Bu aşam ‘General Harington Kupası’ ve ‘Milli Mücadele’de Fenerbahçe’nin Rolü’ , Atatürk üzerinden oluşturulan “Son Kale” retoriği üzerine bir flood yapmak, tek tek üzerinden geçmek istiyorum.
Epey uzun olacak bu sefer, sonuna kadar dayananlara şimdiden bravo.
Son 15-20 yıldır Fenerbahçe'de futbol-dışı anlatı (hikaye) başladı. Temel olarak, 3 iddianın altı çeşitli öykülerle doldurularak anlatılıyor:
“Milli mücadelede aktif yeralmıştı”,
“Atatürk Fenerbahçeliydi“,
“İşgalcilere karşı halkın umudu olarak Harington kupasını aldı”.
“Milli Mücadele”, “Atatürk” gibi ortak paydamız olan değerleri sahiplenerek öne çıkma çabası bir yana, Galatasaray’ı da suçlayarak değersizleştirme çabası gösteriliyor (Fransız tohumları, İşgalcilere okulunuzu açtınız, Atatürk bizim vs.).
Bakalım neymiş ne değilmiş....
Önce Harington Kupası’nı inceleyeceğim.
Ardından “Milli Mücadeledeki Fenerbahçe”ye bakacağım.
“Atatürk Fenerbahçeli” olduğu iddiasını yazdığım için bunu atlıyorum.
Sonda da Fenerbahçe’nin neden tarihini farklılaştırma gayreti sarfettiğine dair fikirlerimi yazacağım.
Önce, Fenerbahçe’nin bugün yoğun Milli Mücadeleci, Atatürkçü retoriği kullandığı işgal döneminin tümünde kulübün başında olan, faaliyetlerine
önderlik eden Fenerbahçe Başkanı’nına bakalım.
Fenerbahçe’nin konuşulmasından hoşlanmadığı, dillendirmek istemediği bir konu bu.
Üstelik, Milli mücadelede herşey yoluna girerken, yani İnönü zaferleri kazanıldıktan sonra yapmıştır bunu.
"Plan" diyorum, çünkü Babası Abdülmecit'in, amcasının oğlu Vahdettin'e, hemen öncesinde 2 mektup gönderip "Anadolu'ya şehzadelerin gönderilmesini" önerdiğini biliyoruz.
Kuvayı Milliye hareketinin önderliğini Osmanlı sülalesine geçirme planının öznesi olmuştur Fenerbahçe Başkanı.
Vahdettin’in damadı, İstanbul günlerinden tanıdığı olan Mustafa Kemal’in “gelme” haberine rağmen, ısrarla Ankara’ya gidip hareketin başına geçmek için yola çıkmıştır.
Fenerbahçe kaynakları bu hazin olayı inanılmaz bir pişkinlikle anlatıyorlar.
Onlara göre, Anadolu hareketine katılmak istemişmiş.
Bu konudan hiç haberdar olmayan elbette çok ama duyup da o “mazeret”e safça inanan Fenerbahçelilerin sayısı da az değil.
Ama şunu atlamışlar:
Gerçek niyetin ne olduğunu, Mustafa Kemal, olaydan 1 yıl bir geçmeden 24 Aralık 1921’deki Meclis’te yaptığı ve nihayet yayınlanan TBMM gizli celse kayıtlarında anlatmış!
Yazıyla da ekleyeyim:
“Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da şifahen haber göndermişti. Bana
gönderdiği şeylerde diyor ki...."/
"...Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şeraitimi şimdiden tespit ediniz ve buradan birtakım insanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır. Doğrudan doğruya istihdaf ettiği gaye, halife ve padişah olmak...." /
Merak eden okusun, tümünü yukarda fotoğraf olarak koydum.
Atatürk, görüldüğü gibi,"gayeyi" bizzat teşhis etmiş...
İşte FB kaynaklarının, (Bkz: “Sarı Lacivert Kurtuluş Savaşı”, S. Meydan) “İstanbul ve Padişah Vahdettin İngilizlerle birlikte Milli Hareketi yok etmek için çabalarken, FB’li şehzade Ömer Faruk Efendi, Milli Harekete katılmak için Anadolu’ya geçmişti.” cümlelerinin arka planı!
Yıllar sonra Ömer Faruk Efendi sürgündeyken "bize artık ihtiyaç kalmamış. Ben bittabi bunu bilemezdim, çok gençtim" diyerek günah çıkarması oldukça trajikti.
