Partilerin ufku o kadar dar ki, gündelik politik hesaplara yol alıp sosyal tabanı hiç hesaba katmıyorlar. Mevsim kışsa havanın güneşli olmasına aldananlar günün sonunda üşümeye mahkum olur.
Birileri istesin yahut istemesin, orta vadede siyasetin ana akımı milliyetçilik olacak.
Osmanlı Devleti dağılma döneminde toplumu Osmanlılık kimliğiyle tutabilmeye çabaladı ama kaybetti. Çünkü sosyal taban milliyetçiydi ve her ırk kendi devletini kurabilmek için Osmanlı'dan koptu. Sırplar, Yunanlar, Araplar, Ermeniler, Arnavutlar, Bulgarlar...
Osmanlı, Hristiyanların ayrıldığını gördüğünde bu defa toplumu Müslümanlık üzerinden tutmaya çabaladı. Bu da nehrin akışına karşı kürek çekmekten ibaretti. Çünkü sosyal taban bu İslamcılık rotasına da girmekten uzaktı. Neticesinde geriye sadece Anadolu kaldı...
Cumhuriyet sosyal tabanı iyi okuyan bir grup asker ve bürokratın eseriyle milliyetçi-üniter devlet olarak kuruldu. Milli Mücadele'yi bu sosyal tabanla verdik. Rüzgarı arkamıza aldık. Ve başardık.
Toplumu okuduğunuzda ve anladığınızda doğru adımlar başarıya götürüyor.
Devlet üzerinde ne kadar güçlü olursanız olun, fark etmez. Sosyal tabanla uyum sağlayamadığınızda kaybedersiniz. İsmet Paşa 1940'lardan sonra sosyal tabanla adeta bağlarını kopardı. Güçlüydü. Devletin her noktasına hakimdi. Ama kaybetti. Gücü, işe yaramadı.
Mesela 2. Abdülhamit de devlet içerisinde çok güçlüydü. Her noktaya hakimdi. Mutlak kuvvete sahipti. Ama toplumdaki hürriyet ve meşrutiyet dalgasını okuyamadı yahut okumak istemedi.
İttihatçılar sosyal tabanı iyi okuyup toplumu arkasına almayı başardı. Neticesinde onlar kazandı.
Sultan Abdülhamit, toplumsal karşılığı olan hürriyet fikrini ona dayatan İttihatçılara direnemedi. Hiçbir devlet gücü toplumsal dalgalara direnemez. Tahtını kaybettiği sıralarda toplumun her katmanı Sultan Abdülhamit'e muhalifti.
Milliyetçiler, İslamcılar, köylüler...
Sosyal tabanın en çarpıcı örneklerinden biri de Fransız İhtilali'ydi. Taban o kadar güçlü ve öfkeliydi ki kilise, aristokrasi ve kraliyet üçlüsü onlara direnemedi. Asırlık kurumlar toplumsal dalga karşısında aciz duruma düştü.
Menderes de arkasında bürokratik oligarşiden bıkmış eşraf ve köylüyü arkasına aldı. Dalgayı yakaladı ve üç seçimi kazanmayı başardı.
Menderes başlarda toplum nezdinde itibarlı biri değildi. Ama yakaladığı dalga sayesinde İsmet Paşa'yı devirmeyi başardı.
Sosyal tabanı etkileyen ve dönüştüren pek çok etken var. Ekonomik sorunlar, siyasi fikirler, sosyal olaylar... Mesela 60'ların ortalarından itibaren tüm dünyada sol akımlar güçlendi ve sosyal tabanda yer edinmeye başladı. Bu, Türkiye'de de kısmen ortaya çıktı.
İsmet Paşa çevresinin de baskısıyla CHP'yi ortanın solunda konumlandırarak bu dalgadan istifade etmeye çalıştı. Fakat adımları kısmen ürkekti. Bu nedenle partideki konumunu kaybetti.
Ecevit ise göreve gelerek bu tabanı yakalamaya çalıştı.
Ecevit'i siyasette başarıya götüren etken sosyal tabana dokunmayı büyük ölçüde başarabilmesiydi. Ona halkçı Ecevit denilmesi boşuna değil. Bunu sağlayarak oylarını %41'in üzerine çıkardı...
