dükkanı barındırıyor.
64 cadde ve sokağı , iki bedesteni , 16 hanı , 22 kapısı vardır.
Bedesten ve Çarşı , 4. Mehmet zamanındaki 20 Kasım 1651 Tarihli yangından başlayarak 26 Kasım 1954 Tarihindeki yangına kadar 20’yi aşkın deprem ve yangın felaketine maruz kalmış , 1894 depreminden sonra yapılan tadilatlarla bugünkü halini almıştır.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’deki anlatımına göre 17. yüzyılın ortalarında Kapalıçarşı’da 4399 dükkan , 2195 oda , 497 tane dolap denilen küçük dükkan , iki lokanta , on iki hazine dairesi , bir cami , on mescit , bir hamam , 19 çeşme , sekiz tulumbalı kuyu , 24 han ,
bir mektep ve bir türbe vardı. Bugün dükkan ve han sayısının o zamandan daha az oluşunun sebebi daha önce Çarşı içinde bulunan Sarnıçlı Han , Paçavracı Han , Alipaşa Cami Han , Yolgeçen Han , Tığcılar Sokak , Örücüler Sokak ve Çadırcılar Caddesi gibi bazı han ve
sokakların 1894 depreminden sonra başlayan ve 1898 yılında biten tadilat esnasında Çarşı’nın dışında bırakılmış olmasıdır.
Ülkedeki diğer kapalı çarşılardan ayrılması için , bugünkü Grandbazaar ifadesi gibi Çarşu-ı Kebir , yani Büyük Çarşı olarak anılırdı.
Kapalıçarşı’nın cadde ve sokakları o zaman aynı işi yapan insanların toplandığı yerler olduğu için Kalpakçılar , Kuyumcular , Aynacılar , Fesçiler , Yağlıkçılar gibi iş kollarına göre isim almıştır.
Kapalı Çarşı sadece alışverişin yapıldığı bir merkez değildir ve bazı başka işlevleri de vardır. Örneğin değerli eşyaların güvenle saklandığı bir emanetçidir burası. Bankaların olmadığı devirlerde eşyalar bedestende ücret karşılığı kaydedilip kilitlenirdi.
Kimi eşya burada bir sebepten unutulursa, sahiplerine teslim edilemediği hallerde yıllarca sandıkta çürüyene kadar dururdu.
Demir kasalarda tacirler; sermaye, tasarruf ve mücevher gibi birikimlerini, loncalarda kayıt ve sicil belgelerini saklamışlardır.
Time dergisinin 2014’te yayımladığı rapora göre, yıllık 91,250,000 ziyaretçisiyle Kapalıçarşı, dünyada en çok ziyaret edilen turistik yer unvanına sahip.
Avrupa’dan gelen gezginlere göre bu büyüleyici çarşı, 19. yüzyılın ilk yarısına kadar, satılan ürünlerin çeşitliliği,
bolluğu ve kalitesi konusunda rakip tanımıyordu.
Evliya Çelebi Kapalıçarşı esnafını 1640’lı yıllarda şöyle tanımlamış:
“İstanbul’un kalabalık ve seçme yerinde, Osmanoğulları’nın büyük hazinesidir ki güya kahkaha kalesidir.
Bütün sefere gidenlerin, vezirlerin ve ayanın malları buradadır ki yeraltında nice yüz demir kapılı mahzenleri vardır. Doğuya açılan kuyumcular kapısı vardır ki bu kapı üzerinde kanatlarını açmış korkunç bir kuş sureti vardır.
Bu sureti kapıya nakşetmekteki amaç şuydu: Kazanç denilen şey havaya uçan vahşi bir kuştur. Eğer bu kuşu nezaketle avlayabilirsen bu bezistanda kar edebilirsin!”
Mısır Çarşısı 17. Yüzyıl tarihçileri tarafından ‘’Yeni Çarşı’’ ve ‘’Valide Çarşısı’’ adları ile anılmıştır. Ancak buradaki dükkanlar da satılan malların çoğunlukla Mısır’dan gelen mal ve baharatlar olması nedeniyle 18. Yüzyılın ortalarından itibaren ‘’Mısır Çarşısı’’ ismi ile
anılmaya başlandığı görülmektedir.