Atatürkün konuşmasında bahsettiği, Ömer Faruk Efendi'yi "Ankara'ya gidip "halife ve padişah olmaya sakın yeltenme" diye ikna etmeye çalışanın da bir Galatasaray Kurucu Babası, Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey olması ise maalesef bilmedikleri bir başka trajedi...
Evet, arık General Harington Kupası’nın hikayesine, sanırım bilinmesi istenmediği için pek bilinmeyen bu “yaman çelişki”den sonra geçebiliriz...
Yazı, bize milliyetçi duyguların fişeklendiği, çok hararetli bir atmosferi anlatıyor:
“Fenerbahçeye özel bir kin duyan” işgalci komutan Fenerbahçeyi maça davet ediyor. Kulüp kabul ediyor. Mağrur ve küstah bir şekilde statta özel koltuğunda oturup alaycı bakışlarla.../
...futbolcularının Fenerbahçe’yi eze eze yenmesini seyretmeyi planlamış olan general büyük hüsrana uğruyor. Fenerbahçe, mucizeyi gerçekleştiriyor ve halkın kin ve öfkesinin simgesi olarak kendisinden kat kat güçlü olan işgalcileri (“adeta bir “İngiltere Milli Takımı”!) yeniyor
... Halk coşku içinde sokaklara fırlıyor, futbolcuları omuzlarında caddelerde taşıyor...
Tam bir film senaryosu. Zafere Kaçış’a nasıl benziyor, değil mi?
Ama gerçek hayatta hikaye böyle gerçekleşmedi...
Bir zaman tüneli makinemiz olsaydı, 29 Haziran 1923 gününe geri dönseydik, şunlarla karşılaşacaktık.
İstanbul’da hayat normal akışına döneli neredeyse 1 yıl olmuştu. Padişah Vahdettin çok şehri terketmişti. Şehri artık Kuvayi Milliye yani Ankara Hükümeti yönetiyordu.
Görüldüğü gibi,
Duyguların tavan yaptığı tek yer burasıdır.
Sokaklarda tek bir işgal askeri yoktur, tümü gelen emirle eşyalarını kışlalarında toparlamakla meşguldür.
Kısacası, işgalin esas sona erişinin tarihi 19 Ekim 1922’dir.
Bu fotoğrafın çekildiği gün 23 Ekim 1922’de, Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, 1 ay sonra bir İngiliz gemisiyle İstanbul’u terkedecek olan kayınpederi Padişah ile “saltanatın yürürlükten kaldırılacağı” haberinin sonucunu konuşuyordu. (1 Kasım 1922’de kaldırıldı)
Ana konuya geri dönüyorum.
Peki, Refet Paşa’nın idareyi fiilen almasının üzerinden tam tam 8.5 ay geçtikten sonra, bu Kupa nasıl olur da “işgalden kurtuluşun simgesi” olabilir?
Elbette olamaz. Ve değildir de zaten.
Tekrar zaman tüneli makinemize girelim ve tam maç gününe, 29 Haziran 1923 gününe geri dönelim.
İstanbul’da şunlarla karşılaşacaktık:
Refet Paşa, İstanbul’un idaresini artık tamamen eline almıştır. Öyle ki, Türk askerleri evlere baskı yapmakta, Ankara’dan gönderilen “tutuklanacak hainler” listesindeki isimleri tek tek evlerinden almaktadır.
İşgal kuvvetleri, buna karışmamakta, çekilmenin lojistik işleriyle uğraşmaktadırlar. Sürekli toplantılar yapılmakta, ayrıntılar konuşulmakta, İşgal Kuvvetleri’nin ellerindeki malzemelerden taşınamayacak olanların satışı yapılmaktadır.
General Harrington, zaten yumuşak başlı, Türklerle iyi geçinmek isteyen bir idarecidir. Mustafa Kemal’e hayrandır. İstanbul’u, İstanbulluları seven biridir.
Hatta daha dün işbirliği yaptığı isimlerin tutuklanmalarına yardımcı bile olmaktadır.
İşte böyle bir işgal komutanının İstanbul’dan ayrılmadan önceki etkinliklerinden biriydi o maç.
Aslında maç da demeyelim, söz konusu olan bir turnuvaydı!
Evet, turnuva...
