Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerde futbolla tanışması ile devletin sınırları içerisinde de takımlar kurulmaya başlar. Ancak ortada bir sorun vardır.
Futbol müslümanlar için günah sayıldığından sadece azınlıklar bu haktan yararlanacak ve böylece kökü o dönemlere dayanan pek çok kulüp kuruluşunu ilan edecekti.
Pera Kulübü, 1914 yılında Kostas Vasiliadis ve birkaç arkadaşının girişimiyle,
İstanbul'daki Rum azınlıklarının kulübü olarak kuruldu.
I. Dünya Savaşı sırasında pek faaliyet göstermeyen Pera Kulübü, İstanbul'un İşgali sırasında İstanbul Pazar Ligi'ne dahil oldu.
1919-22 yılları arasında işgal kuvvetlerinin kulübe müsamaha gösterdiği gerekçesiyle
pek çok maçı olaylı geçti.
Renkleri sarı-siyah olan İstanbulspor ve Peraspor’da oynayan Rumlar, Kurtuluş Savaşı sonrasında mübadele nedeniyle İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı.
İşte bu zorunlu göçle Atina’ya giden İstanbullu Rumlar, İstanbul’da başladıkları işe Atina’da devam ettiler.
1924 yılında, Birleşik İstanbul Spor anlamına gelen Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos’u, yani AEK’i kurdular.
İstanbullu Rumlar’ın kurduğu AEK, Yunanistan’da da o toprağın takımı olarak kabul edilmedi.
Kısmen Rumca kısmen Türkçe konuşan bu yeni misafirlere bir isim taktılar.
Türkosporo! Yani 'Türk tohumu'.
Bu lakap İstanbul'dan göç eden Rumlar için ilk yıllarda hep kullanıldı.
AEK’lilere rakipleri, diğer takım taraftarları “Türkler” diye hakaret etti.
Oysa Türkiye’de yerlerinden yurtlarından edilmiş insanlardı.
Atina'nın diğer iki takımı Olimpiakos ve Panathinaiokoslu taraftar grupları her ezeli rekabette AEK'ya 'Türk tohumları' diye bağırıyor.
AEK, her şeye rağmen Yunanistan futbolunun önde gelen futbol kulübü olmayı başardı.
İlerleyen yıllarda sadece İstanbul’dan göç eden Rumların takımı olarak kalmadı.
Anadolu’nun diğer noktalarında kalmış Rumlar da Yunanistan’a göç ettikten sonra AEK’in kolu kanadı ve tribünlerinde kendine yer buldu.
Atina’daki Türkiyeliler’in de takımı olan AEK, futbolun faşist ruhu içinde kendine yer açtı.
Yoksul semtler, varoşlarda yaşayanlar, ezilenler, azınlıklar ve dışlanmışlar kendilerini özgürce ifade edecek bir kurum olarak gördü AEK’i.
Dünyaca tanınmaya,dünyanın her yanından muhalif, ilerici, yurtsever insanların ilgisini çekmeye ve
Yunanistan sınırlarını aşıp evrensel boyutta sempatizan kadrosunu böylelikle oluşturdu. Aynı zamanda takdire değer enerjisi ve direnişi ile aynı kimliğe sahip taraftar gruplarının oluşmasına liderlik etti.
Ezilmiş ve dışlanmış bir toplumun başarı aracı oldu AEK.
İstanbul’dan Yunanistan’a göç eden Rumlar hep AEK’yı desteklerler.
Zamanla da azınlıklar, yoksullar, dışlanmışlar katılır.
Ambleminde çift başlı Bizans kartalı bulunan, İstanbul’u simgeleyen sarı-siyah renklere bürünmüş AEK, sürgünde doğan bir çocuğun hayat hikayesi gibi.
AEK, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin en iyi olduğu 1950’lerde Türkiye’ye onlarca kez geldi.
Üç büyüklerle ve Beyoğluspor’la maçlar yaptı.
Sahaya Türk bayrağı ile çıktı.
Kıbrıs olaylarının 1960’ların sonunda iyice şiddetlenmesi, akan kanın durdurulamaması,
iki tarafta da artan milliyetçilik Türkiye’yle Yunanistan arasındaki tüm sportif ilişkileri kopardı.
Takımın öyküsü aynı zamanda Egenin iki yakasında umut edilen kardeşliğin, bir arada yaşamanın ve tüm kırgınlıklara, hayatın küskünlüklerine rağmen dayanışmanın, dostluğun güzel bir hatırası ve tüm insanca güzelliği ile düşmanlıkları, kini ve öfkeyi unutmanın öyküsüdür.
19 Aralık 1926’da Aksaray’da dünyaya gelir .
Babası İsmet İnönü’nün silah arkadaşlarından Vasıf Bey, Yemen’de ve Anadolu’nun kurtuluş yıllarında askerlik yapar, emekli olduktan sonra eczacılık yapmaya başlar.