Demirel ise Menderes'in dayandığı sosyal tabana dayanmak istedi. Kemalizm'le mesafeli grupları yanında topladı. %53 oranında oy aldı. Ama Erbakan'ın sahneye çıkışıyla tabanı bölündü.
Kemalizm'le mesafeli olan taban, Demirel'e alternatifsizliği nedeniyle destek veriyordu. Erbakan bir alternatif olarak ortaya çıktığında Demirel kaybetmeye mahkumdu çünkü sosyal tabanının bir bölümünü Erbakan'a kaybetmişti.
Erdoğan'ın seçim başarıları da büyük ölçüde sosyal tabanı yakalamasıyla ilgilidir. Toplum siyasi yozlaşma ve ekonomik sorunlardan o kadar bıkmıştı ki halkın içinden gelen biri imajındaki Erdoğan'a ve onun yeni sözler barındıran politikalarıyla buluştu.
Erdoğan büyük ölçüde muhafazakar ve sağ tabanı yakalamayı başararak yürüdü ve liberal reformist görünümüyle Kemalizm'le arası açık liberalleri etrafında toplamayı başardı.
Erdoğan'ın kendisini Menderes ve Özal'ın devamı olarak sunması da tamamen sosyal taban iletişimiyle ilgiliydi. Tabanla ilişkisi o kadar sıkıydı ki muhalefet ne yaparsa yapsın seçimleri ekonomik tabloları düzelten Erdoğan'a karşı kazanamazdı. Nitekim kazanamadılar.
Çünkü Baykal'ın hiçbir politikası Erdoğan'ın dayandığı sosyal tabanı etkilemeye yönelik değildi. O kendisini dar bir tabana hapsetmişti. Pek çok ilde miting bile yapamıyordu. Halkın büyük bir bölümüyle kopuktu. Nitekim kaybetti.
Mesela FETÖ'ye bakalım... FETÖ hiçbir zaman halk hareketi olamadı. Örgüt büyük oranda devlet mekanizmalarına yerleşerek kuvvet bulmuş geniş sermayeli ve dış destekli bir klik olarak kaldı. Halkta yayılım alanı bulamadı veya bulmak istemedi.
FETÖ sosyal tabandaki kitleleri peşinden sürükleyemediğinde kaybetmişti. Nitekim elde ettiği güç kritik boyutta olmasına rağmen sosyal tabandan kopuk bir örgüt olması nedeniyle adeta süpürüldü. İyi ki de öyle oldu.
Günümüze gelelim. Devlet uzun süreli ve giderek otoriterleşen bir iktidar tarafından yönetiliyor ve toplum artık uzun süreli otoriter iktidarlara karşı reaksiyon gösteriyor. Bir gün iktidar değişse bile toplum muhtemelen otoriter eğilimli siyasi aktörlere direnç gösterecektir.
Öte yandan devlet bir süredir iç ve dış tehditleri yoğun şekilde yaşıyor. Batı ile gerilimler, FETÖ ve PKK tehdidi, IŞİD'in yarattığı travma, ekonomik sorunlar, bölgedeki iç savaşlar ve son olarak sığınmacı sorunu...
Tüm bu etkenler toplumu tedirginleştiriyor ve sosyal tabanda korumacı ve kendine dönük bir anlayışı yeşertiyor. Bu durum bir yönüyle milliyetçiliği eğilimleri gün yüzüne çıkarıyor. Ve tabi, askeri operasyonlar bu durumu katmerleştiriyor diyebiliriz.
Kuzeyimizde savaş var, güneyimizde iç savaş sürüyor, yoğun sığınmacı akımlarına maruz kalıyoruz ve sosyal taban tüm bu şoklar nedeniyle gün geçtikçe sorunları ancak kendi milli faktörleriyle çözebileceğini düşünmeye başlıyor. Bunun sonucu milliyetçiliğin yükselmesi olacak.
