Bir süredir yeni yapılan evlere takmış durumdayım.
Koca koca beton yığıntılar... Balkonsuz, ruhsuz...
İçine giriyorsunuz, eskiden misafir odası dediğimiz salon, büyükçe bir odadan ibaret. Mutfak deseniz hallice bir dolap kadar.
Gezerken içim sıkılıyor. Yahu diyorum, bu salona bizim büfe sığsa, kütüphane sığmaz. Kanepe sığsa,
yemek masasına yer kalmaz. Mutfak bunalım. Hangi tencere, hangi tava nereye sığacak, tabaklar nereye, bardaklar nereye? Bu mutfak anca dört tabak, dört bardak, dört çatal, dört bıçak, dört kaşık, iki tencere, bir tava alır. Bu yani. Hani apart oteller var ya, içinde size üç gün,
bilemediniz bir hafta gerekecek malzeme olur, hah işte, o kadar.
Anlayacağınız, o evde misafir ağırlanmaz bir kere. Bir yakınınız yatıya filan gelemez. O mutfakta öyle beş altı kişiye yemek pişemez. Ezcümle, ne kadar sosyalleşme imkanı varsa iptal edeceksiniz, yok başka çaresi.
Ama bir de tanıtımını duysanız, süper lüks, über lüks, hilton lavabolu, ankastre bilmemneli... Bana neyse onlardan...
Geçen sene, bu ülkenin en değerli mimarlarından birini kaybettik. Sevgili Cengiz Bektaş’ı. Bir röportajında diyor ki, “Mimarlık benim için insanların mutlu
olacakları, insanca yaşayacakları oylumlar yaratabilmek. Yoksa bir teknoloji cambazlığı değil.” Hah dedim, işte bu!
Sonrasında vefatının ardından kaleme alınan birkaç güzel yazıyı okudum. O kadar ilgimi çekti ki....Bakın eski Türk evlerinin özelliklerini tane tane saymış :
Diyor ki, birincisi, “yaşama, doğaya, çevre koşullarına uygunluktur”. Türk evi doğayla savaşmadan ona uyum sağlar, doğanın kan dolaşımı içinde kalır. Hem doğaya, hem konu komşuya, topluma saygılıdır.
İkincisi;” gerçekçilik, akılcılıktır”: Bu evler, olanaklarla isteklerin uyumunu gözetirler. “Bak bak desinler!” diye, yani gösteriş için yapılmazlar... Kurguda, yapımda, gereksiz cambazlık hiç yoktur. Hiçbir gereç başkasının yerine kullanılmaz, her şey kendisidir. Örneğin ağaç
boyları yapının boyunu ve planlamasını belirler.
Türk evinin üçüncü özelliği; “içten dışa çözümdür”: Tasarlanmaları içten dışa doğru başlar. Önce evin içindeki işlev düşünülür. Bu, dışın göz ardı edilmesi değildir. Dışın güzelliği, için güzelliğinden, içtenliğinden,
“için dışa yansımasından” gelir”
Dördüncüsü; “İç-dış uyuşumudur: Dıştan iç okunur.” Yani, işlevden gelen farklılaşma, dış cepheye pencere boyutu, çıkma, cumba gibi detaylar ile yansır ve siz dışa yansıyan her mekanın bütündeki görevini anlayabilirsiniz.
Bektaş; Türk evinin beşinci özelliği olarak, tutumluluğu anlatıyor : Gösteriş için boşa harcama, gerekli parayı kazanmak için yaşamı boşa harcama yoktur. Suyun, yağmurun bile damlası harcanmaz. Dumanın bile, bacadan çıkıp gitmeden sıcaklığından yararlanıldığını söyler.
Geliyoruz altıncıya... O da “tutumluluk” : Yapım yöntemi, kolaylık ilkesine dayanır. En azla en çoğa ulaşmaya çabalanır. Bir çivi bile gereksiz kullanılmaz.
Türk evinin yedinci özelliği; yapı malzemelerinin ölçeğinin insan vücudundan çıkmasıdır: Tahta, bir parmak kalınlığında,
bir karış genişliğinde, iki kulaç uzunluğundadır. Pencere üç karış genişlikte, beş karış yükseklikte ya da bu orandadır.
Sekizinci özelliği “İklime uygunluktur”: Evler gün doğuşuna bakarlar. Türk evinin iklime uygunluğu sadece güneş, rüzgara göre yönlenmesi ile kalmaz;
çoğu kez aynı yapının içinde yazlık ve kışlık odalar oluşturulur. Yazlık odalar serin esintilere açık; ara kattaki kış odaları ise kapalı-iyi korunmuş olarak düzenlenir. Ne yalan söyleyeyim, en çok da buna özendim.
