İngiliz İzmir konsolosu Palgrave l868' de ülkesine yazdığı bir raporda şunları yazıyordu:
"Osmanlıda ki Hıristiyanların Türklere kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, çalışkan ve erdemli olmalarına yormak yanlıştır.
Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namusluluk ve dürüst iş çıkarma bakımından Türkler şaşmaz biçimde, Rum ve Ermeni hemşehrilerinden kesinlikle bir gömlek üstündürler.
Ama nevar ki, Türkler muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler.
Hıristiyanlar ise Osmanlı Devletin'deki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir. Zenginleşmeleri de çok su götürür spekülasyonlarla, apaçık hilelerle ya da tefecilikle olmuştur"
İmparatorlukta kuyumculuk, sarraflık, bankacılık, hekimlik ve
mimarlık gibi işler genellikle gayri müslim zimmiler tarafından yürütülmüştür.
Örneğin, II.Mahmut döneminde Bolu Şehri'ne ait şer'iyye siciller incelendiğinde burada bulunan Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu
ve bunların uğraştıkları çalışma kollarının çeşitli alanlarda olduğu gözlenmektedir:
Ayrıca 1613 yılında Bolu'ya gelen Polonyalı Simeon şehirdeki Ermenilerin, boyacılık ve kaftancılıkla uğraştığını söylemektedir.
1808 yılında buraya gelen Fransız seyyah Adrien Dupre ise şehirdeki Gayrimüslimlerin altın işi ile uğraştıklarını bildirmektedir.
XIX. yüzyıl boyunca bugünkü Türkiye sınırı içinde kalan alanlarda İstanbul en büyük ithalat, İzmir ise en büyük ihracat limanı
durumundaydı. Bu kentlerin dışında Trabzon, İskenderun, Samsun,Mersin, Selanik, Basra ve Beyrut diğer önemli dış ticaret limanlarını oluşturmaktaydı.
Sözü edilen limanlardan gerçekleştirilen dış ticaret başlıca iki kesimin elinde bulunuyordu. Biri Avrupalı tücarlar diğeri ise Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan gayrimüslim azınlıklardı, yani Osmanlı tebaası olan Rum, Ermeni ve Yahudi tüccarIardan oluşuyordu.
Çeşitli Avrupa ülkelerinden gelerek belli başlı liman kentlerine yerleşen Avrupalı tüccarlar, dış ticareti kurdukları aile şirketleri ve
ticaret evleri aracılığı ile yürütüyorlardı. Öyle ki, 1840 yılında İzmir' deki İngiliz ticaret evlerinin sayısı 35'e yükselmişti.
İkinci gruba giren, yani İmparatorlukta yaşayan Gayrimüslimlerin oluşturduğu tüccarlar, özellikle İmparatorluğun gelenek ve görenekleri ile üretim kalıplarını bilmeleri ve ticari deneyim ve becerileri nedeniyle Avrupalılar için vazgeçilmez bir ortak durumuna gelmişlerdi.
Bunların yardımı olmaksızın hem ithal edilen mamul Avrupa mallarının satışı, hem de ihraç edilecek malların Osmanlı üreticilerinden
toplanarak limanlara yollanması oldukça zor bir işti.
Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan azınlıklar, kapitülasyonların verdiği imtiyazlar ve Batılı devletlerin himayeci politikaları sonucu ekonomik açıdan oldukça iyi duruma gelmişlerdi.
Yine kapitülasyonlarla yabancı elçilere yerli gayr müslimlerden tercüman kullanma hakkı tanınmış, bu hak daha sonra genişletilerek yabancı konsolosların da tercüman kullanabilmelerine dair izin çıkmıştı.
Hatta kapitülasyonlara aykırı olduğu halde yerli Hıristiyanlardan konsolos tayinine bile başlanmıştı.
Bu düzen askere de gitmeyen Rum ve Ermeni nüfusu zenginleştirip, geliştirir iken, 7 yıl askerlik yapan TÜRK ancak amelelik ve ya çiftçilik yapabiliyordu sağ dönerse..
Kaynak Eser:
Şevket Pamuk, "XIX. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti", TanzimattanCumhuriyete Ansiklopedisi, (Ankara:i970),c.III.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Adam, Türkçe bir sözdür. Sümercesi de, eski Türkçesi de adamdır. Adam, cinsiyet vurgulayan bir kavram değildir. Kişioğlu demektir. Adam nitelemesi kadın için de, erkek için de geçerlidir.
Sağda solda çok sık duyarız ya da kendimiz de söyleriz, “Çok uğraştım, ama onun adam olmadığını gördüm” ya da “Onu bir şey sanmıştım, ama adam değilmiş” diye.
Atatürk’ün manevi kızlarından Afet İnan, tarih öğrenimi görüyordu. Hocalarından, İsviçreli ünlü bilim adamı Prof. Eugéne Pittard, doktora tezi olarak, Türk’ü tanımlamasını istedi.
Öğrencisinin, Atatürk’e danışacağını biliyordu. İsviçreli ünlü profesör, En Büyük Türk’ün, Türk ulusunu nasıl tanımlayacağını merak ediyordu.
“ Ankara’ya gitmek zamanı yaklaşıyor. Hazırlanmak için lazım gelenlere emir verdim. Sen de kesenin ağzını aç bakalım.
Mazhar Müfit Kansu: Hangi kesenin ağzını, ağzı açılacak kese mi var?
Mustafa Kemal: Şakayı bırakalım, yol için para lazım. Mevcudumuz nedir?
Mazhar Müfit Kansu : Bankalardan Temsilciler Kurulu adına borç alamayız. Şahsımız namına alırız. Mesela ben, sen ve diğer bir arkadaş bankadan borç para alamaz mıyız? Bu da mı soygunculuk sayılacak?
ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİNDEN SONRA MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ANKARA'YA GELİŞİNİN 101. YIL DÖNÜMÜ KUTLU OLSUN.
(27 ARALIK 1919)
Mustafa Kemal geliyor!
Açık ve ılık bir hava. Öğleden sonra saat üçü geçiyor. Bu dakika uzaklardan bir otomobilin korna sesi, bütün insanları yerinden oynattı. Kızıl Yokuş toz dumana karıştı. İki otomobil. Alkış ve yaşa sesleri yeri ve göğü inletiyordu.
Çankaya ve Dikmen tepelerinden güzel sesli hazıflar salat ve ezan okuyorlardı.
Büyük harpten kalma eski ve boyası dökülmüş motoru adeta işlemek için isyan ettiği hissini bırakan, takırtılı sesler çıkaran tekaüde çıkarılmış bir Benz otomobil yaklaştı.