Üstelik İngilizlerin kendi kurdukları takımlar arasındaki bir turnuva...
Harington Kupası, aslında vakit geçirmek isteyen İngiliz askerleri için düzenlenen bir turnuvaydı.
O takım isimleri de (Irish Guards, Grenadiers Guards ve Coldstream Guards) askerler bulundukları kendi birliklerine göre koymuştu.
Örneğin “Grenadiers”, el bombalı piyade birliği askerlerinin birliğiydi.
Goldstream Guards” (FB kaynakları yıllardır Goldstream olarak yazıyorlar; “Coldstream Guards” olmalı bu birlik), kafalarındaki şu meşhur uzun kırmızı şapkalarıyla bilinen en eski tören birliğiydi.
Evet ordudaki askerler bunlar; ama Fenerbahçe kaynakları bunları “İngiliz Milli Takımı” gibi tanımlıyorlar Sadece o maç için İngiltere’den, Mısır’dan filan profesyonel futbolcu getirdiklerini de uyduran “kaynaklar” da var ki pes diyorum artık 😀 Şaka gibi.
Basit, mantık bile çalıştırılsa yanlış. Adamlar zaten gidiyor, Mısır'dan Süveyş'den niye asker getirsinler? Uçak seferi filan da yok hani...
Anlatıda kullanılan diğer gerçek dışı yan unsurlarından biri de şu:
General Harington’un giderayak bir PR çalışması çerçevesinde ”dostluk” adına yaptığı çağrı da ”özel
kin duyduğu” safsatasını uydurdukları Fenerbahçe’ye değil.
Söz konusu turnuva tamamlandıktan sonra (Coldstream kazanmış), 4-5 yıldır zaten güzel güzel dostluk maçı yaptıkları tüm kulüplere davet yapmışlar. Bu daveti diğer kulüpler pek önemsememiş, yanıt verme gereği de duymamışlar.
Hevesle tek atlayan Fenerbahçe yöneticileri...
Şimdi, bu noktada o gün yaşanan gerçek “hava”yı hissedebileceğiniz tek kaynak, anılar ve gazete kupürleri olabilir.
Önce “anılar”a bakalım.
Ama bir dakika...
Hürriyet’te yayınlanan habere, Fenerbahçe’nin oynadığı kupa finalinin ballandıra ballandıra anlatılmasına bakarak, popüler yazar Atilla Oral’n bu kitabında Harington’un kendi bakış açısından olayı anlattığı satırları bulacağını düşünenleri uyarayım baştan.
Öyle birşey yok. Fenerbahçeli tarihçi, maalesef bizi yanlış yönlendiriyor.
Çünkü Harrington’un orjinal anılarında ne kupayla, ne Fenerbahçe ile hatta ne de futbolla ilgili tek bir satır bile yok!
(Bu anlatının bir de maçı tasvir eden ikinci bölümü var; ona birazdan geleceğim.)
Hamaset edebiyatının mükemmel bir örneği.
“İşgalcilerle hesaplaşma”... “intikam duyguları”... “ Kocatepe’deki şahlanışın provası...”...
Yani, maç futbolu geçmiş, işgalcilerle hesaplaşmaya dönmüş. İstanbul halkının intikam duygularını teselli eden yegane olay olmuş. Fenerbahçe Kuvvayı Milliye ruhunun halk içindeki sembolü olmuş.
E, zaten Atatürk de Fenerbahçeliymiş...
“Anlatı”yı böyle kurmuş yazan.
Neden böyle bir algıya başvurmuş yazar sizce? Sanırım artık doğru olup olmadığını kimsenin sorgulamaya bile cesaret edemeyecek kadar yerleşikleşmiş bu çarpıtılmış
masalın devam etmesini istiyor. Halel gelmesini istemiyor.
İnanılmaz ama filmini çektiklerini duyuyorum.
Yani "fesler havada uçuşmuş", "omuzlar üstünde staddan çıkmışlar"... "Beyoğlu caddelerine omuzlar üzerinde... "Milli zafer.."""
Konuyu bilenler, biliyor ki, bu anlatılan maç sonrası “coşku”, zekice yapılan çarpıtma.
O maça tarihi bir önem atfetmek istedikleri için, maç sonunun sıradan olmasını istemiyorlar.
Bu nedenle yazar maç sonuna olağanüstü bir coşku katması gerektiğini biliyor.
