Bugün size Hırvat tiyatro ve film yönetmeni Slobodan Praljak'ın en baba kurgu senaryolarda bulamayacağınız ilginçlikteki gerçek hayat hikayesini anlatacağım.
Slobodan Praljak 1945 yılında Bosna-Hersek'in Hırvat sınırına yakın kasabası Čapljina'da, Hırvat kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
İkinci Dünya Savaşı bitmek üzereydi ve doğduğu Yugoslavya'da komünist partizanlar Nazileri yenmiş, yeni bir ülkenin temellerini atıyorlardı.
Slobodan'ın babası Mirko Praljak, komünistlerin kurduğu polis teşkilatı OZNA'nın bir üyesiydi.
OZNA'nın birincil amacı, savaş döneminde Nazileri destekleyenlerin bulunup cezalandırılmasıydı.
Yani babası bir nevi Nazi işbirlikçi avcısıydı ve avları Hırvat Nazi yanlılarıydı.
İkinci Dünya Savaşı boyunca Yugoslavya'daki Nazi işgaline en çok desteği verenler Hırvat Ustaşalar olmuştu.
Hırvatistan'da bir Nazi yanlısı hükümet kurulmuştu.
Slobodan Praljak'ın Hırvat kökenli komünist babası da, bu Nazi işbirlikçisi Hırvat faşistleri cezalandırıyordu.
Slobodan Praljak Zagreb'de 3 üniversite bitirdi:
- Elektrik Mühendisliği
- Felsefe ve Sosyoloji
- Zagreb Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Drama Sanatları
20 yıl tiyatro yönetmenliği yaptı.
Belgesel ve sinema filmleri de çekti.
📷 Povratak Katarine Kozul (1989) filminden kare.
İşte 400 küsür yıllık geçmişe sahip tarihi Mostar köprüsünü havaya uçuran Hırvat topçu birliğine emri veren kişi; bir zamanlar tiyatro oyunları Mostar'da da oynanan film ve tiyatro yönetmeni, üniversite hocası entelektüel Slobodan Praljak'ın ta kendisiydi!
Slobodan Praljak'ın savaş suçları Mostar Köprüsünü yıkmaktan ibaret değildi...
Toplama kamplarında Müslümanlara yönelik işkence, baskı, cinsel saldırı, toplu kıyım gibi suçları kumanda etmiş, köyleri ateşe vermiş, kadınlara ve çocuklara eziyet etmişti.
Slobodan Praljak'ın kumanda ettiği Hırvat birliklerinin geçtiği Vojno, Ljubuski, Prozor, Gorjni Vakif, Sovici, Doljani, Mostar, Stolac, Capljina (doğduğu kasaba), Dretelj, Gabela ve Vares'te dökülen kanın haddi hesabı yoktu!
Slobodan Praljak
"savaş kazanmak için Hırvatların Müslümanlardan nefret etmesi gerekiyor",
1997'de Hırvatların katlettiği köylüler için "onlara iyilik yaptık",
savaşta kazandığı serveti için "ben kapitalistim, hep fazlasını istedim, evet zenginim ne var bunda?"
diyen biriydi.
Slobodan Praljak savaştan sonra bir kahraman gibi muamele gördü Hırvatistan'da.
Yazdığı kitapları içişleri bakanlığı basıyordu.
Savaşta çok para kazanmıştı.
Keyfi yerindeydi.
Ama zamanla savaş suçluları için çember daraldı.
Praljak sıranın kendine geleceğini hissetti ve kapsamlı bir savunma hazırladı.
Hatta "insancıl bir general olduğunu" çektiği kısa filmlerle anlattı.
Tanıklar ayarladı; gördüğü Ustaşa sembollerini çıkarttıran komutan imajı çizdi.
Hırvatistan, AB üyeliği için savaş suçlularını teslim etti. Praljak da 2006'dan beri tutukluydu.
Savunmasında Mostar köprüsünün bombalandığı günün sabahı (!) oradaki görevinden ayrıldığını, köprüdeki patlamaya da Boşnakların yerleştirdiği patlayıcının neden olduğunu iddia etti!