1874 tarihli Edmondo de Amicis’in İstanbul seyahatnamesinde Mısır Çarşısı şu şekilde anlatılmaktadır; ‘’İçeriye girer girmez, insanın burnuna öyle keskin bir nebat kokusu çarpar ki, neredeyse gerisin geri dönülür.
Burası, Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen her türlü baharatın dolanarak, odalıkların ellerini yüzlerini boyayan, evlere, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, asabi paşalara kuvvet kazandıran, muhteşem şehre hayal,
sarhoşluk ve keyif dağıtan esans, hap, toz, merhem haline döndüğü Mısır Çarşısı’dır. Çarşıda biraz yürüyünce insan sersemlemeye başlar ve hemen uzaklaşır oradan; fakat bu sıcak ve ağır havayla, sarhoş edici kokuların tesiri, açık havaya çıkınca bile,
bir müddet devam eder ve zihninizde Şark’ın en mahrem ve en manalı izlerinden biri olarak dipdiri kalır. "
Mısır Çarşısı’ndaki dükkanlar ilk inşa edildiğinde günümüzdeki gibi olmayıp, iki bölümden oluşmaktaydı. Dükkanların ön bölümünde ahşap peyke halinde, satış yapmaya ve
drog kaplarını sıralamaya yarayan bir kısım, arka bölümde ise depo ve imalathane olarak kullanılan bir oda yer almaktaydı
Bazı dükkanların saçaklarında, dükkanın kolaylıkla tanınmasını sağlayan, bir sembol (yangın kulesi, küçük bir kayık, devekuşu yumurtası, makas, püskül gibi)
bulunmaktaydı. Bu semboller sayesinde halk istediği aktar dükkanını kolaylıkla bulurdu. Dükkânların kapılarının üzerinde bulunan bu işaretler bir gemi modeli, devekuşu yumurtası, püskül ya da fener işaretleri olabilmekteydi.
Bu tür işaretlerin konulmasının amacı bir kişi Mısır Çarşısı’ndan bir mal alır ve onu beğenmezse nereden aldın diyenlere, ‘’Mısır Çarşısı’ndan fenerli veya yumurtalı dükkandan’’ diyebilmek içindi.
Dünyanın delisi. Dünya onu ilk böyle tanıdı. Deli bir adam. Kafasına göre yaşayan, kavga etmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen, bu yüzden hapsi boylayan, sonrasında on yıl sürgün cezası alıp İtalya, Napoli’ye giden, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Haçlı Seferleri başladığında
hiç düşünmeden gidip adını orduya yazdıran, İnebahtı Deniz Muharebesi’nde İmparatorluk askerlerine esir düşüp köle olarak çalıştırılan; bütün bunlara rağmen yine de mücadele eden, yine de kavga eden, korkularına yenik düşmeyen bir deli adam..
Miguel De Cervantes yoksul olduğu rivayet edilen, bazı kaynaklarda sağlık memuru, bazı kaynaklarda eczacı olarak geçen bir babanın yedi çocuğundan biri.
1547’de Madrid’in Alcala de Henares bölgesinde doğdu.
1991 yılında bir çiftçi, Vietnam’daki Phon Nha-Ke Bang Milli Parkı’nda daha önce keşfedilmemiş bir mağara olduğunu fark eder.
Mağaranın girişinden garip bir su sesi geliyordu.
Çiftçi bu gürültüden korkunca, mağaranın içine girmekten vazgeçer.
Khanh geri döndüğünde mağaranın yolunu bulamayınca bu doğal güzellik 18 yıl daha saklı kalmış. İşin ilginci ormanda yiyecek ararken kaybettiği girişi gören çiftçi mağarayı tekrar bulan kişi de olmuş.
Bu tarihten sonra İngiliz Mağara Arama Organizasyonu BCRA araştırmaları başlamış
Hang Son Doong 2010 yılında ara kesitine göre dünyanın en büyük mağarası unvanını almış.