O güne dair tarihi hiçbir kayıtta öyle bir coşku olmadığı için (birazdan göreceğiz) çok etik dışı bir şey yapıyor:
O maçta oynayan, hatta gol atanlardan Zeki Rıza’nın yıllar sonra oynanan başka bir maç için yazdığı bir anıyı oraya monte ediyor!
"...O ne büyük bir hadiseydi. Maçtan sonra bir an içinde kendimi bir insan selinin omuzları üstünde bulmuştum. O zaman bu adetti. Parlak başarılardan sonra Taksim Meydanı’na kadar futbolcular omuzlarda taşınırdı. Biz de uzun müddet omuzlarda gittik.”
Bir de "anlatı"da, İnönü’ün Lozan’dan telgraf çekmesi var; hayal dünyasının bir diğer ürünü.. Öyle bir telgraf yok elbette. Yazışmaların tümü yayınlandı, aralarından böyle bir telgraf çıkmadı.
İsmet Paşa’nın başında o kadar dert varken o maçtan haberi olması koca bir şaka..
Ben size söylemiştim uzun olacak diye :-)
Daha var yazacaklarım epey...
İşgal döneminde Fenerbahçe 50, Galatasaray 23 (10’u Fransız askerleriyle) , Altınordu 7 olmak üzere toplam 80 maç yapmış. İlk maçı, işgalin hemen 11 gün sonrasında Fenerbahçe yapmış....
Savaşın sona ermesinden sonra (30 Ağustos 1922) da maçların 11 ay boyunca devam etmesi (son maç 30 Eylül 1923), bu maçların niteliğinin kesinlikle Fenerbahçe’nin algılatmaya çalıştığı gibi olmadığını da gösteriyor.
Kimseyi maç yaptılar diye suçlamak da yanlış. Unutmayalım ki, Ankara Hükümeti’nin destekçileri arasında İtalyanlar ve Fransızlar da vardı. Dahası İngilizler Yunanistan ile yaptığımız savaşta tarafsızlık kararı almıştı. (Birazdan silah kaçırma bahsinde değineceğim ayrıntılı)
O dönemin havasını bilmeden saçma bir efsane yaratmak çok yanlış.
Vakit geçirmek için İngiliz askerlerine yaptırılan bu eğlencelik maçların, dönemin İT/Kuvayı Milliye yanlısı gazetelerinden bazılarınca özellikle abartıldığı saptaması yapmıştı Şükrü Hanioğlu Hoca; çok doğru.
Soru esasen şu:
Biten savaşın ardından, gün sayan askerlerin turnuvası sonunda, sempatiklik adına yaptığı davete gelen Fenerbahçe’nin maçını, “intikam duyguları içindeki milli duygularını şahlandıran ve yaralı gönüllere teselli veren yegane olay”gibi tanımlatan duygu nedir?
Evet...
Şimdi geçelim şu meşhur “Milli Mücadeledeki Fenerbahçe” argümanına...
“Şöyle bir ağız tadıyla İstanbul’u işgal ettirmeyen Fenerbahçe’den intikam almak isteyen” bir general...
Kapatılmasın diye “araya giren” Saraylılar...
“MİM grubuyla koordineli çalışan” Fenerbahçe...
Gizlice silah kaçırılan "kayıkhane" var bir de anlatılarda...
Başlayalım. Fenerbahçe hiç kapatılmamıştır. (Kapatılsaydı işgalci piyadelerle 50 maç yapamazdı zaten)
Yine başka Fenerbahçe sitesinde yazıldığı gibi “kulüp kapısının önüne asker koydular” dediği olayın Fenerbahçe ile ilgisi zaten yoktur.
Bu kadar kendine yontmaya çalışmak, hamaseti de geçiyor, geçmişe saygısızlık boyutuna çıkıyor.
İşgale karşı mücadeleyi okullar, esnaf, işçiler, kadınlar, basının bir kısmı ve esasen gizli teşkilatlarda çalışan isimsiz binlerce kahraman yürütüyordu.
Teşkilat-ı Mahsusa, Karakol, Müdafa-i Milliye (Mim Mim), Felah, Muvanet-i Bahriye... İttihat Terakki/Kuvvayı Milliye için çalışan birçok örgüt, Anadolu’ya silah taşıdı. Savunma Bakanlığı ve G.kurmay Başkanlığı (kısa bir süre dışında) zaten Ankara’yla koordineydi.
