“Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da. Oysa benim gibi bir öğretmeni, öğrencilerinden, ailesinden, yakın dostlarından başka kim anımsayacaktır?"
85 yıllık ömrüne, muhteşem bir yaşam sığdırdı Mina Urgan. Çok varlıklı zamanlar da yaşadı, malın mülkün tükendiği ama muhabbetin tükenmediği zamanlar da.
1 Mayıs 1915 tarihinde İstanbul‘da dünyaya Şefika-Tahsin çiftinin kızları olarak dünyaya gelmiştir.
Adalar Şairi ve oyun yazarı olan babası Mina 4 yaşındayken ölür.
Şarap kadehi anlamına gelen Mina ismini ona babası vermiştir.
Babasının ölümünden sonra annesi Yazar Falih Rıfkı Atay ile evlenmiştir.
Hayatındaki en önemli insan, namazında niyazında bir Müslüman olduğu halde, dinsiz olduğunu bildiği kızına hiç baskı yapmayan annesi Şefika’dır. Kendi ifadesiyle “kişiliği hiç ezilmeden büyüyebilmesini Şefika’ya borçludur”.
Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeki öğreniminden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi bölümünü bitirdi.
Aynı fakültenin İngiliz Filolojisi bölümünde Doktorasını da yapan Urgan,
“Elizabeth Devri Tiyatrosunda Soytarılar” isimli çalışmasıyla 1949‘da Doçent unvanını aldı.
1960’ta profesör unvanını kazanır, 1977’de de emekli olur.
Tek bir evlilik yapar Mina Urgan; aktör ve film yapımcısı Cahit Irgat ile evlenir. Mustafa ve Zeynep adlarında iki çocuğu olur.
Soyadını kendi seçmek arzusunda olan yazar, solcu olduğu için günün birinde nasıl olsa asılacağını dile getiren Necip Fazıl Kısakürek'ten esinlenmiş ve Urgan olarak değiştirmiştir.
İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı çalışması 1986'da yayımlanan Urgan, Thomas Moore, William Shakspeare, Virginia Woolf üstüne yaptığı çalışmaları ile düşünce dünyasında ki başarı çıtasını yükseltmiştir.
1995'de Virginia Woolf, 1997‘de, D. H. Lawrence İncelemesi adlı kitapları yayımlanmıştır.
83 yaşına geldiğinde anılarını yazdı.
Onlarca baskı yapıp, ‘best-seller’ listesine girdi.
Bir Dinozorun Anıları 60, Bir Dinozorun Gezileri ise 66 baskı yapar ve uzun süre en çok satan kitaplar listesindeki yerini korur.
Kitaplarının bu kadar çok satması,
“Acaba çok mu bayağı yazıyorum?
Yanlış bir şey mi yaptım, kötü mü yazdım ki bu kadar çok satıldı?” diye de sorar kendine.
(Bir Dinozorun Anıları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın sakıncalı kitaplar listesindedir.)
Kitabı okuyanlar Mina’nın, Mustafa Kemal’le vals yaptığını,
Büyükada’da sürgünde olan Troçki, teknesinde balık tutarken yanına kadar yüzdüğünü, Nazım Hikmet’i gördüğünü, Sait Faik ile rakı içtiğini ve üniversitede
Halide Edip’in asistanlığını yaptığını öğrenirler.
Mîna Urgan, Bir Dinozorun Gezileri’nde de Anadolu, Paris, İngiltere, İtalya, Sovyet Rusya ve Amerika maceralarını aktarır.
Bu gezilerin en önemli tarafı, az bir parayla yapılmış olmasıdır.
Tüm kitapları önemlidir, değerlidir ama Edebiyatta Ütopya Kavramı ve Thomas More adlı çalışmasının yeri ayrıdır.
Thomas More o kadar önemli bir figürdür ki Mina Urgan için, ondan “sevgilim” diye söz eder.
Bir kulübenin önünde gördüğü köylü kızı, kendisiyle karşılaştırarak şu şekilde ifade eder:
“Benim ben olmam, yabancı diller bilmem, üniversitede okumam, kültürlü sayılmam kendi marifetim değil, bir rastlantının sonucuydu sadece. O talihsizdi, ben talihliydim, işte o kadar.
Kendimi bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığının bir ürünüydüm sadece.”
Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran ile aynı yola baş koymuş, aynı dava uğruna mücadele vermiştir.
Kendi açısından ‘dinozorluk’ gurur verici bir şeydir, zira yaşadığı çağ köşeyi dönmeyi, adaletsizliği, sıradanlığı ve çirkinliği yüceltip, tüm insani değerleri ayaklar altına alır. Dinozor da, Mina Urgan için nesli tükenmiş bir hayvan değil,
başkaldırının, direnişin, kaybolan insani değerleri taşımanın simgesi olur.
Urgan, akademik çevrelerce Türkçeye ve İngilizceye olan hakimiyetiyle, edebiyata kazandırdıkları sebebiyle duayen olarak kabul edildi.
1993 Altın Kitap Ödülü'nü, Virginia Woolf'la 1995 Sedat Simavi Vakfı Onur Ödülü'nü ve 1996 Edebiyatçılar Demeği Onur Ödülü'nü aldı.