5 kilometre uzunluğunda ve 200 metre yüksekliğindeki ana mağaraya 40 katlı bir bloğu sığdırmak mümkün.
Tarihin başından beri, insanoğlu her zaman düşüncelerini aktarmanın ve kaydetmenin yollarını ve bunları nasıl daha ileriye götüreceğini araştırmış, en yaygın hali olan yazıya başvurmuşlardır.
İnsanlar yazı yazmak için kağıttan önce kil tablet, papirüs, parşömen, kaplumbağa kabuğu, ahşap tablet, bambu çubuğu, palmiye yaprağı ve ipek kumaş gibi birçok farklı malzeme kullanmıştır.
M.Ö. 4000 , Eski Mısırlılar bizim bildiğimiz şekliyle kağıt benzeri ilk maddeyi bulmuşlardır. Papirüs denen bir madde dokunarak hasır haline getirilmiş saz kamışlarının dövülerek sert ve ince bir sayfa haline getirilmesiyle oluşmuştur.
Hem sanatta hem de bilimde eşsiz yeteneklere sahip idi.
Aynı zamanda Anotomi ile de ilgili idi.
İnsan bedeninin kusurluğu ve barındırdıkları oran onu yakından ilgilendiriyordu.
Onun günlüklerinden birinde bulunan, çizdiği bir eskiz bu konudaki görüşlerini ortaya koymaktadır.
“Vitruvius Adamı”
Dahi bir mimar olan Vitruvius Pollio’nun (MÖ.80-15) bir eserinde açıkladığı oranlardan esinlenerek yapıldığı için bu isimle anılır.
Leonardo da Vinci ilk kez 1480’lerin sonlarında insan vücudunun oranları, anatomi ve fizyoloji konularında
kapsamlı çalışmalara başlamıştı. 1489’da ‘İnsan Figürü Üzerine’ adlı bir kitabın hazırlıklarına başladı. Kitabı bitirememişti ancak bu projesi için çeşitli çizimler yapmıştı. Oturmuş ve diz çökmüş bedenlerin oranlarını incelemeye başladı.
1960’lı yıllar, ülkemizde batı müziği eserleri, oldukça zengin, doyurucu ve örnek ölçeklerde temsil edilir.
Ankara Opera ve Balesi de kendi kulvarında saygın bir teşkilat olarak bilinen, batı ülkelerinde opera sanatı ile ilgilenenlerin sahnesine çıkmak istediği bir dünyadır.
İtalyan Büyükelçiliği, kurumun ileri gelenlerine İtalya’da yeni yeni ünlenen bir sesten bahseder, Luciano Pavarotti..
Gerekli görüşmelerden sonra Luce, La Boheme müzikalinde Rodolfo karakterini canlandırmak için 1963 yılında Ankara’ya gelir.
Bu gelme eyleminden yıllar sonra La Stampa gazetesine verdiği röportajında üstat, kelimesi kelimesine şunları söylemiştir ;
“Mesleğime Ankara Operası’nda başladım diyebilirim.
La Boheme operası ile sahneye çıktım ve coşku ile selamlandım.
Sekiz bin yıllık serüven dolu yolculuğunda insanoğlunun ufkunu açmış, tutkularını alevlendirmiş, kimi zaman üzüntüye boğmuş, kimi zaman da karşılaştığı felaketlerin reçetesi olmuş.
Anadolu’nun kadim halklarının kültürünün bir parçasıdır.
“Ve Nuh çiftçi olmaya başladı ve
bir bağ dikti ve şaraptan içip
sarhoş oldu.”
Tekvin (yaratılış 9: 20,21)
Nuh Peygamber’e atfedilen bir efsanede, Nuh Peygamber, tufandan sonra hayvanları ile Ağrı Dağı eteklerinde yaşamaya başlar.
Karınlarını doyurmak üzere civarda dolaşan hayvanlardan keçinin, bir gün olağanüstü neşeli döndüğünü görür. Bu hal günlerce devam edince Nuh Peygamber keçisinin peşinden giderek, bu durumun yediği bir meyveden kaynaklandığını keşfeder.