Zaten bakarsanız iktidar bir dönemeçten sonra MHP ile ittifak kurarak kaybettiği tabanı milliyetçi çizgide olduğunu iddia eden partiyle güçlendirmek istedi. Bu, şimdilik konjonktürel ve geçici bir adım olmaktan öteye gidemez.
İktidarın aşil topuğu sosyal tabanı yakalamanın ötesinde onu kitleleştirmeyi başaramayışıdır. Bana göre iktidarın çözüm için aradığı nihai hedef, etkileşim halinde olduğu milliyetçi tabanı muhafazakarlaştırarak kendi bünyesinde toplamaktır. Ama ne kadar başarılı olacağı şüpheli.
Öte yandan belki de iktidar ile ittifak kuran milliyetçi siyaset de muhafazakar tabanı milliyetçileştirmeye çalışarak kendi bünyesinde toplamaya çalışıyordur. Bu mücadele hangi tarafın başarılı olacağını zaman gösterecek.
Muhalefet ise görüldüğü kadarıyla tabanla ilişkisini demokrasi ve özgürlükler üzerinden kuruyor ki bunun ileriye dönük bir başarı hikayesi olacağını düşünmüyorum. Bizim gibi tedirgin toplumlar, gerektiğinde güvenlik sağlanabilmesi için özgürlüklerinden feragat etmeye yatkındır.
Üstelik dünyaya baktığımızda da özgürlük ve demokrasi fikirlerinin bir toplumsal akım olmaktan uzaklaştığını görüyoruz. Dünyanın yeni eğilimi kontrol meraklısı otoriter fikirlerdir. Çünkü dünya son dönemde oldukça güvensiz ve fakirleşiyor. Ve otoriteye eğilim gösteriyor.
Mesela pandemi sürecine bakalım. Pandemi tedirginliği en demokrat toplumlarda bile sokağa çıkma, toplu şekilde eğlenme gibi sosyal özgürlük alanlarını kısıtladı. Ve çok ciddi tepkiler almadı. Tüm dünya ağzında maskeyle dolaşma dayatmasına boyun eğdi. Çünkü tedirgindi.
2019 yılında dünyaca ünlü bir vakfın organizatörlüğünde dünyanın geleceğine dönük önemli bir rapor yayınlandı. Dört büyük senaryo çizildi ve bunlardan en popüleri "lock step" isimli senaryoydu. Yani daha otoriter bir dünya...
Aslına bakarsanız dünyanın aklı başında ve nitelikli sivil toplum kurumları tüm dünyada otoriter eğilimlerin demokratik fikirleri yozlaştırdığını ve etkisizleştirdiğini öngörüyor.
Ve şimdi pandemi dışında başka sorunlar da var: Ekonomik kriz ve savaş.
Türkiye'nin bir süredir yaşadığı sorunları tüm dünya da yaşamaya başlıyor. Dünyada yaşananlar Türkiye'yi daha da etkiliyor. Tüm bunlardan sosyal tabanda yoğun güvenlik ve ekonomik endişelerin yayılacağını gösteriyor.
Böyle toplumlarda milliyetçi fikirler yaygınlaşır.
Bu otoriter eğilimler o kadar güçlü bir hal almaya başladı ki demokratik fikirlerin öncüsü olduğu iddiasındaki ABD'de bile otoriter bir figür olarak Trump ortaya çıktı. Capitol işgal edildi. Bu ABD için utançtı.
Biden seçimi kazansa da Trump'ın ve otoriter eğilimlerin ABD'deki hikayesi henüz bitmiş değil. Putin imdada yetişmeseydi, Biden'ın siyasi durumu oldukça sallantıda olacaktı.
Biden seçilirken otoriter eğilimlere karşı tüm dünyada demokrasiyi savunacağını ilan etmiş ve demokrasi zirvesi yapacağını taahhüt etmişti. Geçtiğimiz aylarda pek çok ülkenin yer aldığı zirve yapıldı ve oldukça sönük geçti.
Artık Biden da savaş politikalarına uyum sağlıyor ve demokratik önceliklerini geri plana atıyor. Venezuela ile görüşme, İran'la anlaşmaya çalışma, demokrasi zirvesine davet etmeye tenezzül etmediği Türkiye ile yeniden yakınlaşma çabaları...