Ama savunması Praljak'ı cezadan kurtaramadı.
20 yıl hapis cezası onandı.
Praljak'ın karara tepkisi tam da bir tiyatro yönetmenine yakışır şekilde oldu:
Mahkemede "Slobodan Praljak suçsudur. Kararınızı reddediyorum!" diye bağırıp siyanür içerek!
(çevirmenin tepkiye dikkat!)
Slobodan Praljak zehiri içtikten sonra öldü.
Hırvat tiyatro yönetmeni kendi hayatının senaryosunda etkileyici bir final yapmak istedi belli ki.
Sokratvari bir son ile tarihe geçmeye çalıştı ama bu hareketi Nazi liderlerinin sonlarını da hatırlatıyor!
Bu arada Praljak, hapiste geçirdiği süre göz önünde bulundurulduğunda cezası açıklandıktan sonra hapis yatmayacaktı.
Belli ki tarihe geçmek istedi bir şekilde.
Zaten 72 yaşındaydı.
Bugün (hesap ettiği gibi) Hırvatistan'da özellikle milliyetçiler ona kahraman olarak görüyor.
Savaş öncesi Praljak ile birlikte çalışan ve sinema filminin senaryosunu yazan yakın arkadaşı Boşnak yazar Abdulah Sidran, bir romanında Slobodan'ın, Komünist babasından nefret ettiğini anlatmıştı.
Ona göre iç savaş suçlularının gaddarlıklarının ardında çocukluk travmaları vardı.
Sonuç olarak Slobodan Praljak'ın bize kanıtladığı şu:
Anti-faşist bir baba, iyi bir eğitim, parlak zeka ya da sanatçı ruh, bir insanın ırkçı bir katile dönüşmeyeceğinin garantisi değil.
Toplum ve olayların gelişimi bambaşka sonuçlar doğurabiliyor.
Tam tersi de geçerli tabi.
Slobodan Praljak Uluslararası Savaş Suçları mahkemesinde ceza almasına rağmen hapiste bulunduğu süre göz önünde bulundurulduğunda salıverilecekti.
Onun niyeti, hayatını bir şovla sonlandırıp milliyetçi Hırvatların gözünde kahraman olmaktı.
Bunu başardığını söylemek mümkün:
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Atatürk 1930'da Edirne'ye geldiğinde Selimiye Camii'ni de ziyaret eder.
Ziyaret öncesinde yaşanan bir kasırga, Selimiye Camii başta olmak üzere birçok camiye ciddi zarar vermiş, minareleri yıkmıştır.
Atatürk hasarı yerinde inceler.
“Bir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur. Bakınız ecdadımız İstanbul’un fethinden 125 sene sonra, bu şaheser camiyi İstanbul’da değil Edirne’de yaptırmış; Edirne’ye mührünü basmış, tapulaşmıştır. Büyük Usta Mimar Sinan, sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir” der.
Atatürk, hemen Bayındırlık ve Vakıflar Müdürlerinden, başta Selimiye, Edirne’nin hasar gören tüm camilerinin tamiri için gerekli keşfin yapılarak bilançosunun 3 gün içinde kendine verilmesini ister.
Fakat o gün, Menemen'de şeriatçı ayaklanmada Kubilay başı kesilerek katledilir.
Sırp Konstantin Mihailoviç Osmanlı tarafından devşirilip yeniçeri yapılmış.
Daha sonra kaçan Mihailoviç 1451-1463 arası Osmanlı'da yaşananları yazmış.
Ben bu #TrakyaBalkanSerisi'nde şahsen katıldığı Vlad Drakul, nam-ı diğer KONT DRAKULA ile savaşlarda yaşadıklarını aktaracağım.
Osmanlı'ya bağlı Eflak voyvodası; büyüğü Vlad, küçüğü (Güzel) Radu adında 2 oğlunu Edirne Sarayı'na gönderdi.