Fikret Otyam, adının anlamının hakkını verir, ‘düşünce’ ler üretir. Sanat yaşamında fotoğrafla yetinmez; ressam, gazeteci ve yazar kimliğini de kariyerine sığdırmayı başarır.
Ünlü besteci ve orkestra şefi olan ağabeyi Nedim Vasıf Otyam ve diğer ağabeyleri gibi altı yaşından itibaren babasının eczanesinde çalışmaya başlar.
Eczaneye gelen köylülerden dinlediği hikayeleri defterine günübirlik not eder,
1493 yılında Kristof Kolomb ve yanındakiler Küba’dan Barselona’ya ellerinde “Tobacco” dedikleri, duman tüten çubuklarla dönmüşlerdi.
“Tobacco” bir süre sonra tüm dünyaca bilinen, insan sağlığına zararları yanında, ülkelerin ekonomilerine yaptığı katkı ve
yarattığı iş olanaklarıyla önemli bir ürün haline gelmişti.
Tütünü Osmanlı topraklarına 16. yüzyılın son yıllarında Cenevizli tüccarlar getirdi. Cenevizliler tütünü birtakım hastalıkların tedavisinde kullanılan bir çeşit ilaç olarak tanıtmışlardı.
Osmanlı topraklarında tütün tarımı ilk olarak Makedonya, Kırcaali, Yenice’de; Anadolu’da ise Bursa, Avunya, Söke, Foça ve Akhisar’da başladı. Anadolu toprağına çok iyi uyum sağlayınca da uluslararası pazarlarda “Türk Tütünü” ya da “Şark / Oriental Tütünü”
1804’te açılmış, yaklaşık 44 hektar, daha çok park bahçe gibi, açık hava müzesi, sanat galerisi gibi bir yer.
Her din ve inanç sisteminden insanların istirahatgahı.
Devasa heykelleriyle bir açık hava müzesini andırıyor.
Paris’te turistler tarafından en çok gezilen on yerden biri 'Pere Lachaise' Mezarlığı.
Le Pere Lachaise’deki ebedi istirahat yuvalarının hepsi birbirinden değişik.
Napolyon tarafından kurulan mezarlık, 18 Mayıs 1804 tarihinde açılıyor.
Yapıldığı dönemde Paris'in dışında kalan mezarlık, ilk zamanlar hiç ilgi görmüyor.
Daha sonra Paris Belediyesi Héloïse d’Argenteuil, Pierre Abélard, Molière ve Jean de La Fontaine gibi
Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin ilk büyük itiraf Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapmış olan Sabri Yirmibeşoğlu’ndan gelmiştir. Yirmibeşoğlu, 1955’de Menderes hükümeti zamanında yer alan 6-7 Eylül olayları döneminde Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanmasını
“ÖHD’nin düzenlediği mükemmel bir operasyon” olarak nitelemiştir.
Kontrgerilla harekatı veya gayrinizami harp, Soğuk Savaş döneminde ABD tarafından komünizm tehlikesine karşı uygulanan stratejide çok önemli bir pozisyona sahipti
Başlangıç noktası Soğuk Savaş döneminde Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olan NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan, aynı zamanda CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır.
19. yüzyılın sonlarında Ninova’dan çıkarılan kırık kil tabletlerin üzerinde dünyanın en büyük hazinelerinden biri yazılıydı.
Tabletler, Sami dillerinin en eskisi olan ve çivi yazısıyla yazılan Akadçaydı.
Yazı karakterleri, kalem niyetine kullanılan nesnenin tablet yüzeyine
bastırılmasıyla oluşturuluyordu.
Ortaya çıkan karakterlerin çiviye benzemesi nedeniyle bu yazı türü çivi yazısı olarak isimlendirilmişti.
Gılgamış Destanı, Homeros’un İlyada ve Odysseia’yı yazmasından en az bin üç yüz yıl önce çivi yazısıyla kil tabletler üzerine yazılmıştır.
Araştırmacı George Smith British Museum’daki kırık kil tabletlerden Gılgamış Destanı’nın parçalarını bir araya getirdi.
Gılgamış Destanı, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, 56 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir.
“İnsanın kucaklaşması ve sevgisini anlatırken Akdeniz aklıma geldi.
Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi.
Kucak açmayı bu adla anlatmak istedim.
Sevgiyi ve kucaklaşmayı anlatırken bir kadının bütünlüğünden yararlanmak istedim.”
İlhan Koman bu cümleleri adıyla bütünleşmiş ünlü heykeli Akdeniz için sarf etmiştir.
Türkiye’nin Leonardo da Vinci’si olarak anılan usta bir sanatçı İlhan Koman.
Edirne’de 17 Haziran 1921’de doğar.
Edirne Lisesi’ni bitirdi ve 1941’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde sanat eğitimine başladı. Derslerde antik heykellerden yaptığı kopya ve orneman (süsleme) çalışmalarıyla hocalarının dikkatini çeker, resimden çok bu işlere yatkın olduğunu,