O da dünyaya ayak uyduruyor.
Tüm bu gelişmelerden çıkan sonuç ülkemizde sosyal tabanın tedirginleşmesidir. Ayrıca uzun süredir güdülen İslamcı politikalar toplumda bir reaksiyona ve milliyetçi özleme neden oluyor. Ve bilirsiniz Türklerin çoğu daima milliyetçiliğe yatkındır.
Sosyal taban milliyetçi fikirlere gittikçe daha angaje oluyor. Fakat bunu politik milliyetçilikten ayırmak gerek. Bahsettiğim şey milliyetçi partilerin başarılı olacağı değil. Hayır. Başarılı milliyetçi fikirleriyle sosyal tabana dokunanlar kazanacak.
Bu dediğim bugün olmayabilir hatta önümüzdeki seçimlerde de olmayabilir. Neticede gündelik politik olaylar seçimleri etkileyebilir. Kış aylarında güneş açabilir. Havalar ılık seyredebilir. Fakat bunların hiçbiri kışın gelişini engelleyemez.
İç ve dış faktörler, ülkemizin sorunları ve toplumun karakteri orta vadede, önümüzdeki yıllarda sosyal tabanda milliyetçi fikirlerin büyük önem taşıyacağını deyim yerindeyse kuş dilinde haykırıyor. Yalnızca bu dili bilenlerin başarılı olması mümkün.
Toplumun sorunlarını ve tedirginliklerini anlayan, sosyal tabanla iletişim kurabilen, ona dokunan, iddialı ve güçlü kadrolara ve milliyetçi fikirlere sahip bir siyasi hareket önümüzdeki süreçte son derece başarılı olabilir. Olacaktır.
Şimdi tüm bunları değerlendirdikten sonra siyaset aktörlerinin nelerle ilgilendiğini ve topluma neleri dayatmaya çalıştığını düşünün. Kaybedecekler. Sultan Abdülhamit gibi, İsmet Paşa gibi ve sosyal tabanı kaybeden diğer herkes gibi kaybetmeye mahkumlar.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Ukrayna'da ilk barış dalgası geride kaldı. ABD çıkarları için barış erken... Rusya, Ukrayna lehine olabilecek barışa boyun eğmek için hala fazla kurşuna sahip. Çin ise savaşa kritik etki edebilecek bir yol ayrımında vakit kazanmaya çalışıyor.
Saha tekrar ısınacaktır.
Taraflar hala oynayabilecekleri kartlara sahip. Biden, önümüzdeki günlerde AB'yi enerji yaptırımlarına dahil edebilmek için çabalayacak. Bunu sağladığı taktirde Çin'i Rusya lehine tutumdan uzaklaştırmak için tehdit etmek isteyecek.
Putin hedeflerinden oldukça uzak düştüğünün farkında ama hala atabileceği adımlar var ve bunları atıp neticelerini görmeden masada barış imzalamak istemeyecek. Rusya'nın atacağı adımlar neticesinde oluşacak kıyım, Biden'a amaçları için yeni fırsatlar tanıyacak.
Maalesef böyle bir günü vatan hainlerini anma, terör örgütü liderini kutsama ve bölücü fikirleri yaşatma ritüeli haline getirmiş durumdalar.
Bu bölücü siyasetin meşrulaşması için var gücüyle çalışanlarla en başta fikir mücadele etmek gerekir.
Fakat Kemalizm hazımsızlığı nedeniyle Şeyh Sait'e, Seyit Rıza'ya rahmet gönderenler, oy hesapları için Öcalan'a ve bölücü siyasete alan açanlar olduğu sürece, bu bölücü fikirlerle mücadele etmek zorlaşıyor. Sekteye uğruyor.
Tüm bu hatalar ve zorluklar karşısında fikri mücadele sahasında elverişsiz durumda kalındıktan sonra bu defa kolluğun devreye girdiğini ve engelleme faaliyetlerinin başladığını görüyoruz.
Fikri mücadele kazanılmadığı sürece sahada yürütülen baskılar bu bölücü siyaseti bitirmez.
