Namibya, geçmişte coğrafi özellikler ve birçok değerli maden kaynakları sebebiyle başka ülkeler tarafından fark edilmiştir.
Her zaman dış ülkelerin gözünde olan bu ülkede 17.yy’a kadar yerleşim olmamıştır.
Yerlileri ise Ovembo, Herero, Nama ve Orlam kabileleri olmuştur.
1880'lerde Güney Batı Afrika'da Almanya kendi kolonisini kurdu, Afrika hakkında tecrübesiz bir askeri vali atadı ve yerleşimciler gönderdi.
1884–85 Berlin Konferansı’nda, Almanya’nın sömürgeleri uluslararası düzeyde onaylanmıştır.
Bu bölgedeki elmas yataklarını kontrol altına alan Almanya bölgenin güvenliği için II. Kaiser Wilhelm’in emriyle Alman İmparatorluğu’nun en iyi birliklerini de bölgeye getirdi.
Almanlara karşı ayaklanan bazı kabileler tamamen ortadan kaldırılırken geri kalanlara baskı ve zulüm ile boyun eğdirildi. Köpekbalığı Adası (The Shark Island) konsantrasyon kamplarının başında geliyordu; adaya götürülenler burada ölüme terk ediliyordu.
“Almanlar beni adaya gönderdiler. Bir yıl orada kaldım. Yaklaşık 3.500 kişiydik; sadece 193 kişi geri dönebildi, 3.307’si adada öldü.” -Tanık ifadesi
Adaya götürülenlerin yaptığı angarya işlerin başında ise
daha önce orada ölenlerin cesetlerindeki kafatası gibi belli kemikleri etlerinden sıyırarak temizlemek vardı. Temizlenen kafatasları “bilimsel” araştırma amacıyla Alman üniversitelerine gönderilmekteydi.
O zamanlarda Namibya’da yaşayan yerliler hayvancılıkla geçimlerini sağlıyorlardı. Almanlar Avrupa’dan geldiklerinde kendileriyle beraber çeşitli hastalık ve salgınları da getirmişlerdi.
Bir süre sonra tüm hayvanlarını kaybeden Namibya yerlileri mecburi olarak Almanların yanında çalışmaya başlamışlardır.
Zamanla köleleştirilen yerliler bu duruma dayanamamış isyan çıkartmıştır.
İlk isyan edenleriyse Nama kabilesidir.
12 ocak 1904 tarihinde de Herero kabilesi isyan etmiştir. Almanlar bu duruma karşılık olarak General Lothar van Trotha’yı göndermiştir.
Almanlar ve yerliler arasında yaşanan Waterberg savaşından sonra yerliler çöle sürülmüş açlık ve susuzlukla boğuşmuştur.
O zamanlar yaşamış ve o bölgede Almanlara kılavuzluk yapmış Jan Cloute anlatıyor: “Waterberg savaşında yenilgiye uğratılan yerlilerin birçoğu erkek, kadın, çocuk demeden katledilerek öldürüldü.
Almanlar kaçan diğer yerlilerin peşine düştü.
Yakaladıklarını süngülerle öldürdüler. Yerlilerin savaş aleti olmadığından dolayı Almanlara karşılık veremediler.”
Namibya’da yaşanan savaştan sonra hayatta kalan tüm yerliler toplama kamplarına gönderilmiştir.
Gönderilenlerin yarısından fazlası çocuklardan ve kadınlardan oluşmaktaydı.
Erkeklerin çoğu da silahsız olarak girdiği savaşta ölmüştü.
Yetersiz beslenmeden dolayı yarısından fazlası hayatta kalamamıştır.
Kamplarda, çoğu kadın ve çocuk olan esirler, çalışmaya uygun olanlar ve olmayanlar olarak sınıflandırılıyor ve 18 saate yakın kendilerine verilen işleri yapmak zorunda bırakılıyorlardı.
Esirlere yemek olarak bazen pişirmeye bile ihtiyaç duyulmadan sadece pirinç veriliyordu.
Kamplarda ölen at ve öküzler de pişirilerek esirlere veriliyordu.
Toplama kampındaki kadınların birçoğu tecavüze uğramış ve doğan bebekleri ölüme terk edilmiştir.