Voyvoda ölünce, büyük oğlu Vlad yeni voyvoda olarak yollandı.
Küçük kardeşi ise sarayda tuttuldu.
Vlad, başta birkaç yıl vergilerini ödese de sonra ödememeye başladı.
Bunun üzerine Fatih, Hamza Bey’i İbrail şehrine, Drakul'a elçi olarak gönderdi.
Fakat Vlad onla görüşmeden ordusunu topladı, donmuş Tuna üzerinden geçip Niğbolu çevresinde Osmanlı topraklarını yağmaladı.
Müslüman-Hristiyan ayırmadan halkın burunlarını kesip Macaristan'a yolladı.
Gündem çok hızlı; korkunç olaylar dahi saman alevi gibi geçiyor.
Daha dün orman yangınları vardı, üstünden sorumluluk atmak isteyenler yangınları sabotaja bağladı, halkı kışkırttı, kimi elinde silah yol kesti.
Linçler yaşandı.
Nasıl ateşle oynandığını Cezayir örneğiyle anlatayım
Geçtiğimiz günlerde Cezayir'de orman yangınları çıktı.
Başbakan "yangın doğal değil, suç eylemi", içişleri bakanı "ülkemizden nefret eden haydutlar yaktı" dedi.
Resmi ağızla komşu ülke Fas suçlandı.
Halk arasında başka illerden gelenlerin yaktığı dedikoduları dolaşmaya başladı.
Cezayir'de sıcaklıklar 46 dereceye çıkmış olasına rağmen ne yetkililer ne de ülkenin başlıca medya kuruluşları, yangınların sebebi ya da geniş bir alana yayılmasının nedeni olarak iklim değişiminden bahsetmedi!
Oysa aynı dönem Akdeniz çevresinin hemen her yeri yanıyordu.
Konumuz modern devletler ortaya çıkana kadar Balkanlarda sınır tanımadan dolaşan "çoban milleti" Karakaçanları anlatacağım.
Karakaçan halkının ismi Türkçe ama hangi milletten oldukları muamma.
📷1900'lerin başlarında atı ile poz vermiş bir Karakaçan kadın.
Karakaçanlar Balkanlar'ın çobanlarıydı.
Osmanlı dönemi dağlık arazilerde sürüleriyle dolaşırlardı.
Karakaçanların kökenleri hakkında en akla yatan, Ulah oldukları. Zira Ulahlar antik zamanlardan beri çobanlık yapardı Balkanlarda. Belli bir yurtları yoktu.
Foto: Batı Trakya-1938
Balkanlarda hayvancılık yapan göçebe Karakaçanların hayatı, 1900'lerde modern devletlerin kurulması ile büyük darbe aldı.
Sınırları aşamaz oldular.
Genelde Yunanistan ve Bulgaristan'da yerleşik hayata geçtiler.
1960'larda D.Trakya'da dedemin yanında çalışan bir Karakaçan varmış!
"Mavi Vatan" da diğer birçok gündem gibi buhar oluyor. Biraz tarih bilenler için şaşırtıcı değil.
Çünkü "Mavi Vatan" idealist bir iddia ve bu iddiayı ortaya koyan Atatürk Türkiyesi (karasuları, kabotaj, vb.)
Atatürk ile sorunu olanların böyle ideali de olamaz.
Tarihe bakalım.
>
1903:
Manastır'da Rus konsolos Türk askerine hakaret edince asker tarafından vuruldu.
Bunun üzerine birkaç Rus savaş gemisi Osmanlı karasularını işgal ederek Trakya açıklarına geldi.
Abdülhamit II gemileri çiçeklerle karşılattıı!
Ruslar istedi diye askerleri astı veya hapsetti.
1878:
Yine Abdülhamit II, İngiltere'nin iktidarını korunması karşılığında Kıbrıs'ı İngilizlere verdi (Hüseyin Çelik anlatıyor).
İktidar sahiplerinin gücü kaybetmemek için verebileceklerine inanamazsınız!