Mahmut 16 yaşındaydı. 1920 yılının 20 Ağustos günü hayatının en unutulmaz günüydü. Okulun en başarılı öğrencisi olduğu için konuşma görevi ona verilmişti. Mustafa Kemal Paşa geldiğinde heyecanla konuşmaya başladı.
O gün Mahmut'un hayatı değişti. Bambaşka bir ömür onu bekliyordu.
Mahmut, konuşmaya “Tarih seni Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler koyacaktır…” diyerek başladı ve bir çırpıda bitirdi.
Konuşma bittikten sonra Paşa “Gençler, sizi bu millet yetiştiriyor. Göreviniz büyük hizmetlere hazırlanarak bu millete layık olmaktır" dedi.
Mahmut, bu karşılaşmayı ve Gazi’nin sözlerini hiç unutmadı. Üç yıl sonra okulunu birincilikle bitirdi. 1924 yılında, eğitim için yurt dışına gönderilecek 13 kişiden biri olabilmek için sınava giren 150 öğrenciden biri oldu. Sınavı kazanmayı başardı. Berlin'e gönderilecekti.
Mahmut, yolculuk için tren garına geldiğinde içini endişe kapladı. Acaba oralarda yapabilir miydi? Bir ara vazgeçmeyi düşündü. O sırada bir posta memurunun adını haykırdığını duydu. Memurun yanına gidip telgrafını aldı. Bir telgraf, iki cümle ve bir imza bulunuyordu.
"Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyoruz. Gür alevler halinde dönmelisiniz."
İmza, Mustafa Kemal…
Telgrafı okuduktan sonra fikrini değiştirdi. Bir an önce trene binip yola koyuldu. Yol boyunca bu iki cümleyi düşünüp durdu.
Mahmut, başarılı üniversite öğrenimi sonucunda 1929'da tıp doktoru olarak mezun oldu. Gür alev halinde memleketine döndü. Hedefi akademisyen olmaktı. Kısa süre içerisinde Darülfünun'a girmeyi başardı.
1933'te Darülfünun'da doçent oldu. Üniversite reformundan sonra okulda kalabilen az sayıda akademisyenden biriydi.
Aynı zamanda bilim dalındaki yabancı terimlere Türkçe terim türetmekle meşgul oluyordu. Akyuvar, alyuvar, omurilik, salgı gibi pek çok Türkçe terimi türetmişti.
Mahmut, 1936'da sürpriz bir davet aldı. Atatürk'ün de katılacağı Dil Kurultayı'na davet edilmişti. Yıllar sonra onu tekrar göreceği için heyecanlıydı.
Kurultayda Atatürk'le birlikte çalışma fırsatı elde etti. Unutamayacağı bir gündü. Kurultay çıkışı sürpriz bir davet daha aldı.
Akşam, Florya köşkünde kurulacak sofraya davet edilmişti. Köşke vardığında masada kendisi için ayrılan sağ taraftaki 3. koltuğa oturdu.
O gece Atatürk'le dinden sanata, tarihten tıbba, savaşlardan etimolojiye kadar pek çok konuda sohbetler edildi. Sabaha karşı 4'e dek sürdü.
Mahmut daha sonra birkaç kez daha Atatürk'le sofrada bulunma imkanı elde etti. Çalışmayı hiç bırakmadı. 1940'ta fizyoloji profesörü oldu. 1943’te Konya milletvekilliğine seçildi. 1950’de Münih Üniversitesi’nde çalışmaya devam etti.
1953’de İstanbul Tıp Fakültesi Fizyoloji kürsüsü başkanı, 1956 yılında ise ordinaryüs oldu. 1974 yılında senatoya seçildi. Aynı yıl Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti dağılınca geçici olarak başbakanlık yaptı.
Mahmut Sadi Irmak… Bir Cumhuriyet ordinaryüsü… Bu milletin yetiştiği yüksek şahsiyet… Kendisini şöyle ifade etmişti:
“Ben kim miyim? Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamıyım.”
Mahmut Sadi Irmak'ın hikayesini, @masadergi'nin Mayıs sayısı için yazdım.
Mahmut Sadi Irmak'ın yıllar önce katıldığı TRT programında anlattıkları...
Böyle bir Cumhuriyet aydınını dinlemek hem bilgi hem de huzur sağlıyor...
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Atatürk'ün "Gökten indiği sanılan kitaplar" sözüyle ilgili uzun zamandır sorular geliyor. Din karşıtlığı mı yapmak istedi, yoksa başka bir sebebi mi vardı? Fikrimi soran çok insan olduğu için düşüncelerimi yazma gereği duydum.