15 Haziran 2000 yılında ardında birçok önemli çalışma ve kitap bırakarak hayata gözlerini yumdu.
Ölmeden yaklaşık bir sene önce bir röportajında ”İnsanların genç yaşta olduğu bir dünyada, daha fazla yaşamak onlara haksızlık gibi geliyor. Zaten yaşayacağımı yaşadım ben.” der.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da doğum oranı son derece düşmüş, erkek nüfusu önemli ölçüde azalmıştı. Yasa dışı olmasına rağmen kürtaj yaptırılabiliyordu.
Heinrich Himmler 1935 yılında, amacı “Ari Irk”ın nüfusunu artırmak olan
Nazi SS Irkı ve Yeniden Yerleştirme Ofisi şemsiyesi altında, Lebensborn adlı organizasyonu kurdu.
(Türkçesi Yaşam Kaynağı )
Program üç aşamadan oluşuyordu. Birincisi, “Irk bakımından değerli” olan tüm kadınları, evli olsunlar ya da olmasınlar, mümkün olduğunca çok
çocuk yapmaya teşvik eden yoğun bir halkla ilişkiler kampanyasıydı. Almanya’nın her yerinde, çoğunlukla Yahudilere ait dinlenme tesisleri ve villalara el konularak, kızların hamileliklerinde gidip gizlice ve güvenle doğum yapabilecekleri doğum evleri kurulmuştu.
1916 yılında Belçikalılar Ruanda yönetimini ele geçirdiler ve I. Dünya Savaşı sonrasında Ruanda Belçikalıların mandası haline geldi.
Belçikalılar Ruanda’daki insanları burun yapıları, göz ölçüleri gibi anatomik farklılıklarını göz önünde bulundurarak ve
kimlik kartları oluşturarak toplumu Hutu ve Tutsi ırkları olmak üzere ikiye ayırdılar.
Aslında Tutsiler ve Hutular arasındaki kutuplaşma sömürgecilik dönemlerinden önce başlamıştı.
Tutsi kralı Rwabugiri’nin uyguladığı politikalar Tutsilerle Hutular arasındaki
etnik farklılaşmayı arttırmıştı fakat Belçika’nın uygulamalarıyla bu kutuplaşma daha da arttı.
Tutsiler halkın yüzde dokuzunu oluşturuyordu, kalanı ise Hutu idi. Belçika azınlıkta olan Tutsilerin ari ırktan, Nuh’un soyundan geldiklerini daha yakışıklı daha güzel göründüklerini,
"Nikaragualı devrimci örgüt FSLN, 1975 yılında ülkedeki polislerin adreslerini tespit etmeye başladı. Daha sonra bu adreslere tek tek mektup gönderdi. FSLN imzalı mektuplarda şöyle diyordu:
“Belki de işsiz olduğun için polis oldun. Toprağın yoktu, çalışacak yerin yoktu. Belki de bir hiç uğruna çalışmaktan sıkılmış bir tarım işçisiydin. Dolayısıyla polis olmaya karar verdin. Ya da kim bilir belki de çok açtın, gel dediler geldin.
Şimdi ülkenin zenginleri ve Somoza seni topun ağzına sürüyor, seni kendi halkına karşı kullanıyor. Sen Somoza'nın ve zenginlerin sahip olduklarının bekçi köpeğisin. Seni bu yüzden övüyorlar.
"Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, benim itikatımın da son maddesidir."
2 Ekim 1869’da Hindistan Porbandar’da dünyaya gelmiştir.
Babası , Porbandar’ın baş veziri, annesi dindar bir Hinduydu.
Hintli pasifist siyasetçi ve düşünce adamı Mohandas Karamchand Gandhi, ömrü boyunca ırkçılıkla mücadele edip Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması için uğraştı.
Dünya onu Mahatma Gandhi olarak tanıdı. Mahatma kelimesi “yüce ruh” anlamına gelir.
Aynı zamanda Hindistanlılar Gandhi’yi Bapu yani “baba” olarak da anmaktadırlar.
Henüz 13 yaşındayken ailesi tarafından akranı Kasturba Makhanji ile evlendirildi. Kasturba ileride, dört çocuğunun annesi, öğretilerinin sıkı takipçisi ve hayat arkadaşı olacaktı.
Hamburg, Almanya, 1 Nisan 1971, sabah 09.40.
Gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için beklemeye başlar.
Kabul edilmeyi beklerken ofisi süsleyen tablolara bakar.
Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla Pereira ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.
Kadın, konsolosun gözlerinin içine bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder.
Atış hedefe ulaşır. Kaçarken çantasını, bir peruk, bir Colt Cobra 38 Special marka silah ve “Ya zafer ya ölüm – ELN” yazılı bir kağıt parçasını geride bırakır.
Gerçek adı Monica (Monika) Ertl olmasına rağmen kız kardeş anlamına gelen “İmilla” diye anılır.
1933–1945 yılları arasında, Nazi Almanya’sı 20.000 kamp kurdu.
Bu kamplar, zorla çalıştırma kampı, geçiş istasyonlar olarak kullanılan geçici kamp ve esasen ve özel olarak katliam için inşa edilen imha kampı gibi pek çok biçimde kullanıldı.
Toplama kampındaki ilk tutuklular Alman Komünistleri, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Romanlar (Çingeneler), Yehova Şahitleri, eşcinseller ve “asosyal” ya da sosyal açıdan sapkın davranışlar göstermekle suçlanan kişilerdi.
Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesinin ardından, Naziler binlerce esirin yorgunluk, açlık ve açıkta kalmaları nedeniyle hayatlarını kaybettiği zorunlu çalışma kamplarını kurdu.
II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi kamp sistemi hızla yayıldı.