Kamplarda ölü bulunan insanların cesetleri bilimsel deney için kullanılıyordu.
Holokost’taki uygulamaya benzer şekilde, kamplara gönderilenlere önce dövme yapılıyor, kamp dışında çalışmaya gittiklerinde ise kimliklerini belli edecek olan boyun bantları takmaya zorlanıyorlardı. Çalışmayı reddedenler vuruluyor ya da asılıyorlardı.
‘Yeterince’ çalışmayanlara karşı uygulanan en yaygın yöntem ise su aygırı derisinden yapılan ‘sjombak’ denilen kırbaçla dayak atmaktı.
1905 yılında kamplardan birini ziyaret eden muhasebeci Percival Griffith, yaşanılan vahşet sahnelerinden yalnızca birini,
Cape Argus gazetesine şöyle anlattı:
“Orada, yüzlercesi var. Çoğu kadın ve çocuk, az sayıda yaşlı erkek de var. Düştükleri zaman, askerler tüm güçleriyle, kalkıncaya dek kırbaçlıyorlardı. Bir keresinde, sırtında bir yaşından küçük bir çocuk taşıyan bir kadın gördüm.
Başının üzerinde de ağır bir üzüm çuvalı vardı.
Birden düştü. Onbaşı hemen geldi, dört dakikadan fazla kadın kırbaçladı, aynı zamanda bebeği de kırbaçlıyordu. Kadın kalkmak için yavaşça mücadele ediyordu ve sonunda tüm yüküyle birlikte kalktı.
Bu süre boyunca, kadının gıkı bile çıkmadı, fakat bebek feci şekilde ağladı.”
Alman zoolog Leopard Schultze kamptaki yerlilerin ölü bedenlerinden parça alınmasına izin verdiğini açıklamıştır.
Alman antropolog Eugen Fischer, ‘ırklar üzerine bazı tıbbi deneyler’ yapmak için kamplarda bulundu.
310 ‘karışık ırktan’ çocuk üzerinde araştırma yapan Fischer, bu çocukları ‘düşük ırksal kalitedeki Rehoboth piçleri’ olarak adlandırdı.
Tarihçilerin yaptığı açıklamaya göre 100.000 Namibya yerlisi bu soykırımda vahşice öldürülmüş veya ölüme terk edilmiştir.
Birleşmiş Milletler Whitaker raporu baz alınarak 65.000 Herero (Nüfusun %80’i) ve 10.000 Nama’lının (Nüfusun %50’sinin) 1904 ve 1907 yılları arasında
katledildiği veya ölüme terk edildiği söylenmiştir.
Çoğu kaynakta 100.000’i geçik insan katlettikleri yazmaktadır…
1915 yılındaki savaşta Versay Anlaşmasıyla Namibya topraklarını Güney Afrika’ya vermişlerdir. 1990 yılında da Namibya bağımsızlığın ilan etmiştir.
Mama Namibya’ya:
Ailesi Almanlar tarafından öldürülen 12 yaşındaki Namibya’lı çocuğun çölde hayatta kalmaya çalışmasını anlatan bir roman. Yazarı Mari Serebrov.
V :
Köpek Balığı Adası’ndaki toplama kampını anlatan bir roman. Yazarı Thomas Pynchon 1963.
Aynı zamanda BBC, Halfdan Muurholn ve Casper Erichse 100 yıllık sessizlik adlı belgeselinde annesi alman askerleri tarafından tecavüze uğramış bir kızın hayatını anlatmıştır.
1942 yazında İstanbul gazetelerinde, genel olarak gayrimüslimleri, özel olarak Yahudileri hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikar (aşırı kar) fiilleri ile ilişkilendiren haberler ve karikatürler birbirini izlemişti.
Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi.
9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız.
Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”
Şair, senarist ve de roman yazarı.
1919 yılında Samsun’da doğdu, Samsun Lisesi’nde okudu.
1942 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.
Abdülkadir Pirhasan , bildiğimiz, tanıdığımız ismiyle Vedat Türkali…
Maltepe ve Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı.
“Kendimi çok talihli saymışımdır. 1919’da çok yoksul bir semtte, emekçi bir ailede doğdum.