Cengiz Bektaş; Türk evinin dokuzuncu özelliği olarak
“gereçlerin en yakından seçilmesinden bahseder: Çevrenin gerecini seçince, çevreye uyum da kolaylıkla sağlanır.” Cide’de çantı evi, İnebolu’da arduvaz kiremiti, Artvin’de pedavrası gibi...
Onuncu özellik ise toplum yapısının önemli bir mihenk taşı.
Ne biliyor musunuz? “esneklik” tabir ediyor Cengiz Bektaş. Aile büyüdükçe, ev de birim birim büyüyebilir. Aile küçülünce, ev de bölünebiliyor. Evlerde kuşaktan kuşağa kimi değişiklikler yapılabilmektedir.”
Bunları okumak ne hissettirdi size?
Ben kendimize acıdım resmen. Yazık bize dedim....
“İnsan” odaklı, “insan için” ev nerede, bugün ev diye ömür boyu taksit ödeyeceğimiz bencil beton yığınları nerede? Sanki o bize yuva olmuyor da, biz ona köle oluyoruz.
Bir şey, bir yerde çok yanlış gidiyor diye düşünüyorum ben.
Yakın bir arkadaşımın kızı evlenirken mobilya alışverişinde bir görevli demiş ki, yeni yemek takımlarında büfe yok. Öyle şık tabak takımları, özenli sofralar kurulmuyor artık. Yeni nesil, evinde misafir istemiyor.
İnan olsun, canım yandı. Çocukluğumda en büyük mutluluğumun eve
gelen misafir ve fırından çıkmış kek kokusu, ya da filanca teyzelere gittiğimizde yaptığı kıymalı börek, neşeli sohbetler, fıkralar, şiirler, şakalaşmalar gibi detayları düşününce... Dedim bundan mahrum mu kalacak yeni nesiller?
Çekirdek aile ufaldı da ufaldı. Eskisi gibi hep birlikte yaşanmıyor aile büyükleriyle...
Ama farkında mısınız, bir pandemi oldu, herkes kendi anne-babasına yakın oturabilmenin derdine düştü. İçgüdümüz bu çünkü.
Cengiz Bektaş’ın dediği “insanca” yaşamdan ne zaman vaz geçtik biz?
Neden teslim oluyoruz böylesine?
Kentsel dönüşüm denen şeyin rantsal dönüşüme evrilmesine neden izin veriyoruz ki?
Filmi geri saramayacağımızın elbette farkındayım.
Ama biraz düşünelim ne olur. Ekonomi denilen şeyi arz-talep dengesi oluşturur. Biz arz edilene mahkum değiliz.
İnsanca yaşamı talep etme zamanımız gelmedi mi sizce de?
Bige Güven Kızılay
11.02.2021
( Cengiz Bektaş’ın Türk evlerini anlattığı bu güzel yazıyı Seda Özen Bilgili paylaşmış, not almışım. Kendisine teşekkür ediyorum)
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
TİYATRO OYUNCUSU MEHMET DAĞISTANLI’DAN CUMHURBAŞKANI’NA ÇOK ACI MEKTUP.
Sayın Cumhurbaşkanım!
siz kaç yıldır elektrik faturası ödemiyorsunuz?
Doğalgaz mesela, hiç böyle bir fatura gördünüz mü?
Peki,
hiç arabanızı benzin istasyonuna çekip, kendi benzininizi aldınız mı?
Hem de kendi paranızla.
Mesela siz,
çocuğun bu sene yurt masrafı ne olacak diye düşündünüz mü?Sınava giriş ücretini ödeyemediğiniz için,sınava sokamadığınız evladınız oldu mu?
Doğru söyleyin lütfen,
Emine hanım, pazarda peynirin kilosunun kaç tl olduğunu bilmeyeli kaç sene oldu?
İlk evinizi nasıl aldınız?
Kaç senedir kira ödemiyorsunuz?
Sıfırdan gelip,
kaç mülkünüz oldu?
O milyonluk araçlara sahip olmadan önce, onları ilk ve ancak rüyada görebiliyor olmanızın üstünden kaç sene geçti?
İslam Ülkelerine Kandil kutluyoruz desen,yüzüne bön bön bakarlar..✔️
~~Kandil geceleri: Mevlit, regaip, miraç, berat kandil geceleri Kur’an’da ve sünnette yer almaz. Bu geceler Hz. Peygamberin zamanında ve dört halife döneminde kutlanmamıştır.
Kur’an’da ve sünnette yer almayan uygulamalar din dışıdır.
Kandil geceleri Emevi döneminde kutlanmaya başlanmıştır,
Emevi-Arap adetidir.
