(T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı verilerine göre)
2017 yılında kentsel alanlarda yaşayan nüfus oranı; Türkiye’de %74,4, AB-28 ülkelerinde ise %76,4 olup, bu oranlar dünya ortalaması olan %54,3'ün oldukça üzerindedir
Türkiye'de gençlik ister istemez tarıma, zanaata, hayvancılığa, esnaflığa dönecek.
Gençler okuma sürecinde 70.000 TL borçlanıp ailesine de 150.000 TL para harcattığını görecek.
Türkiye'de gençlere "kitap okuyun, film seyredin, kafelerde aydınlanın" kampanyaları yapılıyor.
Borçlanıyorsunuz gençler.
Covid-19 ile yeni bir dünya kuruldu.
Mühendis olmuşsun çobandan az maaş alıyorsun.
Oysa baban da çobandı.
Ankara'da ortalama sıfır daire 450 bin TL.
Genç adam/kadın bu daireyi alamaz. "Okuyacağım adam olacağım" derken yaş 27 oldu, öğrenim kredisi 50-60.000 TL oldu.
15 yıl borçlanıp konut kredisi çeksen ayda 7.000 TL ödeyeceksin.
Bu taksiti ödemen için en az 15.000 TL maaş lâzım
Türkiye'de muhafazakâr ailelerin tamamı kentleşme sürecine kültürel olarak yenilmiştir.
Evlatlarını maaşlı kesim içinde yer almak için yetiştiren muhafazakârlar topraklarını, çiftçiliklerini, zanaatlarını ve tabiî ki yüzlerce yıllık mesleklerini kaybetmiştir.
Muhafazakârlar kentleşmeyi kendileri istediler.
Akılları sıra bankadan kredi çekecek (ne de olsa enflasyon oranında faiz, caiz idi), her yıl artan maaşları ile sabit kalan 10-15 yıllık borçlarını ödeyeceklerdi.
Evlatlarını "karı-koca çalışıp borcu öderler" diyerek evermişlerdi.
Muhafazakârlık 1980-2000 arasındaki gelecek tasavvurunu 2000-2020 arası kaybetti.
Çünkü 2000'lerden sonraki yeni jenerasyon artık evlenme--> konut borçlusu olma denklemini reddediyordu.
Eğitime daha fazla ağırlık verildi. Bu ise mezun yığılması ve rekabet demekti.
Muhafazakârlık kentleşerek kamusal alandaki servet bölüşümü kavgasında güçlü çıkacağını zannetti.
Oysa kentleşme son 5 yıllık süreçte muhafazakârlarda "idealleri kaybetme" etkisi yaptı.
2015'ten beri muhafazakâr kesimde dindarlık, kendini ahlâk değerlerinden arındırdı.
Muhafazakâr kesimde "ahlâk felsefesi" hakkında yazan aydın çevre bulunmuyor. Bu kesim, ahlâkı doğru sözlü olmak + emanetleri sahiplerine vermek olarak almak istemedi. Cinsellikle ilişkilendirdi
Nurettin Topçu'dan sonra dindar kesimde "ahlâk" sadece söylemsel olarak ele alındı.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
İsmet Özel'in "Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında bir peygamber vardı" ifadesi aslında İslâm tarih felsefesini tamamen değiştirecek bir ifade olduğu halde pek çok okuyucusu için "bu metin istisnai bir metindir, ona takılmayın" şeklinde değerlendiriliyor.
İsmet Özel "Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında bir peygamber vardı" demekle İslâm tarih felsefesi açısından bir hususu ikrar etmiş oldu:
Hz. Peygamber'den önceki peygamberlere kavimlere gönderilir.
İsmet Özel Asya bozkırlarında "Türk" adında birileri vardı ve muhtemelen onlar bir peygambere intisap etmişlerdi demekle aslında Hz. Peygamber öncesi bir Türklüğü de zımnen kabul etmek zorunda kalmıştır.
İsmet Özel "Bir İstiklâl Yürüyüşü" kitabında Türklere Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında bir peygamber gelmiş olabileceğini yazarak "töre"ye de vurgu yaptı.
Böylece Türk'ün "soy Türklüğü" olarak da ele alınabileceğini ima ederek Kalın Türk kitabıyla çelişti.
İsmet Özel, "İsa (as) ile Hz. Muhammed (asv) arasında bir peygamber vardı" diyerek Türk'ün SOY - Kavim olabileceğini yazmış ve Kalın Türk kitabıyla çelişmiştir.
(Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü c: I, 2012: 422-423)
İsmet Özel bir de şunu yazmıştır:
"Asya bozkırlarında yaşayan bazı insanlara çok eskiden beri Türk denirdi (...) Bazıları derler ki: Türk kelimesi török'ten geliyor. Ben bu fikre rağbet ediyorum. Töresi olan demek."
İsmet Özel bu görüşle Türkçenin tarihini 2000 yıla çıkarıyor.
Batılı bilgi disiplini covid-19 karşısında çaresiz ise, bu çaresizlik onun yerleşme düzeninden yani kent sisteminden kaynaklanıyor. Geleneksel toplumda bir hastalık/salgın lokal karantinalarla atlatılabiliyordu.
Yok eğer covid-19 bir laboratuvarda "imal edilmiş" ise Batılı bilgi disiplini daha büyük töhmet altındadır. Çünkü böyle bir durumda pandemi küresel ölçekte bir soykırıma dönüşmüş oluyor.
Bu arkadaş "dövizin baskılanmasının Türkiye'de üreticinin üretimden kopmasına neden olduğu"na dair görüşümü yaptığı yorumla "gömmüş".
"Tarıma uygun konumuyla birçok avantajı barındıran Türkiye, temel tarımsal ürünlerde bile ithalatçı bir ülke hâline getirilince, “geçinemez olan” çiftçi, “kentlere göçerek” köyleri, tarlaları boşalttı." gozlemgazetesi.com/HaberDetay/253…
2000 yılında 94 milyon dönüm buğday ekim alanına sahip Türkiye’de bu rakam 2014’te 74 milyona geriledi. 2002 yılındaki buğday üretimi 69 milyon nüfusa karşılık 19,5 milyon ton iken 2014 yılında bu üretim nüfus artışına rağmen 19 milyon tonda kaldı. gozlemgazetesi.com/HaberDetay/253…