Hepimiz bu görüntüyü izlediğimizde, terör örgütü lideri lehine slogan atılması nedeniyle rahatsız oluyoruz. Vaka bizi rahatsız ediyor etmesine ama gözden kaçırdığımız çok daha büyük bir sorun var.
Bu tip bölücü sloganlara niye alan açıldığını düşünün: KABULLENME.
Bölücü sloganlara alan açılıyor çünkü alan açılmaması halinde bunun güneydoğu bölgesinde rahatsızlık yaratacağı ön kabulü mevcut.
Sorun tam olarak bu. Türk siyaseti maalesef terör örgütü liderinin bir kısım toplum için kırmızı çizgi olduğunu kabullenmiş durumda.
Yani terör örgütü liderinin bir kısım toplum için önemli olduğu, ona yönelik sloganlara alan açılmazsa bunun o toplumda rahatsızlığa neden olacağı, bunun da seçimlere yansıyacağı kabullenilmiş durumda.
Siyaset Öcalan'ın toplumda karşılığı olduğu ön kabulüne göre hareket ediyor.
Önde Enver Paşa, sağda Cemal Paşa, solda Ahmet İzzet Paşa ve Mustafa Kemal Paşa... 1917 olsa gerek.
Çok ilginç ve mazisi olan bir fotoğraf... Hatta bu fotoğrafın bir ismi olsa "SEN LAZIMSIN" olabilir. Çünkü:
Enver Paşa 1916'ın sonları gibi Harput'a geliyor. Orada bazı duyumlar alıyor. Savaş kötü gittiği için Mustafa Kemal Paşa'nın arkasından onu eleştirdiği, Cemal Paşa ve Ahmet İzzet Paşa'yı onun aleyhine etkilemeye çalıştığı yönünde duyumlar alıyor.
Mustafa Kemal Paşa'nın diğer paşalara Enver Paşa hakkında raporlar gönderdiği, hükümete baskı yapılarak paşayı görevden aldırmak için çabaladığı iddia ediliyor.
Enver Paşa bu iddiaları duyunca hepsini toplayıp bir toplantı yapıyor.
Uzun bir zamandan beri kendisiyle mektuplaşmayı teselli kaynağı olarak gördüğüm bir kişinin mektuplaşmadaki ilgisizliğini görmekle üzülüyordum. Bugün, o uzun süren sessizliğini bozan bir mektubun gelişi azabımı dindirdi.
Mustafa Kemal - 16 Mart 1904, Not Defteri...
Bir mektup... Evet birkaç satırlık bir kağıt parçası. Fakat sevilen bir kalbin, sevdalı oluşu içeren bir ruhun akla gelişi, sonsuz bir değer taşımaktadır.
Mustafa Kemal - 16 Mart 1904, Not Defteri...
Atatürk o dönem epey aşk acısı çekişme benziyor, 2 Mart günü yazdıkları:
Bütün varlığımı yokluyorum. Anlıyorum ki yaşamımda yakarış ve isteklerimin tek bir biçimde oluşmasının olanağı yoktur... Belirsiz... O kadar belirsiz ki...
Sağ iken oldum harap, yok oldum, yeter...
Çanakkale Zaferi, şanslı ve destansı bir zafer olmanın yanında Türk ve dünya tarihi için büyük bir kırılma yaratmıştır. Ayrıca birileri Atatürk'ün zaferde payı olmadığını yazmış. Tam aksine, Atatürk Çanakkale'de doğdu.
Gelin hepsini anlatayım...
1* Çanakkale harekatının niye yapıldığı dönemin haritasına bakıldığında çok iyi anlaşılıyor. Temel hedef boğazları geçip İstanbul'u işgal ederek Osmanlı'yı savaş dışı bırakmak ve Rusya'ya deniz yoluyla ulaşmaktı.
Üstelik Osmanlı askeri gücü yeterince güçlü değildi.
2* Yani bakıldığında İngiliz ve Fransızların yerinde kim olsa bunu denemek isterdi. Bir hamleyle hem Osmanlı devre dışı kalacak hem Ruslarla deniz yoluyla irtibat kurulacak böylece Almanya bir başına kalacaktı.