Öncelikle konuşmanın yeri ve zamanına bakmak gerek.
1* İlgili cümleler 1 Kasım 1937 tarihli TBMM açılış konuşmasının sonlarında yer alıyor. Tam halini görsel olarak ekliyorum.
Bu cümleler kimileri tarafından dini reddiye olarak yorumlanıyor. Özellikle Atatürk karşıtları tarafından saldırı argümanı olarak kullanılıyor.
2* Kimileri "dini reddiye yapsa ne değişir ki" diyebilir. Esasen buradaki amacım Atatürk'ü dindar veya dinsiz yapmaktan çok gerçeklerin anlaşılmasıdır.
Birazdan yazdıklarımı okuyunca bazı şeyler daha net anlaşılacaktır.
Bir kolluk kuvveti mensubu, kafasının içinde "ben çevirdiğim bir adamı gerekirse yatırır döverim, yaklaşan olursa ona da sövüp tekme atarım" hakkını kendisine tanımışsa, orada değiştirilmesi gereken çok şey var demektir.
Çünkü kolluk kuvveti mensubu, kanundan gelen gücünü kullanırken yalnızdır. Onu denetleyecek kimse yoktur. Yalnızca kendisini denetleyebilir. Bu esnada yetkisini kötüye kullanmasını veya yetkisi aşmasını yalnızca kendi vicdanı ve sorumluluk bilinci engelleyebilir.
Kolluk kuvveti mensubu, yetkisini kötüye kullanma veya yetkisini aşma durumu ile karşı karşıya kaldığında vicdan ve sorumluluğu onu durdurmaya yetmezse zorbalık başlar.
Bu gidişatı engellemek için kafaları değiştirmek gerekir ki o da çok zordur.
Sene 2007... Tarihte ilk defa İsrail lideri TBMM'de konuşma yaptı.
13 Kasım 2007 günü İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, TBMM'de Ankara Forumu kapsamında bir konuşma gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Filistin Yönetimi Ulusal Lideri Mahmud Abbas ve Peres barış için bir araya gelerek bir mutabakat imzaladı.
Sene 2009... Davos zirvesinde Başbakan, moderatör ve İsrail lideri arasında tartışma yaşandı. Başbakan zirveyi terk etti ve bir daha katılmayacağını açıkladı.
Tarihi fotoğraf: Yerde oturanlar, Filistin'de İngilizlere esir düşen Türk askerleri.. Çevrelerinde onları izleyen Filistinliler bulunuyor. Farkında olmadan yok olan huzurlarına bakıyorlar aslında.
Türkler, bölgeye huzur getirmişti. Gittiklerinden beri sadece acı ve göz yaşı var.
Huzurun sağlanması için birlik ve beraberliğe, millet olmaya ve sağlıklı bir devlet aygıtına ihtiyaç olur.
Araplar maalesef hala millet olamadılar. Birlik ve beraberliklerini sağlayamadılar. Hala devlet geleneğine sahip değiller. Bu, acıyı beraberinde getiriyor.
Bugün bile, Filistin halkı zulüm görürken şahsi çıkarlarını düşünen yöneticilere sahipler. Suud'ları, Mısır'ı ve diğer ülkeleri bir kenara koyun.
Filistin'deki siyasi gruplar bile hala kendi içlerinde ideolojik çekişmeler yaşıyor. Bir olamadıkları sürece acıları son bulmayacak.
Filistinliler, atalarının geçmişte yaptığı hataların bedelini ödüyor. Hatta bugün bile Filistin yönetiminin çok büyük hataları var. Mazlumları kullanarak siyasi kazanım elde etmeye çabalayanlar da var, evet.
Fakat o çocukların, kadınların, mazlumların bir suçu yok.
Acı çeken, öldürülen, tepelerine bomba yağan mazlumların acılarını paylaşmak, onlar için tepki göstermek yapılması gereken şey...
Türklerin kaderidir. Kıymetleri bilinmez. İhanete uğrarlar. Hep böyle olmuştur. Ama Türkler hiçbir zaman masumlara "oh olsun" demedi. Dememeli.
Geçmişte yaşanan hadiseler, Doğu Türkistan'a susup Filistin konu olunca alevlenenlerin samimiyetsizliği, Filistin pazarlamacılığı yaparak acılardan menfaat devşiren bazı sivil toplumun tiksinçliği... Bunları görüyoruz.
Ama zulüm gören çocuklar için üzülmeye engel değil.