Çok daha önemli- nedense atlanılan- başka bir atrihi gerçek:
İşgal sırasında, İstanbul’un Anadolu’ya açılan kapısı olan Kadıköy ve Üsküdar, İtalyan kontrolündeydi.
Ve burada kontrol gevşek bile değil, yoktu. İngilizlerle büyük
anlaşmazlıklar yaşayan İtalyanların.../
... (ve ardından Fransızların), Kemalist harekete destek verdiğini, uçak dahil epey silah yardımı yaptığını ve İstanbul’daki silah kaçakçılığına ses çıkarmadığını biliyoruz.
Dolayısıyla bir efsane gibi anlatılan İngilizlerin “kulübü bastığı, 2 futbolcuyu öldürdüğü” General Harington’un Fenerbahçe aleyhine bildiri yayınlayarak kulübü kapattığı” iddiaları, kanıtı olmayan, gerçeklikten uzak, şanlı tarih oluşturmada kullanılan anlatılardan bazıları..
Üstelik bu “rahat” İtalyan bölgesinde 2 ana ikmal hattı olduğu da bizzat kullananlar tarafından ayrıntılı olarak yazılmıştır.
Bu hatlardan birincisi, Menzil Hattı denilen
Dudullu ve Geyve hattıdır.
Diğeri ise Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’dir (Oradan da Çamlıca).
Aslında İttihat Terakki’nin sakladığı malzemenin esasının Avrupa yakasında olduğu da biliniyor. Yeşilköy'deki Çobançeşme cephaneliğinden 250.000 fişeğin çalınması, Haliç’teki depodan 500 sandık cephanenin kaybolması gibi yüzlerce raporlanmış gerçek hikaye var kitaplarda...
Son olarak, Fenerbahçe neden tarihini böylesine efsanelerle farklılaştırmak zorunda hissediyor sorusuna bana göre verdiğim yanıtı yazayım...
(Az kaldı, dayanın :-) )
İlginçtir ki, bu iddialar ve sahiplenmelerin tümü, 2000’li yılların hemen öncesi civarına dayanıyor. 70’lerde ve 80’lerde (ve tabi daha öncesinde) Fenerbahçe kulübünün bu bağlamda bir söylemi yok. Diğer herkes gibi maçını yapıyor, yeniyor, yeniliyor vs. Futbol konuşuluyor.
1980’lerin ortasından itibaren Galatasaray’ın futboldaki yükselişinin başlangıcıyla, tarih, değme edebiyatçıya taş çıkaracak hamasi hikayelerle yeniden ambalajlanıp
huzursuzlaşan taraftarına sunuluyor.
Hagi (tutamadım kendimi)
O’nun hayatında ve hayal dünyasında büyük bir yer kaplayan Fenerbahçe için tarih yazmak istemesi çok doğal bir şey. Ama ne yazık ki olmayan şeyleri olmuş gibi yazmak,
sıradan olayları büyük bir başarı gibi anlatmak, bu kitapta fazlasıyla mevcut.
Örneğin, yazarken artık yaşamayan isimlerden kurguladığı bir hikaye, Atatürk’ün “Fenerbahçeliliği”nin “ispatı” oldu maalesef..
“Ya böyle bir şey olmadı, yapmayın” diyecek isimler üstelik Galatasaraylı isimler! Yani tavatür.. Oğlu diyor ki, ben babamdan dinledim filan...
Rahmetlinin başka birçok değerli çabası var, biliyoruz elbette ama oradaki abartıları alıp 1987’den sonra destansı hikayeler haline getirenlerin iyi niyetli olmadığı kesin....
Tarihi bilmeyen kalabalıkları hamaset yüklü öykülerle kandırmanın anlamı nedir?
İşgalde olan bir şehirde, sadece numaralarla adlandırılacak kadar gizli çalışan binlerce gönüllünün tarihe geçmiş çabalarını hiçe sayarcasına ‘bizim iskeleden
silah kaçırıyorduk’ demek nedir?
Kurmaca bir tarih yaratmak için olayları eğip bükmenin gereği yok.
Fenerbahçe’nin tarihi, olduğu haliyle de okunabilecek, sevenlerinin gurur duyacağı, futbolseverlerin takdir edeceği kadar köklü...
Evet, söylemiştim uzun olacak diye..
Buraya kadar sabredenlere teşekkürler.
Bitti.
Herkese sevgiler,