Bu bir defa büyük avantajdı benim için.
Mahallemde okuyan tek kişiydim. Ve asıl talihim de o zaman TKP’yle ilişkisi olan bir komünist genç arkadaşın bizim okulda olması ve bana ışık tutması oldu.
Yani dünyayı, liseyi bitirmek üzereyken sınıfımdaki hemen hemen herkesten daha erken kavramaya başlamıştım.
İyonosfer, Dünya atmosferinin, yüzeyden yaklaşık 50 – 100 km yukarısında başlayan ve yüzlerce kilometre boyunca yukarı çıkan bir bölgesidir.
Dünya yüzeyi ve iyonosfer arasındaki boşlukta titreşimler
meydana gelir
Dünya yüzeyi ve iyonosfer arasındaki boşlukta meydana gelen doğal frekansa yani titreşime Schumann Rezonansı denir. Aralarındaki o boşluk kapalı bir dalga kılavuzu görevi gördüğü için rezonans uzaya genişledikçe azalmaz, aksine kapalı boşluk içinde dengelenir.
Dünya’mızın kalp atışı olarak da tanımlanan, bu boşluktaki titreşim frekansı, ortalama 7.83 hertzlik Şchumann rezonansıdır.
Bilim insanlarının onlarca sene üzerinde çalışmalar yürüttüğü ve incelediği bu değer, birçok farklı etken tarafından değiştirilebilir.
Paketlenmiş sigaralar daha başka bir deyişle endüstriyel üretimle tüketicilere sunulan sigaralar, 20. yüzyılın başlarında ABD’de üretilerek tüm dünyaya yayıldı.
Sigara endüstrisi o yıllarda reklam ajanslarının en büyük müşterileriydi.
1900’lü yılların başından 1. Dünya Savaşına kadar ABD’de en popüler tütün “Türk tütünüydü”.
O dönemde Osmanlı tebasına ait; Rum, Ermeni, Yahudi ve Türk ırkına mensup herkese “Türk” adıyla hitap edildiği için,
Osmanlı Devleti’nden ABD’ye göç eden Osmanlı Ermeni ve Osmanlı Rumlarının kurduğu sigara şirketlerlerine de ABD’de “Türk Şirketleri” diye hitap ediliyordu.
Dönemin sigara markalarının pazarlama stratejileri ve reklam kampanyalarında genellikle Türk kültürüne ait detaylar ve
Penis bir gün yönetim kurulundan zam talebinde bulunmuş ve aşağıdaki gerekçeleri sunmuş:
“Sayın yönetim kurulu, ben penis olarak aşağıdaki nedenlerden dolayı zam istiyorum:
-Bedensel olarak çalışıyorum…
-Her işimde mutlaka kafamı da kullanıyorum…
-Hem derin, hem yüzeysel işlerde çalışıyorum…
-Çalışma ortamım çok sıcak ve fazla mesai ödenmiyor…
-Karanlık, havasız ve rutubetli ortamlarda çalışıyorum…
-Tatil, bayram tatilim ve senelik izinlerim yok…
-Yaptığım işlerde hastalığa kapılma olasılığım çok yüksek olmasına rağmen sosyal güvencem yok.
Bu gerekçelerden ötürü isteğimin işleme konulması için gerekenin yapılmasını saygılarımla arz ederim.”
"Galiba 1896/97 sıralarında idi. Bir cumartesi günü rahmetli ağabeyim Nijat’la mektepten çıktık, eve gidecektik. Arkadaşlarımızdan biri yolumuzu kesti: ‘Haberiniz var mı?’ dedi. ‘Şurada Sponeck salonunda bugün sinematograf göstereceklermiş. Pek meraklı bir şey diyorlar…’
Kapıdan, onar kuruş vererek girdik. Karşımızda bir, bir buçuk metrelik bir beyaz perde duruyordu.
Derken ortalık birden karardı, korktuk…Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif..
Rıhtım üstünde telaşlı, telaşlı insanlar gelip, gidiyor. Hepsini sara nöbeti tutmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz, acaip…Kimi bu sihirli icadı gidip görmeyi günah sayıyor, kimi gidip gördüğünden dolayı tövbe ediyor,