Arabın adetini kutsamak, kutlamak Müslümanların işi, görevi değildir.
Kandil geceleri adı altında bazı geceleri kutsal ilan etmek,
o gecelerde edilen tüm duaların veya tövbelerin mutlak kabul göreceği, işlenen tüm günahların af olacağını söylemek,
Kur’an dışı, din dışı inanıştır.
Bu gecelerin kutlanması açık bir bid’adtır. Bid’adlar dinde yozlaşmaya yol açar ve günahtır.
Milasın bir köyünden kadının birisinin kocası ölüyor kadın kocasının ölüsüne bakıp bakıp diyor ki"Baktın hava yağmur havası,ocakta darhana çorbası ne diye ölüvedin gözü kör olası". :))🙂
Hikâye bu ya; soğuk ve karlı bir kış günüdür.
Padişah ve veziri kimseye haber vermeden ava çıkmışlardır. Gezmişler, dolaşmışlar, avlanmışlar akşamı etmişlerdir. Geri döneceklerdir de bir türlü ormandan çıkamamışlardır. Artık karanlık çökmek üzere ve umutların tükendiği bir zamandır ki; bir kulübecik görürler.
Kapıyı çalıp misafir olmak istediklerini söylerler kulübe sakinlerine. Kabul görürler, misafir olurlar haneye.
Ev sahibi erkek, misafirlerinin için için üşüdüklerini hissettiği an:
-Hanım, baksana nasıl da üşümüşler, çorba kaynatır mısın misafirlerimize?.. der.
KİMLER CANINDAN BEZDİRDİ UMUT VAAT EDEN BU GENCECİK FİDANI ⁉️
"Hayattan keyif alamıyorum. Daha önce de defalarca bu durumu yaşadım ama bu daha farklı. Gelecekten umudum kalmadı. Gelecekte bu hayattan keyif alacağımı sanmıyorum.
Yaşamak için sürekli çabalıyorum, zorluklar içinde boğuşuyorum. Artık bu beni yoruyor. Mutlu olmak çok anlamsız geliyor. Artık çok yoruldum. Ne elde edersem, neye sahip olursam olayım sanki hiçbir şeyim yokmuş gibi hissediyorum. Yani sahip olduğum şeyler bana mutluluk vermiyor.
Evrenin, doğanın nasıl çalıştığını ve neden şu an olduğu gibi olduğunu anlamaya yönelik okumalarım ve araştırmalarım en büyük keyif kaynağımdı. O konuları o kadar çok öğrendim ki amatör olarak öğrenebileceğim çok az şey kaldı.
1-Benim hayatım 10-15 yıl sürer. Senden ayrılığım bana acı verir. Beni almadan önce bunu düşün.
2- Bana, senin benden istediklerini anlayacağım bir süre ver.
3- Benim içimde sevgi duygusu uyandır ben bununla yaşarım.
4- Bana hiç bir zaman uzun süreli darılma ve cezalandırmak için bir yere kapatma.
Senin hayatında iş, eğlence ve arkadaşların var. Benim hayatımda ise sadece sen varsın.
5- Arada sırada benimle konuş. Sözlerini anlamasam bile bana yönelttiğin sesini anlarım.
6- Bana daima nasıl davranılması gerektiğini bil. Ben hiç bir zaman unutmam.
7- Beni dövmeden önce aslında dişlerimle kemiklerini un ufak edebileceğimi, ancak asla böyle bir yola başvurmayacağımı düşün.
"Seyyar satıcıların çoğu genellikle Türk veya Arnavuttu, ama Silivri yoğurtçuları hep Rumdu.Bunun nedeni herhalde Marmara Denezi’nin kuzey sahillerindeki köylerin hep Rum köyü olmasıydı.Silivri’de Sinod üyesi olan bir piskopos bile vardı.
Bu yoğurdu 5.5 okkalık (7.04 kilo), daire şeklinde, yaklaşık 6 cm derinliğindeki tepsilerde satıyorlardı. Yoğurdun üstü yağlı kaymak tabakasıyla örtülüydü. Yoğurtçu “Silivri yoğurdu) diye bağırarak mahalleleri dolaşırdı. Sırığın her iki ucundan sarkan dört ip yine daire biçimli
tablalara bağlıydı. Bunların üzerinde de 8 ya da 10 tepsi yoğurt bulunurdu. Silivri yoğurçusu gerçek bir yük taşıyordu: 56.32kilo.
Tepsi sayısı 10 olunca yük daha da artıyordu. Tepsileren ağırlığını, sırığı, tablaları, tartıyı ve ağırlıkları da eklersek yoğurtçunun yükü